Kan Günleri Nar ve Ağrısı kitabı üzerine konuştuğumuz yazar İnci Aral, Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durumu değerlendirirken, “Türkiye bakış açısını değiştirmeli ve asla bu kan bataklığına girmemeli” dedi.
İçinde bulunduğumuz coğrafya kan gölüne döndü. Durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün Ortadoğu, enerji kaynaklarının ve gelişmiş kapitalist ülkelerin stratejik egemenlik hesaplarının mücadele alanıdır. Bunların bir biçimde besledikleri terör örgütleri üzerinden sürdürdükleri savaş daha önce baskıyla bile olsa bir biçimde yönetilen ülkeleri -sırayla- kan revan kaos ortamlarına sürükledi. Kabilelerin çatıştığı, aşiret kavgalarının ve aidiyetleri belirsiz profesyonel askerlerin eksik olmadığı bu ateş çemberi bölge insanını mahvetti. Bu ateşin bize sıçramaması için doğru politikalar izlenmeli, Suriye'nin toprak bütünlüğü savunulmalıydı. Türkiye geç de olsa bakış açısını değiştirmeli ve asla bu kan bataklığına girmemeli. Bu konuda kaygılıyım.
Kitabınızda ifade ettiğiniz gibi savaşın insanlık suçu olduğunu söyleyenlerin sesleri pek duyulmuyor. Kalem sahiplerinin maruz kaldığı “hukuksuz yaptırımlar” malûmunuz... Bu çukurdan nasıl çıkarız, daha cesur olmak mı lâzım?
Kitaba, yazara, gazeteciye yöneltilen susturma ve şiddet, bu köhnemiş tutum, iki binli yılların iletişim çağında tarihe gömülmüş olmalıydı, ama tam tersine hortladı. Oysa hiçbir zaman tek bir görüş, tek bir doğru olamaz. Bugün geldiğimiz yerde düşünce ve ifade özgürlüğünü savunmak ve nereden gelirse gelsin bu konudaki engellerle savaşmak zorundayız. Yoksa özgür sözün, özgür basının, yazma ve yayımlama hakkının geleceği tümüyle kararacak.
Gençler mutsuz, amaçsız, işsiz
Gençlerden bahsediyorsunuz ve umutla “ha gayret çocuklar asılın küreklere” diyorsunuz. Alkışçı ve yandaşların çamurları üstümüze sıçrıyor. Bu vesileyle bir kez daha gençlere seslenir misiniz?
Gençler mutsuz, amaçsız, işsiz. Olup bitenin farkında olanların sayısı artıyor, bir uyanış var. Bugün genç insanların pek çoğunun yüzünde umutsuzluk eleştiri ve hoşnutsuzluk görmemek mümkün değil. Sistem, onları kıstırmış, büsbütün sindirmek ve susturmak içinse polis dayağından medet umuyor.
Bizden farklı olanı ülkemizde istemiyoruz
Bize benzeyeni yaftalayıp yaşama alanını daraltıyoruz. Başörtüsü yasakları, azınlıkların ve farklı olanların maruz kaldığı durumlar... Sizce toplumun kucaklaşması ve barış içinde özgürce yaşaması mümkün mü?
Çok mümkündür. Neden olmasın. Osmanlı bir imparatorluk kültürüne sahipti. Bizde bu hoşgörü vardır ve gelenekseldir. Yazık ki son yıllarda bu ülkeyi yönetenler tarafından toplum öylesine kutuplaştırıldı ve bizden-bizden değil, zihniyetiyle o derece bölündü ki, hayatın bütün alanlarında yıkıcı bir öteki oluştu. İnsan sevgisinden, birbirimize saygıdan, demokratik çoğulcu anlayıştan uzak bu olumsuzluğu çok tehlikeli buluyorum ve çok sesli, çok renkli, düşünce, inanç ve kültürel zenginliklerimizi öne çıkarabileceğimiz bir toplumu özlüyorum.
'Aydın olabilmek' başlıklı yazınızda toplumun hep gizli kahramanları ve kurtarıcıları beklediğini ifade ediyorsunuz. Fert bazında dik durup mücadele etme gayretinde olan insanlara mesajınız nedir? Ve insan kendi kendini kurtarabilir mi?
İnsan okuyarak, görmeyi, anlamayı ve düşünmeyi öğrenerek en önemlisi de tartışılmaz sayılan hazır görüşlerden kuşku duyup hakikatı araştırmayı yeğleyerek kendini geliştirebilir. Mücadele gücü kazanmak için kendine özgü görüş ve inançlarını sağlam ve diri tutmak, reddetmeyi bilmek önemlidir. Küçük hesaplar yerine değerlerini önde tutmak gerekir. İnsanın kendini tek başına kurtarması ise zordur. Bireyler güçsüzdür. Gelişmiş insan, örgütlü olmalıdır.
Kürt sorununun çözümünde de ortaya bir kurtarıcı ve gözlemci edasıyla akil heyet çıkartıldı... Sizce akiller akil olabildi mi? Başarılı olsalardı şu an yaşananlar daha farklı olurdu belki de...
Kürt meselesi çocuk oyuncağı değil, bu türden yetersiz ve anlamsız girişimlerle çözülemeyecek kadar ciddî bir politik konudur. Kendinden menkul "akil adam"larla zaten en başından aşırı saflık gösterisiydi ve tam anlamıyla fiyasko olacağı belliydi.
Sosyal medya kaçış seçeneği
George Orwell’ın 1984 adlı romanı bir tiranlık düzeninin topluma boyun eğdirme ve öngörü uyarısıdır, diyorsunuz. Bizde de korku toplumu oluştu... Türkiye’deki korkutma ile yönetme stratejisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çoğunluk, küçük çıkarlar, korkular ya da yalanlarla, kısaca duygusal şartlanmalarla tiranın egemenliğini bir süre destekler, ama hiçbir tiranlık sonsuza kadar sürmez. Çünkü baskıcı düzenler tarafından ezilen küçük insanın, yaşadığı büyük kayıp ve yıkımlara er geç hayır deme günü gelir.
Toplumsal ve politik baskıların yoğun yaşandığı toplumlarda sosyal medya etkili bir kaçış seçeneği diyorsunuz. Özellikle de gençlerin içine düştüğü sosyal medyada var olma uğraşını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sosyal medyanın da bir etiği var mıdır?
Evet, öyledir. Zaten bu tür sosyalleşmede bir sahtelik var bana göre. Zamanlarının çoğunu internet ortamında geçirenler kendilerini popüler kültür ürünleri üzerinden dolaşıma sokuyor ve görünür kılmaya çalışıyorlar, ama aynı zamanda sığlaşma tuzağına düşüyorlar. İnsanlar, okuyup araştırarak, duygusal ve düşünsel düzeyini geliştirerek toplum içindeki yerini, sorumluluğunu kavrayarak sosyalleşir. Ekran karşısına çakılıp arkadaş aramak bağımlılığa dönüştüğünde ise büsbütün yalnızlaşır. Sosyal medyanın etiği konusuna gelirsek, elbette olmalıdır. Zaten sanal ortamda istenmeyen görüş, farklı yorum ve etik dışı iletilerin filtrelenme imkânı da fazlasıyla mevcut.
Röportaj: N. Nur Ener / [email protected]