27 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Fahri UTKAN

Hakâik-i nisbiye


A+ | A-

Hakaik-i nisbiye, kelime anlamı olarak nisbî, göreceli hakikatlerdir. Yani kendisi sabit bir hakikat olmayıp bir başkasına kıyasla ortaya çıkan ve hakikat olarak kabul edilen özelliklerdir. Nisbî, göreceli hakikatler gerçeklerin ve gerçek hakikatlerin anlaşılmasına vasıta ve vesile olurlar. Büyük-küçük, sağ-sol, ön-arka, üst-alt birer nisbî emirdir.

Bunların hiçbiri mahlûk değildir. Kaya, çakıldan büyüktür ve her ikisi de mahlûktur; ama “büyük” diye bir varlık yoktur. Nitekim o büyük dediğimiz kaya, dağa nispet edildiğinde küçük olur.

‘Sağ elim’ dediğimizde kendimize nispeten konuşuruz. Aynı elimiz karşımızdaki insan için ‘sol taraf’a düşmüştür. Apartmanın üçüncü katı ikincinin üstünde, ama dördüncü katın altındadır.

Aynı hakikatin farklı mertebede tecellileri var. Bunlar da birbirine nispeten daha üstün, mükemmel veya daha eksik olurlar.

Bu konuda Üstad Bediüzzaman İşarat’ül İ’caz tefsirinde şunları söylüyor: “Hakaik-i nisbiye denilen şeyler, kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam, ancak hakaik-i nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-i nisbiyeden kâinatın envaına bir vücud-u vâhid in’ikâs etmiştir. Hakaik-i nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hatta bir zatın hakaik-i hakikiyesi yedi ise, hakaik-i nisbiyesi yedi yüzdür. Binaenaleyh, kubuh ve şerde şer varsa da kalildir. Malûmdur ki, şerr-i kalil için hayr-ı kesir terk edilmez. Terk edilirse, şerr-i kesir olur; zekât ve cihadda olduğu gibi. Evet, ‘Her şey zıddıyla bilinir’ meşhur kaziyeden maksat, birşeyin zıddı, o şeyin hakaik-i nisbiyesinin vücut veya zuhuruna sebeptir. Meselâ kubuh olmasaydı ve hüsünlerin arasına girmeseydi, hüsnün gayr-ı mütenahi olan mertebeleri tezahür etmezdi. Şerler, kubuhlar, noksanlar ise; hüsünlerin, hayırların, kemâllerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz’iyet kabilinden tebeî olarak yaratılmışlardır ki; hayırların, hüsünlerin, kemâllerin mertebelerini, nev’lerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vâhid-i kıyasî olsunlar.”1

Yani, güzellik bir hakikattir, çirkinliğin müdahalesi ile güzellikte mertebeler meydana gelir. Hayır, bir hakikattir. Bundaki mertebeler de şerrin müdahalesi ile ortaya çıkar. İnsanlarda bulunan takva, salih amel, cömertlik, tevazu, cesaret, kahramanlık gibi hakikatlerin her birinin birçok mertebeleri vardır. Dünya bir imtihan yeridir. Bu dünya imtihanında şeytanın yaratılması ve nefsin kötülüğü emretmesi ve bunlara karşılık, Kur’ân’ın hakikat dersi vermesi, kalp ve vicdanın da ona meyilli olması insanlar arasında mertebelerin doğmasına sebep kılınmış.

Herhangi bir rengin tonlarını düşünelim. Bunları hayalen ortadan kaldırdığımızda monoton bir tek renkle karşılaşırız. Böyle olunca da her tonun ayrı güzelliğinden mahrum kalırız. İnsanlara baktığımızda, her insanın siması diğerinden farklı; parmak izine varıncaya kadar her bir organı diğerinden ayrı.

Ruh dünyamıza hayalen şöyle bir baksak, her insanın anlayış, zekâ, hafıza, merhamet, cesaret, cömertlik, neşe, şevk, hissiyat açısından diğerlerinden farklılık gösterdiğini görürüz.

Hiçbir insanın ruhu diğerinin aynı değil. Buna bir de insanların bu dünya imtihanında karşılaştıkları farklı hadiseler, içine düştükleri değişik sıkıntılar yahut nail oldukları ayrı nimetler, ihsanlar, makamlar, servetler eklendiğinde her bir insan ayrı bir nev'î olarak karşımıza çıkar.

Görüldüğü gibi, bu dünya ‘hakaik-i nisbiye’ dünyasıdır. Gerçek hakikati nisbîliklerle tanıtır insanlara. Çünkü insan, gerçeği ancak bu şekilde tanıyabilir.

Bunun için de, aynı konuda çok farklı fikir, çok farklı yol çıkar karşımıza. O yüzden de, insanlar arasında anlaşmazlıklar ortaya çıkar.

Doğru ve yanlış diye ikiye ayrılan genel yolun ‘doğru’ tarafını işaretlemek de yetmez; bu defa herkese göre farklı doğru yollar karşımıza çıkar. O yüzden de, insanlar arasında ihtilâflar bir türlü bitmez.

Dünya ahiretin tarlasıdır. Bu dünya mahsulâtını mahşer meydanına döktüğünde kulların amel defterleri, parmak izlerindeki değişiklikten çok daha net biçimde farklılık gösterecek. O gün, insanlar arasındaki nisbî farklılıktan ayrı nimetler yahut farklı azaplar doğacak. Ve her insanın ayrı bir nev'î gibi olduğu ortaya çıkacak ve dünyadaki “nisbî emirler, orada hakaik” olacaktır.

Lemaat’ta, Üstad Said Nursî, “İcad ve cem-i ezdadda büyük bir hikmet var; kudret elinde şems ve zerre birdir” başlığı altında, zıt kavramların bir araya gelmesi, toplanmasıyla insanlar arasında iktidar olabilmenin, idare edebilmenin seviyelerinin, lezzet içindeki elemlerin, hayırların içindeki kötülüklerin, güzellikler içindeki çirkinliklerin, nimetler içindeki yoklukların, aydınlıklar içindeki karanlığın, ısı içindeki soğuğun oranıyla (hakaik-ı nisbiye ile) ancak gerçeklerin bilinebileceği ve ortaya çıkacağını söylüyor.

Yukarıda anlatılanlar da olduğundan farklı olarak Hakaik-i nisbiye’nin başka bir vazifesi daha vardır. O da, “…dünyada daneler sünbül olur.” 2

Yani, dünyada tohum mesabesinde olan işler, emirler, davranışlar ahirette Cennet meyvesini veya Cehennem zakkumu olarak sümbüllenir. Meselâ, burada, dünyada ‘Elhamdülillah’ deriz, orada, Cennette ‘Elhamdülillah’ yeriz.

10. söz. 3.makam, ‘Üçüncü Nokta’da, “Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür”, konusunun açıklanması esnasında, dünyada işlenen işlerin (iyilik veya kötülük anlamında) iki çizgi halinde hareket ettiğini, bu çizgilerin birinin sonunda Cennet, diğerin sonunda da Cehennem kurulduğunu söylemektedir. Cennet ve Cehennemin bir mahzen halinde beklediğini, kıyametin gerçekleşmesinden sonra da bu iki çizgide, yolda gidenlerin hangi mahzene münasipse, o mahzene doldurulacakları ifade edilmektedir.

Çünkü, ezeli hikmet sahibi olan Cenâb-ı Hak, bu dünyamızı tecrübe ve imtihana meydanı olarak yaratmıştır. Tecrübe ve imtihan insanlar arasında gelişmeye ve terakkiye sebeptir. Gelişim ve terakki de insanlarda Allah’ın ihsan ettiği istidatların gelişimine sebeptir. İstidatların, becerilerin ve melekelerin gelişimi de insanların toplum olarak gelişmesine ve yeni yeni teknolojik gelişmelerin ortaya çıkmasına sebep olur. Bu gelişmelerin en büyük sebebi de her gelişme sonrasında varılmak istenen nihaî hedefe, gerçek hakikate (hakaik-i hakikiye), daha önce elde edilen göreceli hakikatlerin bir birini desteklemesi ile (hakaik-i nisbiye ile) ulaşır. “O hakâik-i nisbiye, ahirette hakâik-i hakikiyeye inkılâb ettiği gibi; dünyada da bütün kâinatın revabıtı ve tutkalı hükmünde olan meratib-i nisbiyenin takarruruna sebeptir.” 3

Dipnotlar:

1İşaratü’l İ’caz, yeni tanzim, 50-51.

2. Lemaat.

3. 10. söz. 3. makam. Üçüncü Nokta, 29. söz, üçüncü mesele.

27.07.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Cevşen tamam, sıra tesbihatta…


A+ | A-

Üzerinden geçen zamanın kırk seneye yaklaştığı, Risâle-i Nurlarla müşerref olduğum o günleri hatırlıyorum. 17 yaş içindeydim, ama beş vakit namaz kılmıyordum. Altı ay dershanelere geldim, gittim. Bana bir gün olsun “Kalk namaz kılalım” demediler. Zaten baskı yapsalardı, o gibi hallere fıtratım müsaade etmezdi. Belki gider, bir daha da gelmezdim. Cemaati ve dershaneyi çok sevmiştim. Zaten oraya gittiğim zamanlar, kendimi cennet bahçesinde gibi hissediyordum. Ağabeyler namaz kılmaya kalkınca, bana ya bir gazete veya kitap vs. verir, “Kardeş, biz namaz kılacağız; senin canın sıkılmasın bunu oku” derlerdi.

