Kemalist yazarların Ortaçağ kilisesi ile geçmiş İslâm devletlerindeki “dinî cemaat, vakıf, sosyal müesseseler ve hayat” ile ilgili yaptıkları karşılaştırmaların hem mantıktan ve hem de bilimsellikten çok uzak olduğunu hepimiz biliyoruz.
Bir Hıristiyan kadının arsasını da işgal eden caminin inşaatını durduran bir devlet reisinin idaresinde, özel bir mülkün zoraki usûllerle vakfedilmesi düşünülebilir mi? Fakat hem Fransız ihtilâlcilerinin ve hem de Kemalist ve komünist ihtilâlcilerin bütün dinlerin bina, emval ve arazilerine cebren el koyup sattıklarına bütün tarih şahittir. Hem Avrupa’da ve hem de Türkiye’de din uğruna harcayacakları imkânları kaybolan dinî cemaatler, geçmişteki konumlarını tarihten öğrenip yanlış metotlarla da olsa aynı imkânlara sahip olmanın derdine düşüyorlar. Avrupa’daki hürriyetler, hukukun üstünlüğü ve şeffaflık, ister istemez bir çok sivil-toplum örgütü gibi kiliseleri de bir çerçeveye toplamış. Fakat Türkiye’de hem cemaatlerdeki dünya zaafı, hem siyasetçilerin bu zaafı kullanmaya kalkışmaları ve hem de bu durumlardan istifadeye çalışan Kemalistlerin nifak ve oyunları, çoğu kez cemaatlerimizi büyük hüsran ve hayal kırıklıklarına uğratıyor.
Asr-ı Saadetteki uygulamalarda bilhassa Hz. Ömer döneminde sistemleşen ve kurumlaşan devletin, şahsın bütün ihtiyacını imkânlar nisbetinde ve adaletli olarak giderdiğini biliyoruz. Avrupa sosyal devlet düşüncesinin babası sayılan Prens Bismark’ın Peygamberimize (asm) ve kitabımıza yaptığı atıf da, Batı Felsefesinin güzelliklerinden olan “adalete dayalı sosyal devlet” düşüncesinin de Asr-ı Saadet uygulamasına dayandığını bize gösteriyor.
“Hz. Ömer (ra) dönemindeki devleti” hayal edenler Kemalizme ve Kemalist ihtilâllerin oluşturdukları anayasaya tek itirazda bulunmadan Ömer’e özenmenin pratikteki yanlışını bilemeyebilirler.
Bu düşünceye cemaatleri sürükleyen birkaç husus var. Evvelâ, dine hizmet ile aslı siyaset olan devlete hizmet karıştırılıyor.
Sonra, cemaatlerin hizmetinde gayenin iman, salih amel, güzel ahlâk, toplum barışı ve cehaletle savaş olduğunu bir tarafa bırakıp, insanların daha çok önem verdikleri dünyevî şeylere yöneliyor cemaatler. Bu maksatlara çalışmak ve müracaat edenlerin isteklerine cevap verebilmek için de maddî imkânlar uğruna hem siyasetçiye, hem tüccara ve hem de kötü niyetli harici cereyanlara el açmak durumunda kalıyorlar. Aslî vazifesinin dışına çıkmış cemaatlere gelen tenkitlerden dinin de zarar gördüğünü hiç kimse inkâr edemez.
Kapısını dünya siyasetine ve menfaatine açan yaklaşımlar ümmete zarar verir. Farkına varılmadan; siyasî tarafgirlikler, ticarî menfaatler ve efkâr-ı ammede temsil için oluşan rekabetler, ahir zamandaki dinsizlik ve nifak cereyanlarının istifade edebileceği sıkıntılara yol açabilir.
Vazifeleri dehşetli global dinsizliğin neslimizi tehdit ettiği şu zamanda yalnızca imana ve ahlâka çalışmaları gereken cemaat mensuplarının başka alanlara yönelmeleri, elbette Kur’ân cephesini zaafa uğratır. Bediüzzaman Hz.lerinin kapısını dünyevî maksatlar için gelenlere tamamen kapattığına dair onlarca anekdot vardır eserlerinde. Hatta dehşetli yılanların zehirlerine karşı panzehir hazırlamakta iken; birisinin, kendisinden rahatsız edici sineklere karşı yardım dilemesine benzetir bu talepleri… Yine cemaatlerimizin mutlaka tatbik etmeleri gereken “İstiğna” prensibini de tekrar hatırlatmış olalım. İstiğnaya riayetin cemaat mensuplarını yükselteceğini, izzetli kılacağını ve iftiralardan kurtaracağını da tecrübelerle yaşamışız.