23 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Dizi Yazı

VEHBİ HORASANLI - İran Notları

İran, yanıbaşımızda ama farklı

Gemi ile yolculuğumuzun rotası bu sefer İran’ın Bender Abbas şehrine düştü. Burada yükümüzü tahliye ederken ben de Tahran üzerinden Türkiye’ye döndüm. Bender Abbas, Tahran ve dönüş yolculuğu esnasında gördüklerimi ve yaşadıklarımı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

İran, Türkiye ile mukayese edildiğinde ortak yönleri olmakla birlikte asimetrik diyebileceğimiz ilginç farklılıkları da beraberinde taşıyor.

Neredeyse aynı nüfusa sahip olduğumuz İran’da yaklaşık 75 milyon insan yaşıyor. Bizde ne kadar Kürt varsa İran’da da o kadar Azerî Türkü yaşıyor. Ülkemizdeki Kürtler, çoğunlukla “Sünnî” mezhebinde olduğu gibi Azerî Türkleri ise çoğunlukla “Şiî” mezhebinden. Her iki ülkede de Kürtler ve Azerilerin üniter devletten ayrılıp bağımsız olması için özellikle Batılı güçler tarafından oldukça büyük çabalar gösteriliyor.

Türkiye’de PKK, yıllarca başta ABD olmak üzere birçok Batılı devlet tarafından korunup kollandı fakat şimdilerde bu yolun pek de çıkarlarına uygun olmadığını gördükleri için PKK desteğinden vazgeçmiş görünüyorlar. Türkiye’de terör bitme ve sona erme eğilimine girmişken İran’da aynı oyun sahneye konulmuş gibi. Azerîleri kışkırtarak bağımsız bir devlet kurulması ve daha sonra bu devletin Azerbaycan’la birleşmesi hedefleniyor.

Bu maksatla yapılan son seçimlerde Azerî Lider Musavi’ye haksızlık yapıldığını iddia eden binlerce İran’lı sokaklara dökülmüş hükümeti ve seçim usûlsüzlüklerini protesto ediyor. İran’da bulunduğum tarihlerde bu gösterilere kısmen şahit oldum.

Ayrıca Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, İran’ı ziyaret etmiş ve neredeyse bütün İranlılarda olumlu bir izlenim bırakmıştı. Konuştuğumuz her İranlı Başbakanımızdan sitayişle söz ediyor ve özellikle Davos’ta İsrailli lidere yaptığı çıkıştan övgüyle söz ediyordu. Nükleer silâhlar ile ilgili BM ile yapılan görüşmelerde Türk hükümetinin desteğini alan İran, ekonomik işbirliği konusunda da bir hayli mesafe kat etmiş durumda. İki ülke arasındaki ilişkiler tarihin hiçbir döneminde bu kadar iyi olmamıştı.

Komşu ve özellikle de halkı Müslüman olan ülkelerle kurulan iyi ilişkiler herkesin yararına. Yıllardır sudan bahanelerle Müslüman ülkelerin arasını açarak yıllarca süren savaşlara varacak kadar etkili olan fitne ateşi şimdilerde biraz olsun sönmüş durumda. Irak’ta akan kan insanların gözünü açmış. İslâmiyet düşmanlarının attığı düşmanlık tohumları, gelişen medya araçları sayesinde artık gizli kalmıyor. İnternet ve televizyonlar aracılığı ile anında gün ışığına çıkabiliyor.

Yolculuk esnasında yaptığım bütün konuşmalarda buna şahit oldum. 11 Eylül saldırısı da dâhil olmak üzere yapılan birçok eylemin hangi maksatla yapıldığı ve hangi emellere hizmet ettiği insanlar tarafından anlaşılmış durumda. İşin ilginç tarafı Müslüman halklar bazı gerçekleri görüyor da başta Amerikalılar olmak üzere Batılı halklar hâlâ uyutulmaya devam ediyor. Ne yapalım Allah akıl, fikir ve izan versin. Her ne ise biz Avrupalıları bir tarafa bırakıp İranlılara dönelim.

Her ülke halkı yüzyıllar önce dünyanın en büyük devletlerini ve önemli medeniyetlerini kurmuşlar. Fakat Türkler Müslüman olduktan sonra İranlılar ise Müslüman olmadan önce. İşte bu yüzden hakikî Türklerde ırkçılık duygusu pek bulunmaz. Zira Türkler övünebilecek her şeyini İslâm’a borçlu olduğundan adeta İslâmiyet’le kaynaşmış etle tırnak gibi olmuştur.