Neticede nefis ile mücadele sonucu, altı ay sonra namaz kılmaya başlamıştım Elhamdülillah. Zaten, nefsin kabule yanaşmadığı şeylerin başında namaz gelir. Ama bir başladıktan sonra da Allah’ın izniyle bırakılmaz.

Artık dershanede namaz kılıyorduk ama dikkatimi çeken bazı şeyler oluyordu. Camilerde kıldığımızdan veya babamın, annemin kıldığı namazdan farklı daha önce görmediğim, bilmediğim bazı şeyler vardı. Ezan okuyunca veya kamet getirince bir duâ yapıyorlardı. Farz namazının bitiminde ellerini kaldırıp bir duâ yapıyorlar, bir yerinde de ellerini ters çeviriyorlardı. Sonra, kısa namaz tesbihatından sonra da yine otuz üç “Lâilâheillallah” çekip duymadığım duâlar yapıyorlardı. Önce biraz şaşırdım, içimden “yahu yoksa bunlar başka bir şeyler mi acaba?” dedim. Ama daha sonraları anladım ki; işin doğrusu buymuş, sünnet-i Resulullah buymuş, duâ buymuş, zikir buymuş, tesbihat-ı azim buymuş. Yani Nur Talebelerinin adet-i hasenesinin Resulullahtan tevarüs ettiğini anlamıştık. Dershanelerimize yeni gelip de, bahsettiğimiz zikir ve duâları görenler bize hep sorardı, “Niye ellerinizi ters çeviriyorsunuz v.s gibi) Biz de anlatmaya çalışırdık. Ama bugün öyle bir hale geldi ki artık, milletimiz tarafından; ezan ve kamet duâları -ki bugün bir çok camimizde cemaat halinde yapılıyor- kabul görmüş, salaten tuncina duâsı (özellikle 1999 büyük Marmara Depreminden sonra) yine milletimiz tarafından öğrenilip okunur olmuş, Cevşen de yine birçokları tarafından bilinip, kabul edilen bir peygamber duâsı olarak okunuyor. Bunlar tamam, şimdi sıra geldi tesbihata. Artık Allah nasip ederse, aziz milletimiz bunun da fazilet ve sevabını kavradıkça bu geniş tesbihatı da yapacaktır. Tabiî, ilk zamanlarda Kur’ân okumayı bilmediğimden (daha sonra 1974 yılında kendi kendime bir ayda öğrendim) okunanları takip ederek ezberlemeye çalışıyordum. Şükürler olsun, hafızam kuvvetli olduğundan ezberlemeye başlamıştım. Hatta 1972 senesinde, ben Nurları tanıyınca, ailemizde bana ilk tabi olan küçük kız kardeşime tesbihat almıştım (o Kur’ân yazısını biliyordu). Yani, şimdiki gibi Latin harfleriyle basılmış bir tesbihat da yoktu. Neticede, ezberlemiş ve o gün bu gün de Elhamdulillah tesbihatsız namaz kıldığımız çok nadirdir.

Yeri gelmişken tesbihatla ilgili, kardeşlerimize bir-iki hatırlatma yapmak istiyorum:

- Çok faziletli olan tesbihatınızı muhakkak yapmaya çalışınız.

- Ezberden okuyan bazı kardeşlerimiz, şaşırmamak için olsa gerek, çabuk ve hızlı okuyorlar, bu sefer de ne söylendiği anlaşılmıyor.

- Tane, tane okunduğu zaman daha iyi oluyor. Özellikle de 'ecirna minennar' duâlarında amin diyecek kadar nefes almak lâzım.

- Eğer şaşırma ve yanlış okumalar vuku buluyorsa, tesbihat kitabından okunması daha iyi.

- Sabah ve yatsı namazlarından sonraki Kelime-i Tevhidin yüz defa okunması daha faziletlidir. Eğer o şekilde okunursa, günde en azından üç yüz defa tevhid zikrini yapmış oluruz ki, her halde bir ehl-i tarikin çekeceği kadar zikir çekmiş oluruz.

- Yine bu yanlış ve aslında olmayan şekilde okumaları düzeltmek lâzım. 'Elfü elfü'lerden sonraki Kelime-i Şahadetten önce, bazı kardeşlerimiz “şehadeten” kelimesini ilâve ediyorlar. Geçenlerde bir eski ağabeyimiz anlatmıştı. Bu şekilde tesbihatı yapan kardeşimize rahmetli Zübeyr Ağabey, “Kardeşim, 'şehadeten’ diye tesbihatın neresinde yazıyor?” demiş.

- Üstadımız Said Nursî’nin isminin zikredildiği kısımlarda bazıları “Bediüzzaman"ı da ilâve ediyorlar. Halbuki, bu kelime de tesbihatta yok.

- Bazı yerlerde İsmi Azam duâlarının (Ya Cemilü ya Allah ve subhaneke ya Allah) cemaat halinde yapıldığını görüp, ikaz etmiştik. “Bizim mesleğimiz ve orijinalinden ayrılmayın” diye.

- Yukarıda da dediğim gibi, ezberi çok iyi olmayan, karıştırma ihtimali olanlar, kitabın yüzünden okursa daha iyi olur.

- Son olarak şunu da söyleyeyim; Üstadımızın: Yaptığı diğer evrad ve zikirleri de (tesbihat kitabında var bunlar ‘akşam ve yatsı arası okunanlar, namazların Rabbena Atinalardan sonra, selâmdan önce okunan duâ gibi’) yapabilirsek, İnşaallah, daha çok Nur ve fazilete mazhar oluruz.

27.07.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Seçeceğiniz eş bilgili, maharetli ve öğrenmeye açık mı?


A+ | A-

İnsan bekârken yarımdır. Evlenince tamamlanır. Zaten, insanın dünyaya gönderilmesinin sebebi, imân, ilim ve duâ vasıtasıyla tekâmül, yani, gelişmek, olgunlaşmak, kâmil insan olmaktır.

Mahiyet ve istidât itibariyle de her şey ilme bağlıdır. Hakikî ilimlerin esası, mâdeni, nûru, rûhu mârifetullahtır. Yani, Allah’ı Kur’ân’da yazılan, kâinatta tecelli eden ve insanda toplanan Esmasını gözlemleyerek okumaktır.

Esma-i Hüsna’yı öğrenme aynı zamanda, ilimde, san'atta, ekonomide vesair bütün fen, sosyal ve manevî ilimlerde terakki etmektir. Zira, ilim, Alim; tıp Şafi; matematik Mukaddir; san'at Sani’, iktisat Muktesit isimlerinin tezahürüdür.

Kur'ân'ın ilk emrinin "Oku!"1 ile başlaması, "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" -Zümer, 9. diye sorması, "Kulları içinde ancak âlimler hakkıyla Allah'tan korkar,"2 âyetleri de mü'minleri öğrenmeye, ilme, araştırmaya teşvik eder.

Allah’ı Esması ile bilen, O'nun ihsan ve ikram ettiği nimetleri ve nasip ettiği eşin de bir nimet olduğunu bilir. O zaman O'nu sever. Kişi, sevdiğinin emirlerini yerine getirir. Yasaklarından kaçınır. O zaman da mutlu bir aile hayatı sürdürür.

Marifet, kuru bir bilgi değil, imanlı bir bilgidir. Maharet ise, bu bilgiye dayalı beceri. Öyle ise, marifetli, bilgili becerikli, kendini yenileyen birisiyle evlenmelisiniz. Zira, hayat yeknesak, durağan değildir. Atomlardan galaksilere kadar her şeyde muhteşem bir yenilenme ve gelişme meyli var. İnsan da bunun bir parçası olduğuna göre, uyum, huzur ve mutluluk için marifetle bilgi lâzım, yenilenmek gerekir.

***

Kuşlar içinde en uzun ömür süren Kartal, 70 yaşına kadar yaşayabilir. Ancak, 40’ından sonra, pençeler sertleşir, esnekliğini yitirir, gagası uzar, göğsüne doğru kıvrılır, kanatları ağırlaşır, tüyleri kalınlaşır, uçmakta ve beslenmekte zorlanır.

Ciddî ve zorlu bir karar vermeli: Ya ölümü, ya yeniden doğumu, yani yenilenmeyi.

Yenilenmeye karar veren kartal, çekilir. 150 gün kadar sürecek bu çetin yenilenme devresinde, gagasını sert kayaya vurur ve düşürür. Yeni gagasının çıkmasını bekler. Bununla pençelerini söker. Yeni pençeleri çıkar. Bu sefer tüylerini yolar.

Ve kartal, beş ay sonra 20 yıl daha yaşayacağı uçuşuna başlar.

İşte kartal gibi bir zaman sonra hantallaşırız. Başarıya uçmak için, bize acı veren önyargılarımızı, alışkanlıklarımızı, geleneklerimizi ve olumsuz birikintilerimizi söküp atmalıyız!

Zordur, ama, mümkündür. İşte, tefekkür ve marifetle yenilenerek başarı ve mutluluk yolunda uçuşumuzu sürdürebiliriz.

