Politikacıların siyasî beyanatlarından çokça; dinî cemaatlerin ülkemizin bir realitesi olduğunu duymuşuzdur.
Onlarla mücadele edenlerin, akıbette kaybettiklerini de görerek geliyoruz. İnsanın fıtrî ihtiyacı olan “İNANCI” temsil edenlerle kavgalı olanların hemen hepsi tarih boyunca, ya mağlûp olmuşlar veya zulme karışarak bu dünyayı terk etmişler… Hitler’den, Stalin’e, Mao’dan M. Kemal’e kadar… Hürriyet ve demokrasi asrında, bu realitenin çizgileri daha kalın ve daha canlıdır…
Avrupa’da ve Amerika’da dinî cemaat yok mu? İstemediğiniz kadar… Fakat oralarda; demokrasi çerçevesinde her şeyin tanımı yapılmış, yerleri, mahiyetleri ve sınırları belirlenmiştir. Şimdilik az-çok herkes halinden memnun görünüyor. Bizde demokrasi olmadığından; kimlik, tanım, konum ve alan kargaşası zaman zaman kaosa sebep oluyor. Bunun en kolayı veya radikali de, devlet ile cemaatlerin sürtüşmesi… Devletin müstebit Kemalizm’den kalma refleksiyle cemaatleri ya inkâra gitmesi veya federasyonlar halinde yönetmeye kalkışması… Bunun bir başka örneği dünyamızda yoktur. İstibdat ile idare edilen ülkelerde “bağımsız dinî cemaat” mefhumu olmaz. Az-çok demokrasilerin düşe kalka yürüdükleri coğrafyalarda da, bu meseleler kalıcı kanunlarla çerçeve altına alınmıştır.
Türkiye’de dinî cemaatleri, iktidarları ve tarikatları tenkit eden çevrelerin cehaletle öz hallerine bakmadıklarını düşünüyorum. Zira meselenin çözümünü hâlâ Kemalizm’de arayanların, medeniyetimizden ne kadar yararlandıklarını da merak etmiyor musunuz? Binlerce defa demişiz. AKP’nin alternatifi M. Kemal değil, demokrasidir. AKP’yi istemeyenler, düne kadar babalarımızın analarından emdikleri sütü burunlarından getirmiş Kemalizm’i referans gösterirlerse, elbette maskara olurlar. Tarikat ve dinî cemaatleri konuşanların önce dünyayı bilmeleri gerekiyor ve sonra da azıcık tarihi karıştırmaları… Yasaklamanın çare olmadığını orada görecekler. Hallac-ı Mansur’u, Seyyid Nesimî’yi ve Pir Sultan’ı öldürenler meseleyi hallettiler mi? Evet, gülüyoruz bu hallere… Yeniçeri’yi ıslah edemeyen Sultan Mahmut da çareyi Bektaşi Tekyelerini kapatmada aradı. Hiç kimse iyi oldu diyemiyor, bu gün… Toplumun sosyal gerçeklerini inkâr etmek, yaşayan hakikatlere göz yummak ve hatta onları yok etmek için kanun çıkarmak… Türkiye tam doksan beş senedir ”kanunen yasak” bir hakikati gün ortasında yaşıyor. Devrim Kanunlarıyla M. Kemal Tekyeler ve Zaviyeleri yasakladığı halde, elde etmek istediği şeyhler için özel tekyeler açtırıyordu. Bu ikilemi gören bir çok tarikat, Şark’ın ücra köşelerine çekilerek geleneklerini orada devam ettirmişlerdi. Dinî cemaat düşmanlığının bir istibdat hastalığı olduğunu biliyoruz. Stalin, İkinci Dünya Savaşı’nın en tehlikeli günlerinde Rus Yahudilerinden istifade için “Antifaşist Yahudiler Komitesini” kurdurmuştu. Fakat bu muhabbet, ancak 1948’e kadar devam etmişti. Düşmanlık soykırımına varacak kadar ileriye gitmişti, 1953’e kadar… Yahudilik dinî realite idi, Rusya için… Troçki, Lenin ve Stalin Rusya’sı tam doksan bin Hıristiyan din adamını öldürdü de ne oldu… Vladimir Putin’in en yakın dostlarından ve danışmanlarından olan Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Kiril’in bu günkü konumu, yasakçı sosyalistlere en güzel cevap değil mi? Ya Mao’nun Budistleri toptan imhası… Gel gör ki; Şi Cinping’in ülkesine Budizm geri dönüyor… Neoconlar istemese de…