Fakat İranlılarda bu durum bilâkistir. İslâm öncesi büyük medeniyet kurmuşlar, Sasaniler (veya Pers Medeniyeti) adı ile anılan büyük devletlerle yüzyıllarca beraber yaşamışlardı. Çok büyük bir gururu milliyeleri bulunuyordu.

Öyle ki Peygamberimizin (asm) İslâm’a dâvet mektubunu küstahlıkla yırtan Sasani İmparatoru bu yaptığı edepsizliğin karşılığını dört halife devrinde bulmuştur. Özellikle Hazreti Ömer zamanında büyük Sasani Orduları defalarca ağır yenilgiye uğratılmış “Mecusi dini” ve Pers Medeniyeti Peygamber Efendimizin (asm) dâvetine karşı yapmış oldukları hakarete karşılık tarihin derinliklerinde kaybolmuştu.

Mecusilerin ve İran halkının bu savaşlarda yenilgiye uğradıktan sonra gururu milliyeleri büyük bir çöküntüye uğramıştır. Evrensel bir din olan İslâmiyetin güzellikleri ile şereflenmiş olmalarına karşılık halkın bir kısmında eski medeniyetlerine karşı özlem bulunuyordu. Bu konuda yeterli araştırma yapılmamış olmakla birlikte, Büyük İskender’in bu medeniyet ile karşılaştıktan sonra Makedonya’ya bir daha dönmediği ve komutanları ile buraya yerleşerek İranlılarla birlikte Hindistan ve Orta Asya’ya kadar seferler yaptığı bilinmektedir.

Peygamberimizin (asm) dünyaya teşrif ettiği gece Mecusilerin kutsal ateşleri sönmüş, Kisra adı verilen krallarının sarayı yıkılmıştır. İslâmiyet bu topraklara girdikten sonra bir daha hiçbir dönemde hükümranlığını yitirmemiştir.

İşte bu yüzden İran halkında eski dinlerinin ve medeniyetlerinin yıkılmasından dolayı içten içe Hazreti Ömer’e ve İslâmiyet’e karşı bir düşmanlık doğmuştur. İslâm’la şereflendikleri için herkesten daha ziyade Hazreti Ömer’i sevmeleri gerekirken Hazreti Ali’ye haksızlık yapıldığını iddia ederek “Şia” adı verilen ayrı bir mezhep kurmuşlardır.

Şiîliğin bu topraklarda yayılmasının en önemli sebebi budur. Ehli Sünnet cemaatinden ayrıldıklarını söyledikleri diğer konular sadece birer bahaneden ibarettir. Öyle ki Hazreti Ali’yi (r.a) sevdiklerini iddia ederken ona “takıyye yaptı” diyerek, bir şekilde hakaret etmektedirler. Şecaat ve kahramanlıkta eşsiz bir zat olan Hazreti Ali’ye bir nev'î yalancılık olan “takıyye” isnadı hiçbir Müslüman’ın kabul edemeyeceği bir hakarettir.

İşte bu yüzden Ehli Sünnet Şiî’lerden daha fazla Hazreti Ali ve Ehli Beyti sevmektedir. Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’in başına gelen elim ve üzücü olayları Allah’ın takdiri ve o mübarek insanların büyük bir imtihanı kazanmasına vesile olarak gören Ehli Sünnet ve Cemaat, İslâm’ın kabul edemeyeceği aşırı derecede dövünme ve kadere isyan şeklinde değerlendirilebilecek hareketleri reddetmiştir.

Eski dinlerinin ve medeniyetlerinin bir nev'î uzantısı olarak Şiîlik ritüellerini devam ettiren İranlı kardeşlerimizin İslâm’ı yorumlayış biçimi bir çok bakımdan sakattır. Onların bu aşırılıkları “Vehhabi” denilen başka bir mezhebin doğmasına yol açmış bu derece şahıslara aşırı derecede kutsiyet vermenin yanlışlığı üzerine yeni bir mezhep türemiştir. Şiîler ne derece tefrit etmişse Vehhabiler de o kadar ifrat etmişlerdir. Fıkra-i Naciye kabul edilen Ehli Sünnet anlayışı ise bütün aşırılıkları reddederek sıratı mustakimi esas almıştır.