***

Sohbetin konusu “yeni icatlar”dı. Şeyhülislâm Ziyaeddin Efendi, Avrupa’dan gelen yeni buluşlara pek taraftar görünmüyordu.

“Bunlar bid’attır” diyor, dinde yerinin olmadığını söylüyordu.

İkinci Meşrûtiyet’in ilân edildiği yıllardı. Dönemin büyük âlimlerinin de bulunduğu bir ortamdı.

Bediüzzaman, “Yeni buluşlar insanlığın yararınaysa neden kabul edilmesin, dinimiz ilmî gelişmeleri teşvik eder” diyerek Şeyhülislâmın bu fikrine karşı çıktı. Diğer ilim adamları da fikirlerini beyan ettikten sonra, Bediüzzaman’la Şeyhülislâmı dinlemekle yetindiler. Bediüzzaman devam etti:

“Peki efendim, elektrik bid’at da, gaz lâmbası asıl ve esas mıdır?”

Öyle ya, elektrik de yeni bir buluştu.

Şeyhülislâm buna cevap vermekte zorlandı.

“Siz saded (konu) dışına çıktınız” dedi.

Vakit geceydi, zaman da hayli ilerlemişti.

Bediüzzaman ayağa kalktı, elektriğin düğmesini çevirdi.

Etraf karanlığa bürünmüştü.

Lâtifeli bir şekilde:

“Şimdi sadede geldik, konuya devam edebiliriz” dedi.

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Alâk, 1. 2- Age., Fâtır, 28.

27.07.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kısa cevaplara devam


A+ | A-

Diyarbakır’dan okuyucumuz: “İnsan evlendiği eşiyle farklı mezheplerde ise ikisinden birinin diğerine uyması gerekir mi? Kadının erkeğe uyması daha efdal midir? Her iki eş kendi mezhebi üzere amel etmeye devam edebilir mi? Erkek bu konuda eşini kendisine uydurmak ehliyetine sahip midir?”

Karı kocanın farklı mezheplerde olmaları, kendilerine bazı amelî zorluklar getirebilir. Bunların başlıcaları:

1) Bir ailede farklı mezhep görüşleri amelde bir takım yanılmalara ve yanlış anlamalara sebep olabilir.

2) Bir ailede farklı mezhep salikleri bilmedikleri hususlarda daha yalnızdırlar.

3) Aynı mezhepte oluşun getirdiği uygulama birliğinden doğan kolaylıklardan da mahrum olurlar.

Bununla beraber karı koca eğer her biri farklı mezheplerde iseler ve her birisi kendi mezhebinin ilmihalini gerektiği kadar ve doğru biçimde biliyorsa, her birisi kendi mezhebinin hükümleri ile amel edebilir. Karı kocanın aynı mezhepte olmaları veya birbirlerinin mezheplerine uymaları şart değildir. Bu konuda yekdiğerine baskı veya telkin yapmaları doğru da değildir. Her birisinin hak bir mezhepte bulunması kâfidir.

Mezhep seçimini genelde aile ocağında yaparız. Ailemizde bize hangi mezhebin ilmihali öğretilmişse, onunla amel yapmaya başlarız. Böylece o mezhebi seçmiş oluruz. Sonradan bir diğer hak mezhebe geçmek istersek şayet, geçmek istediğimiz mezhebin ilmihalini öğrenmemiz ve amelimizi bu mezhebe göre düzenlememiz, bu mezhebe geçmemiz için yeterlidir. Böylece mezhebimizi değiştirmiş, yeni bir mezhebe geçmiş oluruz.

Fakat mezhep seçiminde eşlerin birbirlerine karşı herhangi bir sorumlulukları yoktur. Kadın mezhep seçimini müstakil yapar. Bu konuda kocasına uyması daha efdal değildir. Daha efdal olan, hangi mezhebi daha iyi biliyor ise o mezhebi uygulamasıdır. Koca da böyledir. Yani eşlerin birbirlerinin mezheplerini seçmeleri zorunluluğu yoktur. Bu konuda erkek de, kadın da, çocuklar da bağımsızdırlar, bağımsız hareket edebilirler. Yalnız, unutulmamalıdır ki, bir zorunluluk olarak değil; aynı çatı altında bulunmalarından dolayı uygulama kolaylığı sağlaması gerekçesiyle, tercihen, evde en rahat uygulama imkânı bulunan veya en çok tercih edilen, ya da en çok bilinme ve öğrenilme imkânı bulunan bir mezhep ortak olarak seçilebilir. Bu konuda mezhep taassubuna gitmeden, en iyi uygulama imkânı bulunduğu düşünülen bir mezhepte karar kılınabilir.

***

Amerika’dan okuyucumuz: “Benimle yaşıt bir kız kuzenim var ve annem biz 1 yaşındayken onu doyuncaya kadar 1 kere emzirdiğini söylüyor. Biz fıkhen sütkardeş sayılıyor muyuz? Bu cevap kuzenim için pek bir şeyi değiştirmiyor ama onun birde erkek kardeşi var. Onun bana haram olup olmama konusunda muallâktayız. Ve benimde kız kardeşlerim var. Sütkardeşimin erkek kardeşi bana ve kız kardeşlerime helâl olur mu?”

Bir yaşındayken annenizin doyuncaya kadar bir kez emzirdiği kuzeniniz, yalnız kendisi, sizin ve kardeşlerinizin sütkardeşidir. Çünkü teşekkülünüzde aynı süt var. Fakat kuzeninizin kardeşleri ile siz sütkardeşi olmazsınız. Çünkü onlarla aynı sütü emmediniz.

Yani kiminle süt ortaklığı yapmış iseniz, siz kardeşler yalnız onunla sütkardeşi olursunuz. Onun kardeşleri ile sütkardeşi olmazsınız.

Dolayısıyla onun kardeşlerinden birisi ile sizin kardeşlerinizden birinin nikâhlanmalarının yolu kapalı değildir. Yalnız sizin annenizden emen sütkardeşiniz, sizin kardeşlerinizden hiçbirisi ile nikâhlanamaz. Çünkü o, sizin bütün kardeşleriniz ile sütte ortak olmuştur, yani sütkardeşiniz olmuştur.

27.07.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Hesna Hanımı ağlatan selâm


A+ | A-

Geçen hafta (22 Temmuz) vefat yıl dönümü vesilesiyle kendisinden bahsettiğimiz Denizli hakimlerinden Senirkentli Hesna Şener Hanımla ilgili yazı pek büyük bir alâkaya mazhar oldu.

Emin olun, kendim de o bahsi yazarken gözyaşlarına hakim olamamıştım.

Düşünün ki, din lehinde "imâ yoluyla" dahi söz etmenin adeta cürüm sayıldığı o dehşetli zulmet (1944) zamanında, Hesna Hanım, müthiş bir cesaret göstererek, sırf "Bediüzzaman'ı beraat ettirmek" için gönüllü olarak dâvâya katılmayı kabul etmişti.

İşte, bu müstesna şefkat kahramanı hakkında tesbit ettiğimiz bir başka hatırayı da, duyulan ihtiyaç üzerine burada sizlere takdim ediyoruz.

1991'de İstanbul Sarıyer'deki demir hurda dükkânında bizzat görüştüğümüz Süleyman Gültekin isimli emekli polis, Hesna Şener Hanımla ilgili olarak bize şunları anlatmıştı:

"Denizli mahkemesinin nihaî karar gününden (15 Haziran 1944) bir gün evveldi. Hapishanede bulunan Said Nursî beni çağırdı ve 'Süleyman Bey, adliyeye kadar gidebilir misin?' dedi.

"Memnuniyetle" diye cevap verince de, aynen şunları söyledi: 'Git, orada hakime Hesna Hanımı bul ve benim ona hususî selâmlarımı söyle. Ayrıca de ki, o benim dünya ve âhiret kardeşimdir.'

"Hemen doğruca adliye vardım. Hakimler bir odada toplanmış, ertesi gün verecekleri kararı görüşüyorlardı. Ankara'dan şiddetli bir baskı gelmişti. Nursî'ye en ağır cezanın verilmesi isteniyordu. Hesna Hanım ise, vardığımda Bediüzzaman'ı pervasızca savunuyor ve mutlaka beraat kararı vermeleri gerektiğini söylüyordu. Aksi halde, vicdanlarının ve meslek haysiyetlerinin çiğnenmiş olacağını vurguluyordu.

"Yanlarına vardığımda ise, Hesna Hanım, Bediüzzaman'ın 'ilm–i hakikat sahibi' olduğunu, yani duvarın ötesini de gören bir zât olduğunu ve böyle biz zâta vicdan sahibi hiçbir hukukçunun ceza veremeyeceğini söylüyordu.

"Beni gördüklerinde, 'Buyur Süleyman Bey' dediler. Ben de 'Beni Bediüzzaman gönderdi' deyince, ortalık bir anda buz kesti. Ordakiler adeta donup kaldılar. Hesna Hanım ise, hüngür hüngür ağlamaya başladı ve anlat dedi, anlat o 'ilm–i hakikat sahibi zâtın ne dediğini...

"Benim anlattıklarımdan öylesine etkilendiler ki, daha konuşacak halleri kalmadı."