Evet, tarikat, dinî cemaatler veya sivil-toplum hareketleri demokrasiye yanaşan dünyamızın gerçekleridir. Lora Bush’un Kandahar’da burkayı yasaklamaya kalkışmasına bütün dünya gülmüş ve Bush’lar maskara olmuşlardı. Tarikat veya dinî cemaat ile mücadele de böyledir, dünyamızda… Asya’da Ceştî’leri, Orta Asya ve Ön Asya’da Nakşileri veya Afrika’da Şazelileri o toplumlarda yasaklamanın imkânsızlığını bilenler, Türkiye için de aynı realiteyi düşünmek zorundadırlar.
Tarikat ve tasavvuf düşmanlığının, meşrûtiyetin hürriyetinden yararlanan Abdullah Cevdet ile gündeme taşındığını biliyoruz. Savaş bitip; dinî çevre, cemaat ve tarikatların yardımına kendilerince ihtiyaç duyulmadığı 1925’e kadar sabredilmiş, sonra da gereken yapılmış. Bazı Kemalistler burada Şeyh Said-i Pirani ile Dersim’li Seyyid Rıza’nın vatana ihanetinden bahs edecekler. Fakat bu olayların serbest bir ortamda görgü şahitleri ve mütehassıslarınca tartışılmasına da müsaade etmediler ve etmiyorlar. Maalesef tarihimiz bir çok çirkin tiyatro sahnesiyle dolu… Menemen, Dersim, Sason, Ziylan ve Piran gibi…
Bir asra yakındır yasaklar içinde ve yarı gizli bir tarzda geleneklerini devam ettirmek isteyen tarikatlar veya dinî cemaatlerin düzgün çalıştıklarını ve sosyal hayata mükemmelce entegre olduklarını iddia edenin de olmadığını düşünüyoruz. Devletin, vücutlarını kabul etmediği unsurların bu kadar da yaşamaları güzel değil mi… Onların şeffaf, cemiyetin dinî ve ahlâkî hayatına faydalı olmalarını isteyenler, evvelâ söz konusu yasakları (şeklen) kaldırır ve millet nazarında onların tanımlarını yapar, sorumluluklarını belirtir.
Bolşeviklerin, Kemalistlerin, Masonların ve Kemalizm’in gazına gelen bazı Selefilerin tarikat düşmanlıklarını anlamak çok da zor değil. Fakat; Siyasal İslâmcıların iktidarda oldukları bir zamanda, ülkenin din ve ahlâkını inşa ile vazifeli, vergilerimizle yaşayan Diyanetimizin durup dururken münafıkların hoşuna gidecek tarzda “tarikat düşmanlığına” kapı açacak yalan-yanlış raporlar hazırlatmasını kabullenmek, izzetimize fevkalâde ağır geliyor. Gerçi, On İki Eylül’cü Kemalist kadrolar nezdinde AKP için fetva koparmış, Cuntacıların gözde şahsiyetlerinin hâlâ Diyanet İşleri Başkanlığımız da etkin rollerde olduğunu kabul ettiğimizde, bu raporun mahiyetini de az-çok kavrayabiliriz, düşüncesindeyim…
Tarikat ve dinî cemaatlerin içinde bulundukları problemli halleri de biliyoruz. Dünyanın genel gidişatıyla mütenasipçe buradaki meselelerin nasıl halledileceğini de, inşallah bir başka yazıya bırakacağız.