Arkadaş!
Bildiğimiz, gördüğümüz dünya bir iken, insanlar ade-
dince dünyaları havidir. Çünkü, her insanın tam mana-
sıyla hayalî bir dünyası vardır; fakat, öldüğü zaman dün-
yası yıkılır, kıyameti kopar
.
ÜçÜNcÜ HAkİkAT
Şu gördüğün dünyayı, bütün lezaiziyle, sefahatleriyle,
safalarıyla pek ağır ve büyük bir yük gördüm. ruhu fa-
sit, kalbi hasta olanlardan başka, kimse o ağır yükün al-
tına giremez. Çünkü, bütün kâinatla alâkadar olmaktan-
sa ve her şeyin minnetine girmektense ve bütün esbap
ve vesaite el açıp arz-ı ihtiyaç etmektense, bir rabb-i Va-
hid, semî ve Basîr’e iltica etmek daha rahat ve daha kâr-
lı değil midir?
DöRDÜNcÜ HAkİkAT
ey nefis!
(HaşİYe)
kâinatın uzak çöllerine gidip sâniin is-
patına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik
hükmünde bulunan, içerisinde oturduğun cisim kafesine
bak. senin o kulübenin duvarlarına asılan icat silsilelerin-
den, hilkatin mu’cizelerinden ve harika sanatlarından,
kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencere-
lerinden yükselen ah, oh ve eninler, lisan-ı hâliyle isteni-
len yardımlarından anlaşılır ki, o kulübeyi müştemilâtıyla
beraber yaratan Hâlık’ın o ahueninleri işitir, şefkat ve
Mesnevî-i nuriye | 109 |
k
aTre
mu’cize:
benzerini yapmaktan in-
sanların âciz kaldığı şey.
müellif-i muhterem:
muhterem
müellif, saygıdeğer yazar.
müştemilât:
şümulünde olan
şeyler, içinde bulunanlar.
nefis:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan, hayırlı işlerden alıkoyan
güç.
rabb-i vahid:
tek ve eşsiz olan
Allah, bir olan Allah.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın temeli
ve sebebi olan manevî varlık.
safa:
neşe, zevk, eğlence.
sâni:
her şeyi sanatlı olarak yara-
tan Allah.
sefahat:
eğlence.
semi:
gizli ve açık her şeyi işiten
Cenab-ı Hak.
silsile:
zincir.
şefkat:
acıyarak ve esirgeyerek
sevme, içten ve karşılıksız merha-
met.
tarizen:
dokunaklı söz; üstü kapa-
lı kinayeli olarak.
tasrihen:
açık olarak, açıktan bil-
direrek, açıktan açığa bildirerek.
vesait:
vasıtalar.
HaşİYe:
Müellif-i muhterem, kendi nefsine tasrihen, başkalara da tari-
zen söylüyor.
ah u enin:
ah edip ağlayıp in-
lemek.
alâkadar:
ilgili, ilişki.
arz-ı ihtiyaç:
ihtiyacını bildir-
me.
Basîr:
her şeyi görüp bilen,
tam, eksiksiz ve kusursuz gö-
ren Allah.
delil:
bir davayı ispata yara-
yan şey, burhan.
enin:
inilti, inleme, inleyiş.
esbap:
sebepler, vasıtalar.
fasit:
sağlam ve doğru olmak-
tan çıkmış, bozuk, bozulmuş.
hakikat:
gerçek, esas.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şe-
yi yoktan var eden Allah.
hariç:
dışarı.
harika:
olağanüstü.
haşiye:
dipnot.
havi:
içine alan, kapsayan, ku-
şatan.
hayalî:
hayale ait, hayalle ilgi-
li, hayale mensup.
hilkat:
yaratılma, yaratılış.
hükmünde:
değerinde, yerin-
de.
icat:
vücuda getirilme, yoktan
var edilme.
iltica:
sığınma, güvenme, da-
yanma.
ispat:
sağlam ve dayanıklı ha-
le getirme; doğruyu delillerle
gösterme.
kâinat:
evren; yaratılmış olan
şeylerin tamamı, bütün âlem-
ler.
lezaiz:
zevkler, lezzetler.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin
duruşu ve görünüşü ile bir
mana ifade etmesi.
minnet:
bir iyilik karşısında
yük altında kalma, kendini
manevî olarak borçlu hisset-
me.