Bediüzzaman'ın Seyyidliği

Muhtelif vesilelerle ençok muhatap olduğumuz suâllerden biri, Üstad Bediüzzaman'ın Kürtlüğü ve Seyyidliği hakkındadır. Geçtiğimiz günlerde aynı mevzuyla alâkalı suâllere bir kez daha muhatap olduk.

Bu mesele, kâmil mânâsıyla cevap bulmadığı, yahut vüzûha kavuşturulmadığı takdirde, maalesef zihinler bulanmakta, kafalarda istifhamlar oluşmaktadır.

Bediüzzaman Hazretlerinin Âl-i Beyt'ten olduğu ve Seyyidler neslinden geldiğine dair geniş bir dosya çalışması yapmış ve bunu iki-üç sene kadar evvel dizi halinde neşretmiştik.

Arzu edenlerin e-posta adresine arşivimizde kayıtlı olan bu dosyayı memnuniyetle gönderebiliriz.

Burada, şimdilik çok kısa ve gayet net ifadelerle şunları söylemek isteriz ki: Başta Üstad Bediüzzaman ve ailesi olmak üzere, Nurs Köyü halkının tamamı zahirî tarih nazarında Kürttür. Ancak, onlar hakikatte Seyyiddirler.

Dolayısıyla, Hz. Bediüzzaman, mânen olduğu gibi, neslen de Âl-i Beyt'tendir ve evlâd-ı Resûl'dür. Anne tarafından Hüseynî, baba tarafından Hasenîdir.

Keza, Kuleönü'lü "Büyük Ruhlu Küçük Ali" kat'î ifadesiyle, Üstad Bediüzzaman'ın omuzları üzerinde sarih olarak "kadem-i Resûl-i Ekrem"in (asm) izi vardır.

Ayrıca, Üstad Nursî, Kürtlerin ilk akrabalarının Araplar olduğunu söylerken, bizim yaptığımız araştırmalara göre de, Kürtlerin neredeyse yarısına yakını Seyyidler nesline karışmış, dahil olmuştur.

Bilhassa, Emeviler'in zalim Basra valisi Haccac-ı Zalim zamanında kıyıma uğrayarak yerlerinden yurtlarından olan Seyyidlerin çoğu, daha ziyade Kürtlerle meskûn yukarı Mezopotamya'ya doğru hicret edip gelmiş ve yerli halktan da büyük hürmet gördükleri için buralara yerleşmişlerdir.

Bunların bir kısmı da, Anadolu'nun muhtelif bölgelerine hicret edip gitmişlerdir.

NOT: Sıklıkla muhatap olduğumuz bir diğer suâl ise, Mehdiyet meselesiyle ilgilidir. Bu mevzuda suâl–cevap tarzında hazırladığımız bir çalışmayı, yarından itibaren takip edebilirsiniz.

Tarihin yorumu 27 Temmuz 1953

Yaklaşık üç yıldır süren ve bütün dünyayı yakından ilgilendiren Kore Savaşı, 27 Temmuz 1953'te nihayet sona erdi.

Daha önce başlayan sınır çatışmaları neticesi, 25 Haziran 1950’de Kuzey Kore ordusu, 38. paraleli geçerek Güney Kore topraklarını işgal etti. Bu istilâ sebebiyle Birleşmiş Milletler Teşkilâtı harekete geçerek üye devletlerin iştiraki ile meydana gelecek bir silâhlı gücün derhal Güney Kore’nin yardımına gönderilmesini kararlaştırdı. Yaklaşık üç sene devam eden savaş, pekçok insanın hayatına mal oldu. BM tarafından 450 bin, komünist Kuzey Kore tarafından da 1.5 milyon olmak üzere yaklaşık iki milyon insan öldü. 17 Ekim 1950 tarihinde 5090 kişilik bir kuvvetle bu çetin savaşa katılan Müslüman Türk ordusu da 900 kadar vatan evlâdını şehit verdi.

27.07.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Ey musîbetzede Şark!


A+ | A-

Senin en büyük derdin cehalettir... Yüzyılı aşkın zamandan bu yana kurtulmaya çalışıyorsun. Paslı ve kaba zincirleri Ermeni çocuklarıyla birlikte kırmak istedin, bırakmadılar... Birileri, pis menfaatleri uğruna hem seni, hem de Ermeni çocuklarını tehcir, cehâlet ve sefalete tutsak verdiler. Hâlâ kanıyor yaraların... Bir asırdır didiniyorsun... İhanet eden Selanikli hanedan sana arkasını döndü. Üç çeyrek asırdır yolsuzluğa, elektriksizliğe ve mektepsizliğe mahkûm edildin. Öz kaynağından yavaş yavaş uzaklaşan tek-tük medreselerle durumu idareye çalıştın. Sonra da; sana, dinine, örf ve geleneğine düşman mektebi burnunun dibine tuttular. Anlayamadın ve anlaşamadın. Ve hatta zaman zaman “Bırakın çocuğumu, cehaletime razıyım” dediğin de oldu. Baktın olmuyor, evlâdına, bu coğrafyanın dışına çıkarak ilim ve fazilet toplamalarını telkin ettin. Cehaletten kaçanların mektep veya medrese deyip gurbete çıktıklarında, şarka düşman hanedan bir başka tuzak kurmuştu yollarına: Asabiyet veya ırkçılık. Saf, temiz ve berrak fıtratların ırkçılıkla nasıl bozulduklarını, şarkın dostları yıllardır hüzünle seyrediyor. Bugünün şarkını işgale kalkışan “habis ruhlar” o “müşevveş okumuşların” yardımlarıyla ifsad binalarını yükseltiyor ve işgal ağlarını örüyorlar bugün.

Milyonları bulan senin çocukların “garip bir hicrete” mecbur olmuşlardı da, kimlerin kendilerini Enbiya-Asfiya topraklarından tehcir ettiklerini maalesef bugüne kadar anlayamadılar. Garbın “dünya sevdasına” yakalananlar ise, birçok şey ile birlikte şarkı da unuttular. Tıpkı hayatın muhabbetine tutkunların garba uçtukları gibi. Anadolu Afganistan’ın garbıydı, Avrupa ise Anadolu’nun... Avrupa da garpsız kalamazdı. Oradan kalkanlar gâh “Yeni Dünya”ya, gâh yedinci kıt’aya, yani Okyanusya’ya kondular. Fakat Anadolu’nun şarkından kopanlar, kopuşlarını anlayamadan gurbeti yaşıyorlar.

Ey musîbetzede Şark! Ey Osmanlıya asırlarca ruh, mânâ ve kalp dağıtan coğrafya! Mevlânâ Halid’in, Bediüzzaman’ın, Bitlisî’nin, Ahmed-i Hânî, Gürânî ve Hasan Can’ların toprakları... Arvasîlerin, Alvarlıların, Hıznavî ve Gavsların yurdu. Nerede, o herkesi doyuran kalbin nerede? Ruhlara uruc merdivenlerini gösteren bakışların? En çetin ve ham ruhların, içinde cennet misâl olgunlaştıkları iklimlerin? En ileri rasathanelerden de berrak ve duru biçimde yıldızların temâşâ edildiği sokakların nerede senin? Sünnet-i Seniyye ile yoğrulmuş tasavvufun incelttiği asfiyaların? Kur’ân imbiklerinden süzülmüş gelenek ve göreneklerin... Daha doğrusu asıl köklerin nerede senin ey Peygamber Yurdu?

Köklerin deyince, müfsitlerin isnad ettikleri iftiraları hatırladım. Birileri Sümerlerden, diğerleri Mançur-Moğol’dan bahsetmiş aslın için. Seni inanç olarak Şamanizm ile Babil putperestliğine bağlamak istiyorlarmış. Anlaşılan onüç asırlık köklerini inkâra kalkışan mülhidlerle başın dertte senin... Asıl köklerine dönüşten başka çaren yok gibi. Köklerine dönemezsen Avrupa merkezlerinde mudhike olmaya devam edeceksin. Hayat, boşlukları affetmiyor. Doğrular yerlerini almazsa, ifsad dört gözle bekliyor eksik aksaklıklarımızı... Doğrudur, geleneği öldürdüler. Fakat köklerin o kadar sağlam, temiz ve duru ki... Yanlışların veya yanlış göreneklerin farkına varmak yetiyor sana. Çünkü şark, her yerden ve herkesten daha yakın köklerine... Yani “kökler” dediğimiz, Kur’ân ve Sünnete... Deccaliyetin hediyesi hipnotizma kutularını dünyandan çıkarıp, mütecaviz dinsizlerin Süfyaniyetin yardımıyla oluşturduğu manyetik alandan çıktığın an, kurtulacaksın. Güneş, dünyana eski parlaklığıyla yeniden doğacak. Beyaz zulmetlerden kurtulup, bâlâ coğrafyalardan dünyayı yeniden temâşâ edeceksin. Yalnızca, göz ve kalbini kapatan sihirbazların müfsit âletlerinin farkına varman yetecektir sana... Kaygılarım, tarih ve coğrafyanadır senin... Kaderden gelen okların bir kısmına da onlar sebep. Tarihin kadar coğrafyan da ahirzaman dinsizlerinin iştahını kabartıyor. “Kilit coğrafya” ismini takmışlar sana. İttihad-ı İslâmın bu kapısını şarklılara bırakmamak üzere birçok ifsad dolabı aynı anda Washington, Londra, Paris ve Brüksel’de dönüp duruyor. Deccaliyet, senin kapından İttihad-ı İslâma giden Sultan Selim’in yolundakilere, dağlardan kayalar yuvarlıyormuş. Mahiyetini bilenler, bu coğrafyadaki Mesih ile Deccal’ın vuruşmasını artık garipsemiyorlar. Evvelâ İslâmın ittihadını, sonra Hıristiyanlık âleminin İslâm âlemiyle ittihadını ve daha sonra da dünya İslâmını, yani barışını temine medar olacak bu toprakların kıymetini er geç anlayacak sen misin ey musîbetzede şark? Sefahetin medeniyet diyerek lanse edildiği bir zamanda, çocukların, güya medeniyete kavuştular. Giderlerken de, seni müfsid, ırkçı ve zalimlere terk ettiklerinin farkına bile varamadılar.

Ayağa kalk ey Seyda’nın yurdu! Evlâdını geri çağır! Mukaddeslere düşmanın parasıyla kasteden mülhidlerin, şark kadınının iffetine nasıl musallat olduğunu detaylıca anlat. Senin kurtuluşun Anadolu’nun kurtuluşunu, Anadolu’nun ayağa kalkması ise dünya barışını netice verecek. Ey mânâ sultanlarının otağı!

27.07.2009

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Van’da Bediüzzaman coşkusu


A+ | A-

Yeni Asya Van Temsilciliğinin, 1967'den sonra ilkini geçen yaz tertiplediği Bediüzzaman mevlidlerinin ikincisi, dün Yukarı Nurşin Camiinde okutuldu. İsmet Oflas'ın açılış konuşması ve dersiyle başlayan mevlidi Abdurrahman Türün, Münir Turhan, Ünver Ök ve Hüsnü Mercan tilâvet ettiler.

Van’da Bediüzzaman coşkusu

1967 Çoravanis Köyünde başlayan “Van Mevlidi” yürüyüşü uzun süren bir inkıtadan sonra geçen yıl Ağustos’da başlamıştı, bu yılda kaldığı yerden farklı bir aşk ve şevkle devam ediyor Elhamdülillah.

Van ilinin Risâle-i Nur hizmetlerinde ve Bediüzzaman Hazretlerinin hayatında çok farklı, önemli ve unutulmaz hatıraları vardır.

Van Valisi Tahir Paşa’nın konağında ilim tetebbuatıyla başlayan bu kudsi dâvâ ve kararlı yürüyüş, Başet Zirvelerinde tavana vurdu. Daha sonra “Bebekleri ihtiyarlatan” Birinci Cihan Savaşının o dehşetli günlerinde Rus ve Ermenilere karşı yapılan İ‘lâyı Kelimetullah cihadı münasebetiyle; Van, Gevaş, Bitlis, Pasinler hattında devam etti. Kosturma’ya kadar süren bu serüven 1922’lerde tekrar Van’da karar kıldı.

Bu defa “hizmet tarihinin” sayfalarına Çoravanis Köyü, Erek Dağı, Zernabad Suyu, Ak Damar Adası, Nurşin Camisi, Horhor Medresesi… vb terimler işlendi.

Van Mevlidleri de Risâle-i Nur camiası için çok farklı bir heyecanın yanında kaynaşmanın, kucaklaşmanın, tesanüt ve beraberliğin âlameti ve şiarı olmuştu. 1980 yılına kadar devam eden bu güzel adet ve gelenek 12 Eylül menhus hareketiyle inkıtaa uğramıştı. Nur camiası için bunu yeniden canlandırmak bir hasretti bir rüyaydı ve geçen yıl bu rüya gerçekleşti Elhamdülillâh!

Burada bir hakikati teslim etmek gerekiyor. 40 yıldır “Yeni Asya” adı altında Risâle-i Nur Hizmetlerini özellikle “Neşir Ve Matbuat” sahasında cansiperane yürütme gayretinde olan bu camia yaptığı çok çeşitli ve farklı faaliyetlerle “hizmet” anlayışında çok farklı ufuklar açmaya muvaffak olmuştur.

Bir “dâvânın hak” olması fertleri ve toplulukları çok rahatlatır. İşte Risâle-i Nur Külliyatı, Bediüzzaman ve Nur cemaati bu ülkenin ve bu milletin maddî, manevî saadet ve huzuru için en büyük bir vesile ve pusula olmuştur. Geçen yıl Van’dan yeniden başlayan bu kararlı duruş önemli bir merhale kat ederek devam ediyor.

Geçen yılki bu yeniden başlangıç bazı tereddütleri çağrıştırdığı için çok fazla katılıma sahne olmamıştı.

Ama bu yıl bu gibi tereddütlerden tamamen sıyrılınmış bir ortamda Van Mevlidi gerçekleşti. Van Yeni Asya Temsilciliği mevlide sahip çıkmışlar. Kendilerini tebrik ediyoruz.

Burada Van Yeni Asya Temsilcisi Şahabeddin Öztürkçü’nün mevlid hakkında görüşlerini sorduk verdiği cevapları aktarıyoruz:

Mevlid hazırlıkları ve çalışmaları hakkında bilgi verir misiniz?

Mevlide halkımızı dâvet için Van ili içerisinde geçen yıl üç bin el ilânı dağılmıştı. Bu yıl ise beş bin el ilanı ile bin büyük poster ve bilboardla bütün Van ili içerisinde ve ilçelerinde ilânat yapıldı.

Mevlide dıştan iştirak konusunda neler söylersiniz?

Geçen yıl Türkiye’nin her köşesinden katılım bizi fazlasıyla memnun etti ve cesaretlendirdi. Bu yıl ise umudumuzun fevkinde yine başta Yeni Asya camiası olarak Türkiye’nin illerinin büyük çoğunluğundan ve bir çok ilçeden yoğun katılımın olması bizim açımızdan tesanüde, aşk ve şevke medar olmuştur.

Bizim için en sevindirici bir nokta ise Van’ın bu sene mevlidi tam mânâsıyla kabullenip sahiplenmesidir. Kadın erkek, genç ihtiyar bütün okuyucularımız geçen yıldan gelen olumlu havayla tam olarak mevlid faaliyet ve organizesine sahip çıkması bizi son derece memnun etti.

Mevlid organizesi konusunda neler yaptınız ve nelerle karşılaştınız?

Bu iki yıldır yapılan mevlidler eski yıllara nispeten hem daha organizeli ve plânlıdır. Geçen yıl ilk olduğu için, katılım arzulanan noktada değildi. Fakat bu yıl katılım açısından daha farklı ve çok olumlu bir temayülün olması bizi fazlasıyla memnun etti. Gelen misafirlere ikram ve konaklama konusunda cemaatimiz elinden gelen her türlü fedakârlığı yapmıştır. Umudumuzun fevkinde bir sahiplenme bizi de son derece memnun etti. Bunun için bu katkıyı sağlayan herkese teşekkür ediyor devamını diliyoruz.

Bu faaliyet ve hizmet esnasında karşılaştığımız farklı ve etkili bir duyguyu da sizlerle paylaşmak istiyorum. El ilânlarını dağıtırken iş yerine asanlar ayrıca evlerine götürmek için de bir adet fazladan el ilânı istemeleri ve Van’da bulunan her kesimden insanın Üstad’a sahip çıkması bizi fevkalâde şaşırttı. Üstadımızın o muazzam ve çözüm üreten görüş ve düşüncelerinin ne kadar isabetli olduğunu ve bütün menfi propagandalara rağmen saygınlığını devam ettirdiğini ve Risâle-i Nur Külliyatındaki hakikatlerin tesir ve gerekliliğini, memleketimizin ve bölgemizin birlik ve beraberliği için var olan büyük ümidimizi bir defa daha tazeledi. Bu bizim ve camiamız için olduğu kadar memleketimiz ve bölgemiz için de çok önemli bir konu.

Diyanet yetkilileri, resmî ve özel kuruluşlarla; halka dönük ne gibi çalışmalar yaptınız?

Burada merkezde bulunan otuz imam ve hocayla toplantı ve meşveret yapıldı. Ayrıca Van’ın bütün ilçelerindeki müftülere de bu dâvetler resmen yapıldı. Bu konuda her türlü yardım ve desteğini esirgemeyen Van Müftüsü muhterem Osman Artan Hocamıza da tebrik ve teşekkürlerimizi bildiririz. Van’ın bütün ilçelerinde Üstadın resimleri ve posterler asıldı. Vali ve belediye başkanı başta olmak üzere, kuruluşlara ve her kesimden insana ve –ilçeler dâhil- ilânatımızı en güzel şekilde yaptık bu konuda müsterihiz.

Yeni Asya’dan neler beklediniz, ne gibi yardımlar gördünüz?

Yayınevimiz bize çok sahip çıktı her türlü materyali gönderdi. Başta Yönetim Kurulu olmak üzere, bütün camiadan duâ ve destek aldık. Bu duâ ve destekle biz de burada elimizden gelen her şeyi yapmaya çalıştık. Risâle-i Nurlar dâhil her türlü yayınımız ve ilânatımızı insanlara ulaştırdığımızı düşünüyoruz.

Geçen yıl başta Risâle-i Nur Külliyatı olmak üzere, Yayınlarımızın tanıtımı ve halka arzı konusunda neler yapıldı ve bu yıl neler yaptınız?

Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da, mevlidin yapıldığı Yukarı Nurşin Camiiinde her türlü neşriyatımız halka arz ediliyor. Geçen yıl hediye olarak otuz bin Ramazan, İktisat, Şükür Risâlesi dağıtılmıştı. Bu faaliyetin çok etkili olduğunu zaman içerisinde gördük. Bundan hareketle bu yıl da on bin İktisat Risâlesinin yanında ayrıca ikibin de değişik risâleler hem halka, hem de mevlide iştirak edenlere hediye olarak verildi.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

İki yıldır yaptığımız bu organizede bizi yalnız bırakmayan ve her türlü desteği veren, bu yıl da Yönetim Kurulu Toplantısını ilimizde yaparak, bölgedeki il ve ilçelerin meşveret heyetleriyle bir araya gelerek fikir teatisinde bulunan başta Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Kutlular olmak üzere, bütün yönetim kurulu üyelerine, Yeni Asya Gazetesi ve Yayınevinin bütün elemanlarına, bize duâ eden, serhat şehrimiz Van’a gelerek mevlidimize iştirak eden herkese, Van eşrafından ve bu mevlitlerin tekrar ihyasında büyük emek ve desteği olan Selahaddin Akyıl Ağabey ve ailesine, ilerlemiş yaşına ve rahatsızlığına rağmen bizzat gelerek iştirak eden Askeri Yıldız Ağabeyimize ve bu mânâdaki bütün abilerimize, Türkiye’nin her tarafından iştirak eden ismini sayamadığım bütün abi, abla, ve kardeşlerimize, Van Yeni Asya Camiası adına teşekkür ediyor, duâ ve desteklerinin devamını diliyorum. Teşekkürlerimizi arz ediyorum.

Son olarak da şunu eklemek istiyorum: Cefalarla dolu bir coğrafya’da vatanın ve milletin birliği, beraberliği ve kardeşliğini de göz önüne alarak yaptığımız bu tür faaliyetlerin devamı için camiamızdan destek ve duâ, resmî kuruluşlar, siyasîler ve devleti yönetenlerden daha insaflı ve farklı bir anlayış bekliyoruz. Sivil Toplum Teşkilâtları ve özel kuruluşlardan da bu konulara daha hassas olmaları ve gündeme almalarını bekliyor ve istiyoruz.

27.07.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Doğu’nun kalkınması Batı için de şart


A+ | A-

Bölgeler arasındaki kalkınma farkı, sadece ‘geri kalmış bölgeler’in değil; aslında bütün Türkiye’nin problemi. Bu konuyu gündemine taşıyan Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) ve Doğu Anadolu Sanayici ve İş adamları Dernekleri Federasyonu (DASİDEF) çok sayıda iş adamını Erzurum’da bir araya getirdi.

22 Temmuz 2009 Çarşamba günü Erzurum Atatürk Üniversitesi Kültür Merkezinde bir araya gelen işadamlarının bir kısmı İstanbul ve çevre illerinden, yani ‘Batı’dan giden işadamlarıydı. Bunun yanında Erzurum merkezli olmak üzere çok sayıda ‘Doğu’lu iş adamı da aynı mekânda buluştu. “Doğu Anadolu Kalkınma İşbirliği Köprüsü (DAKİK) adı altında yapılan bu toplantı, aynı konuda geçen yıl yapılan toplantının ikincisi olmuş oldu. Toplantıda hedef, ‘Batı’lı iş adamlarını ‘Doğu’ya yatırım yapmaya dâvet etmekti.

İlân edilen son ‘teşvik paketi’nin Doğu’ya yapılacak yatırımlar için bir fırsat olduğu ifade edildi ki, vak’a da buna uygundur. Toplantıda da dile getirildiği üzere bazı iş adamlarımız; Türkiye’nin ‘Batı’sında kurdukları, fabrikaları daha kârlı olduğu için yurt dışına taşımaya çalışıyor. Oysa yeni teşvik kanunuyla Türkiye’nin Doğu illeri, bilhassa 4. bölge böyle yatırımlar için daha uygun hale getirilmiş. Meselâ, İstanbul’da bulunan bir tekstil fabrikası Erzurum ya da bölgedeki başka bir ile taşınınca; iş adamlarının ödediği bazı vergiler yüzde 20’den yüzde 2’ye düşüyor. Aynı şekilde işçilerin sigorta masrafını da 7 yıl boyunca devlet, Hazine karşılıyor.

Vergi yükü altında ezildiğini ifade eden Batıdaki iş adamlarının fabrikalarını yurt dışı yerine, Doğu’ya taşıması bu bakımdan anlamlı olur.

Fakat her şeyde olduğu gibi bu konuda da geç kalındığı intibaı var. Toplantıda konuşan iş adamları, itinayla ‘kriz’ dememeye çalıştılar; ama yaşanan hadise ‘daralma’ dahi olsa alınan bu tedbirlerin geç kaldığı söylenebilir. Çünkü dünya, bu daralmayı kendi menfaatine çevirmek isteyen ülkelerle dolu. Türkiye’de sıkıntıya giren iş adamlarının aklına ‘doğu’ya gitmekten ziyade; Afrika ülkeleri ya da eski doğu bloku ülkeleri geliyor.

Ezrurum’daki toplantıda dikkat çeken bir nokta da, toplantıya katılan bölge illeri valilerinin iş adamlarına tam destek vaad etmeleriydi. Bazı valiler, “Bizim ilimize yatırım yapın, her türlü bürokratik engeli aşmanıza yardımcı olalım” diye iş adamlarına garanti verdi. Bu garantiler ‘sözde’ kalmayıp uygulama imkânı bulunabilirse bazı iş adamlarının yatırımlarını ‘Doğu’ya kaydırması mümkün olabilir.

Halk arasında “İstanbul ne ki, Erzurum yayla” diye bir söz vardır. Gerçekten de meselâ İstanbul’da sıcaktan bunalanlar için Ezrurum tam bir serinlik merkezi. Erzurumlu iş adamları, Haziran ayı boyunca ‘soba’ları yaktık diyorlar. Erzurum’da, Temmuz’un son günlerinde bile tam bir ‘yayla’ havası hakim.

Erzurum ‘yayla,’ ama yayla denince akla gelen ‘hayvancılık’ orada da sıkıntılı. Dağı taşı otlak olan Erzurum ve çevresinde geçmiş yıllara nisbetle hayvancılık yapanların sayısı çok azalmış. Bu sıkıntıya dikkat çeken DASİDEF Başkanı Mustafa Yıldız, bizce çok önemli bir yaraya parmak bastı. Biliyorsunuz, Erzurum ‘cağ kebabı’ ile meşhurdur. ‘Cağ kebabı’ bildiğimiz ‘döner’in farklı bir şekli. Yıldız, bu kebap için lâzım olan ‘kuzu eti’ni bilhassa kış aylarında Balıkesir’den temin etmek durumunda kaldıklarını söyledi. Aynı şekilde bölgeye mahsus bir ‘peynir’ için de İzmir’den süt getirttiklerini anlattı. Bu, çay yetiştirme merkezi olan Rize’ye dışarıdan çay, ya da Giresun’a fındık ithal edilmesi gibi bir durum... Bu hal, çok ciddî bir problem olarak görülmeli.

Erzurum’un dağı taşı otlak, ama hayvancılık gerilemiş durumda. Yine iş adamlarının hatırlattığına göre Erzurum ve bölge illeri geçmiş yıllarda ‘komşu’ ülkelerin et ihtiyacını karşılıyormuş... Nereden, nereye?

Büyük şehirlerin de rahat etmesi için Doğu illerinin ayağa kaldırılması şart. Bu adımlar desteklenir ve teşvik edilirse ‘kalkınma köprüleri’ kurulmuş olur...

27.07.2009

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Geleceğimize kurşun sıkıyoruz


A+ | A-

Bir ülkenin ekonomisini güçlü kılan nedir?

Tabiî zenginlikleri mi?

Parası mı pulu mu?

Fabrikaları, tesisleri, barajları mı?

Uzatmayalım. Bunların hepsi önemli.

Ama insan...

Hiçbiri insanın yerini tutamaz. Eskilerin tabiriyle “beşerî sermaye”.

Tabiî ki eğitimli, kalifiye insandan bahsediyoruz. Yoksa eğitimsiz insan topluluğu, bırakın ekonomiye katkısını, ayak bağı olur, gelişmeyi engeller.

Bunun bilincinde olan ülkeler eğitime büyük kaynak aktarırken, eğitim sistemlerini de çağımıza adapte ederler.

Ezbere dayanmayan, düşündüren, üretken bir eğitim sisteminden geçen insanlarınız varsa...

Korkmayın, sırtınız yere gelmez.

İşte 2. Dünya Savaşın’dan sonra yerle bir olan bölünmüş Almanya, atom bombalarıyla yakılan, yıkılan, tabiî kaynak fakiri Japonya, vasıflı insanlarıyla ayağa kalktılar ve en güçlü ekonomiler arasında yerlerini aldılar.

ABD’nin de süper güç olmasında bu ülkeye akın eden beyin göçünün rolünü unutmayalım.

Keza Güney Kore.

Ya ülkemiz? Manzara hiç de iç açıcı değil. Detaya girmeden başlıklar halinde şu gözlemlerimizi sıralayabiliriz.

İnsanlarımızın ortalama eğitim süresi 4 yıl.

Kadınlarda okuma-yazma bilmeyenlerin oranı hâlâ çok yüksek.

Sınıflar kalabalık.

Sıra bekleyen onbinlerce öğretmene rağmen dersler boş geçiyor.

Sistem ezbere dayanıyor. Eğitim ticarîleşmiş. Veliler dershanelere avuçla para ödüyor.

Ve en önemlisi öğretmen mutsuz.

Geçim sıkıntısı çeken öğretmen verimli olamaz.

Öğretmenlik moral mesleğidir.

Bu şartlarda başarı beklenemez.

Nitekim açıklanan üniversite sınav sonuçları bunu ispatladı.

Rakamlar çarpıcıydı.

30.000 öğrenci sıfır puan aldı.

Fenden 700 bin, matematikten 250 bin öğrenci sadece birkaç soruyu doğru cevaplayabildi.

Az sayıdaki öğrencinin başarısı ise eğitimdeki fırsat eşitsizliğini bir kez daha gözler önüne serdi.

Kazananların çoğu hiç arzu etmedikleri bölümlere kaydolacak.

Baraj puanlarının düşürülmesiyle 100 üzerinden 20 alanlar ki normalde zayıf bir nottur, sınavı kazandı kabul edildi, üniversitelerin kalitesini olumsuz etkileyeceği düşünülmedi.

Buna rağmen yüzbinlerce öğrenci üniversite kapılarından döndü, hayallerinin gerçekleşmesi bir başka bahara kaldı.

Şimdi kafamızı kurcalayan bazı soruları sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Sınav sonucuna göre sınıfta kalması gereken yüzbinlerce öğrenci okullarından nasıl mezun olabildi?

Tamam, bütün günahı sisteme yükleyelim ama okul yöneticilerinin, öğretmenlerin ve öğrencilerin hiç mi sorumluluğu yok?

Müfredatla sınav soruları mı örtüşmüyor?

Yetkililerin cevaplarını bekliyoruz.

Bir de uluslar arası camiadaki yerimize bir göz atalım.

Temel bilimler, fen ve matematikte OECD ülkeleri arasında sondan 2., dünyada 60. sırada bulunuyoruz.

Dünyanın en iyi üniversiteleri listesinde bizimkilerin esamisi okunmuyor.

Bilimsel yayınlarda sınıfta kalmışız.

Eğitim sistemimizin perişanlığını sergileyen bütün bu hususlar herkesçe bilinirken, üniversite sınav sonuçlarının açıklandığı ilk günlerde kıyamet kopuyor, eleştirilerin ardı arkası kesilmiyor, sonra unutuluyor, gündemden kayıp gi- diyor.

Oysa eğitim sorunları gündemimizin en tepesinde yerini her zaman muhafaza etmeli, çözümler üretilmelidir.

Gelişmiş ekonomiler seviyesine çıkmak için,

Sosyal barışı sağlamak için,

Demokrasinin sorunsuz işlemesi için,

Güçlü devlet olmak için,

Ve de geleceğimizi teminat altına almak için, bu gereklidir.

Vakit geçirmeden kollar sıvanmalı, köklü reformlar yapılmalıdır.

Şunu bilmeliyiz ki bu eğitim sistemi ile geleceğimize kurşun sıkıyor, gençlerimizin umutlarını yok ediyoruz.

27.07.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Eğitim ve YÖK (1)


A+ | A-

YÖK’ün on yılı aşkın bir süre sonra 28 Şubat’tan kalma “katsayı kararı”, milyonlarca meslek lisesi mezununun mâruz kaldığı haksızlıkların giderilmesi ve eğitimde fırsatı eşitliği açısından fevkalâde ehemmiyetli.

Haksız katsayı uygulamasına son verilmesi, aslında “katsayı haksızlığını”nın devam etmesini isteyenlerin iddiasının tam tersine, yüzbinlerce öğrenciyi hak kazandığı okullarından etmekle Anayasa’daki temel haklara ve eşitlik ilkesine de aykırı.

Zira Anayasa’nın 42. maddesinin başındaki “Kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz” ibâresine göre bütün vatandaşlara eğitim ve öğretim hakkını ve fırsatını tanınması devletin görevi. Keza AB sürecinde anayasa ve diğer mevzuattaki ilgili hükümlerin uyumlu olması taahhüd edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek Protokol’un ikinci maddesinde yer alan, “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz; devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, ebeveynlerin çocuklarına, kendi dini ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme hakların saygı duyar” hükmünün de gereği. Ancak sözkonusu düzenlemenin de içinde bulunduğu demokratik eğitime zemin teşkil eden köklü yapısal reformlardaki noksanlıklar, demokratikleşmeyi olduğu gibi bu basit lâkin oldukça önemli “katsayı kararı”nı da bir nevi korumasız bırakıyor. Öteden beri “katsayı” haksızlığını savunanların 2010’da yürürlüğe girecek olan karar ve yönetmeliğin iptali için daha şimdiden Danıştay’a başvuracaklarını bildirmeleri, birçok “açılım”da olduğu gibi yeterince hazırlanmamış bu düzenlemenin de akamete uğratılacağı endişesine sebebiyet verdiriyor.

YASAL TAHKİMAT GEREKLİ

Siyasî iktidarın bunun arkasında durması, YÖK’ün bu “kararı”yla kalmaması ve mutlaka yeni yasama döneminde demokratik eğitimi ve fırsat eşitliğini sağlayacak yasal tahkimatta bulunması gerekiyor. Aksi halde bunun da tıpkı başörtüsü yasağına karşı anayasanın iki maddesindeki değişiklikte olduğu gibi neticesiz kalması, dahası meslek okulları ve özellikle imam hatipler önündeki engeli daha da katmerleştiren mağduriyeti yeniden yaygınlaştırılması, azdırılması ve en tuhafı “iptal” perdesinde “yasallaştırması” tehlikesi duruyor.

Diğer yandan YÖK kararının peşinen Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatma davasındaki “laikliğe aykırı eylemlerin odağı” olduğu “ağır ihtar”ıyla ilişkilendirilip, özellikle karar gerekçesindeki “katsayı çalışması”na atıfta bulunulması, meselenin siyasî veçhedeki ciddiyetini ortaya koyuyor.

Kimi mihrakların bu “iddialar”la iktidar partisine yeni “kapatma davası” açılmasını seslendirmeleri, hükûmetin çeşitli bahanelerle bu hususta “tutuk”, “tâvizkâr” ve “çekingen” tavrının işe yaramadığını bir kez daha ele veriyor. Olup bitenler, “kapatmama kararı” sonrası demokratikleşmeyi askıya alan ve âdeta rölantiye giren siyasî iktidarın “idâre-i maslahat”çılığının ve bazı mahfilleri memnun etme ve “şirin gözükme” taktiğinin tutmadığını gösteriyor. Görünen o ki Ankara’nın AB müzâkere sürecinde “mayınlı araziden uzak durmak” politikasıyla vaad ettiği demokrasi ve özgürlükleri, yargı reformundan sürekli kaçmanın mâlum mahfiller nezdinde bir işe yaramadığını bir defa daha su yüzüne çıkarıyor.

İKTİDAR, ŞANTAJLARA GELMEMELİ

AKP siyasî iktidarı, demokrasi dışı mercilerin “korkutmaca”, “tehdit” ve “şantajları”na gelmemesi gerekiyor. Son “YÖK kararı”nda Türkiye’nin demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü alanlarında Avrupa Birliği müktesebatına ulaşması için mutlaka yeni demokratik sivil anayasa çalışmasını başlatması icab ediyor.

Ne var ki hükûmette hâlâ bu konuda bir hareket yok. Yeni “sivil anayasa” bizzat Başbakan Yardımcısının ikrarıyla STK’lara havale ederek rafa kaldırıldı. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu çalışmaları, -Kurul üyesi- Adalet Bakanı ve Müsteşarı arasındaki bakış farkından haftalarca tıkandı; lâkin hükûmet sözcüsünün Meclis tatile girmeden sonuçlandıracağı söz verdiği “yargı reformu”ndan eser yok.

Her seçim öncesinde söz verilen, AB kriterleri sözkonusu olduğunda bizzat Başbakan tarafından gündeme getirilen reformlar, her defasında erteleniyor, öteleniyor. Siyasî iktidar, gerekli irâdeyi göstermiyor. Siyasî iktidarın 12 Eylül darbesi ürünü 1982 anayasası değiştiremezse dahi, öncelikle Anayasa’da yer alan ve hiçbir demokratik ülkede benzerine rastlanmayan, “eğitim ve öğretimin Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda” yapılması garâbetini âcilen ortadan kaldırmalı.

Yine hiçolmazsa YÖK’ün kuruluş ve işleyişine dair Anayasa’nın 130. ve 131 maddelerini bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi yükseköğretim üst kuruluşunun bilimsel özerkliğe ilişmeden üniversiteler arasında koordinasyon ve genel plânlama ile sınırlı kalacak tarzda düzenlemeli. Demokratik eğitimin öncelikli şartlarından biri bu…

27.07.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Avrupa’daki İslâm korkusu azaldı mı?


A+ | A-

2001 saldırılarıyla birlikte Avrupa’da bir İslâm korkusu başladı. Madrid ve Londra’daki bombalamalar bu korkuyu doruğa ulaştırdı. Karikatür protestosu yürüyüşleri ve Fransa’daki olaylarla iyice pekişti. ‘Avrupa’nın bir İslâmî ayaklanma yaşayacağı’ endişesi her platformda dile getirilmeye başlandı. O kadar ki Bruce Bawer isimli bir yazar “Avrupa Uyurken” adlı bir kitap yazıp, kıt’anın geleceğini aşamalı bir şekilde mutlak şeriat hukukuna geçişe teslim ettiğini yazdı. The Daily Telegraph sordu: “Fransa İslâm Devleti olma yolunda mı?”

Aslında bütün bu korkular İslâm karşıtı çevrelerin kasıtlı propagandaları, güya İslâm adınaymış gibi şiddet eylemlerine girişen bazı kukla grupların saldırıları ve Avrupa’nın asırlardır yerleşmiş bulunan İslâm’a dair önyargılarından kaynaklanıyordu.

Aradan geçen birkaç yıl bu korkuların ne kadar yersiz olduğunu ortaya koydu.

Şimdi Gallup’un yaptığı en kapsamlı ankete göre gerek Müslüman Avrupalılar gerekse diğerleri bu korkuların yersiz olduğuna inandığını söylüyor. 20 milyon Müslümanın radikalleşip saldırıya geçeceğine artık inananların sayısı çok az.

Ankete göre Fransız Müslümanların yüzde 82’si, Alman Müslümanların ise yüzde 91’i sivillere yönelik saldırıları haklı görüyor musunuz sorusuna ‘hayır’ cevabını veriyor.

Yapılan araştırmalara göre Avrupa’da yaşayıp Avrupa’yı ve Batıyı reddeden Müslüman nüfusun oranı yüzde 10 kadar. Geriye kalan kısmı kendi geleneklerini muhafaza ederek Avrupa’ya entegre olmaya çalışıyor.

İngiltere geçen yıl güvenlik tehdidi düzeyini 11 Eylül saldırılarından bu yana en alt düzeye düşürdü. Yetkililer bunda İngiliz Müslümanlarının kendi aralarında şiddet yanlılarına karşı çıkmalarının önemli rolü olduğunu söylüyor. Hollanda’da da Müslümanlar arasında radikalizmin çekiciliğini kaybettiğini tesbit ediyor Terörle Mücadele Kurumu Ulusal Koordinatörü Judith Sluiter.

Avrupalıların bu yersiz korkularından kurtulmaya başlamalarında, Müslüman toplumun kendisini ve dinini daha iyi anlatmaya ve çalışmaya özen göstermelerinin rolü büyük. Onlar kendilerini daha iyi anlattıkça, Avrupalılar da onları daha iyi anlamaya başladı. Nitekim yine Gallup’un Londra, Paris ve Berlin’de yaptığı bir geniş katılımlı ankete göre, ankete katılanların büyük çoğunluğu farklı etnik, dinî ve kültürel özelliklere sahip kişilerden oluşan mahallelerde yaşamayı tercih edeceklerini söylüyorlar (Paris’teki Müslümanların yüzde 78’i, diğer Fransızların yüzde 59’u; Londra’daki Müslümanların yüzde 63’ü, diğer İngilizlerin yüzde 58’i bu arzusunu dile getirirken; Berlin’deki Müslümanların yüzde 71’i, diğer Almanların yüzde 55’i birlikte yaşamak istiyor). Aynı ankete göre ‘Müslümanların demokratik kurumlara saygı göstermediği’ önyargısı da yanlış. Hatta Müslümanlar içinde bu kurumlara yaşadıkları topluma nazaran daha fazla güveniyorlar (Lonra’daki Müslümanların yüzde 64’ü bu güveni dile getirirken, diğer İngilizlerin yalnızca yüzde 36’sı demokratik kurumlara güveniyor.).

Bütün bunlar aslında bir gerçeği gösteriyor: Müslümanlar hakikî İslâm’ı anlayıp, lisan-ı halleriyle anlattıkları zaman, bulundukları toplumda saygı, sevgi ve itimat görüyorlar. Ve bu davranışlarıyla daha çok Avrupalının gönlünün İslâm’a ısınması ve kurtuluş yolunu bulmasına vesile oluyorlar. Öyleyse yapılacak olan belli: Hakikî İslâm’ı anlamak ve lisan-ı halle anlatmak.

27.07.2009

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Ramazan yaklaşıyor


A+ | A-

Zaman hızla akıp giderken, daha dün gibi karşıladığımız Üç Ayların birincisi olan Receb-i Şerifi, Regaib ve Mi’rac Kandilleriyle birlikte geride bırakıp Şaban-ı Şerifin beşinci gününe geldik. Allah nasip ederse, haftaya, 5 Ağustos Çarşamba’yı 6 Ağustos Perşembe gününe bağlayan gece Berat Kandilini idrak edeceğiz. Ondan iki hafta sonra da Ramazan-ı Şerife kavuşmuş olacağız inşaallah.

Cenab-ı Hak, her bir ânına bire binler, hattâ on binler manevî kazanç potansiyelini yüklediği bu mübarek günlerden hakkıyla istifadeye cümlemizi muvaffak eylesin.

***

Bugün itibarıyla Ramazan’a aşağı yukarı üç buçuk hafta gibi bir zaman var. Bugünü de sayarsak 25 gün. On bir ayın sultanı, 21 Ağustos Cuma günü başlıyor.

Bunun bizim için taşıdığı özel bir anlam daha var. Üç kitaplık Ramazan setiyle planladığımız kampanya da o gün başlayacak.

Risale-i Nur’dan Ramazan-İktisat-Şükür Risaleleriyle, Süleyman Kösmene’nin 100 Soruda Oruç ve 100 Soruda Zekât kitaplarından meydana gelen setle ilgili olarak gerek İstanbul’daki merkezimizde, gerekse Anadolu’nun dört bir yanında hummalı hazırlıklar devam ediyor.

Hem yaz durgunluğunu aşma, hem de bu vesileyle hem Risale-i Nur başta olmak üzere kitaplarımızı, hem de gazetemizi daha geniş çevrelere ulaştırma noktasında büyük önem taşıyan bu kampanya ile ilgili olarak mahallerdeki hazırlık ve çalışmaların bize bildirilmesini rica ediyoruz.

Bildirin ki, bu köşede yayınlayalım; böylece hem şevke medar olsun, hem de herkese açık bir istişare platformunda farklı ve orijinal çalışma metodlarının umuma duyurulmasına vesile olarak zihinlere yeni ufuklar açsın.

Nitekim Yönetim Kurulu üyemiz ve yazarımız Nejat Eren’in, bölgesi Antalya’daki çalışmaları ayrıntılı şekilde anlattığı ve geçen hafta bu köşede yayınladığımız mektup, bu açıdan güzel bir örnekti.

Özetini hatırlatacak olursak:

Başlangıçta taahhüt edilen ek gazete sayısını daha da yükseltme konusunda istişareye dayalı sürekli bir çalışma halinde olduklarını anlatan Eren, talep edecekleri gazeteleri Ramazan’ın üç ayrı gününe yığıp onlarla sınırlamak yerine ay boyunca diğer günlere taksim edip yayarak, belirleyecekleri müsait adreslere her gün gazete bırakacaklarını ve sonra da tek tek ziyaret ederek abone çalışması yapacaklarını anlatıyordu.

Kalıcı netice almak bakımından çok daha isabetli olan bire bir tanıtım esasına dayalı bu çalışmayı diğer mahaller de örnek alabilirler. Ya da kendi modellerini geliştirip bize bildirebilirler.

Her halükârda, Ramazan’a kadar bütün mahallerin bu anlamdaki katkılarını bekliyoruz.

***

Bir çağrı ve hatırlatma da Ramazan sayfası için. Çalışmalarıyla sayfaya katkıda bulunmak isteyenler için artık son günler. En geç bu hafta sonuna kadar çalışmalar gönderilmeli ki, sayfa için yapılan planlamalarda yer bulabilsin.

***

Pozitif Pencere 2. baskıda

Yazarımız Sebahattin Yaşar’ın büyük ilgi gören “Pozitif Pencere” kitabı ikinci baskısını yaptı. Kitaba ilginin iyice diplere vurduğu bir zamanda bu örnek başarısından dolayı yazarımızı kutluyor, başarılarının devamını diliyoruz.

***

Yeni Asya-Ziya Şark işbirliği

Başta İstanbul olmak üzere, pek çok turistik bölgede şubeleri bulunan Ziya Şark Sofraları ile Yeni Asya A. Ş. arasında kültürel bir anlaşma yapıldı. Kuruluş bütün şubelerinde Yeni Asya Neşriyat’ın yayınladığı çocuk ve aile kitaplarını ücretsiz olarak müşterilerine hediye edecek. Okuma salonlarında da dergilerimizi bulunduracak. Ziya Şark Sofraları Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Bingöl, bu işbirliğinin çeşitlenerek devamını arzu ettiklerini belirtti.

27.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.