İran deyince bu farklılıklardan söz etmeden geçmek olmaz. Zira ezandan namaza kadar o kadar çok ilâvelerle karşılaştım ki bunlardan söz etmeden geçmek doğru olmaz.

Televizyon kanallarında namaz vakitlerinde ezan okunmakta fakat “Eşhedü en la İlahe İllallah” tan sonra “Eşhedü enne Aliyyü veliyullah” ibaresi de söylenmektedir. Güya Hazreti Ali’yi çok seviyorlar.

Namaz kılarken de birçok ilâvelerle karşı karşıya kalıyorsunuz. Gerçi namazın farzları olan kıyam (ayakta durma) kıraat (Fatihayı okumak) rükû, secde, kaideyi ahire (ettehiyyatüye oturma) ve selâm verme yapılıyor yani farzlar yerine getiriliyor, ama dünyanın hiçbir yerinde görmediğim farklı şekillerle. Bu yüzden cemaatlerine iştirak etmeyi mahzurlu gördüm. En azından farzlar tehir edildiğinden dolayı sehiv secdesi gerekecektir. Zaten havaalanlarındaki mescitlerde ve ibadet edilen yerlerde genellikle ferdi olarak namaz kılınıyor. Namazlarımı ferdi olarak kıldığım için herhangi bir zorluk çekmedim. Cuma namazını da gemimizin mescidinde kılmıştık.

İbadet konusunda gözüme çarpan birkaç hususu da yeri gelmişken ifade etmeye çalışayım. Her şeyden önce sabun kalıbına benzeyen bir toprak parçası üzerine secde ederek namazlarını kılıyorlar. Mescitlerinde bir köşede bu küçük taş veya toprak parçası olmadan secde etmiyorlar. Hemen hemen hiç takke takan yok. Zaten takkeli birini gördün mü Şiî olmadığı hemen anlaşılıyor. Kıyamda iken ellerini bağlamıyorlar. Bu konuda bazı Hanbelîlerde ellerini bağlamıyor, fakat genellikle Müslümanlar namazlarda ellerini bağlamaktadır.

İranlılar namazları Şiî mezhebinden ötürü 3 vakte indirmişler. Yani öğle ile ikindiyi ve akşamla yatsı namazını birleştirerek kılıyorlar. Namaz vakitlerini azaltmışlar ama namaz süresini uzatmışlar.

İkinci rekâtta rükûya eğilmeden önce ellerini açarak duâ ediyorlar ve salli barik duâlarını okuyorlar. İmam efendi gündüz namazlarında da sesli olarak Fatiha ve zammı sûreyi okuyor. Rükû ve secdede de imam efendi sesli olarak “Subhane rabbiyel azim” ve “subhane rabbiyel ala" duâlarını okuyor. Fakat bundan başka duâları da okuyorlar.

Kısaca söylemek gerekirse namazlarında bizim kıldığımız namazlara ilâveten çok fazla miktarda ilâve var. Farzlar terk edilmiyor, lâkin geciktirildiği için namazın sıhhatine şüphe düşüyor.

Şiîlik inancının büyük ölçüde ırkçılıktan kaynaklandığını ifade etmiştik. Bunun bir delili olarak İranlıların çocuklarına vermiş oldukları isimlerden anlamak mümkündür. Genellikle Müslüman isimleri yerine eski İran isimlerini tercih etmektedirler. Hâlbuki diğer Müslümanlar ekseriyetle Müslüman isimlerini kullanmaktadır. Bizde Peygamber Efendimizin (asm) isimleri haricinde diğer peygamberlerin ve sahabelerin isimlerine çok sık rastlanır.

Bir başka benzerliğimiz ve aynı zamanda farklılığımız tesettür konusundaki yasaklarımızdır. Bizde örtünmek İran’da ise açılmak yasaktır. Bizim kadınlarımız bir şekilde yasakları deldiği gibi İranlı kadınlar da kendi yöntemleri ile örtünme yasağını delmektedirler.

Bir kere İranlı hanımların büyük bir çoğunluğunun başörtüleri yarım şekilde bağlı. Saçları daima önlerine düşecek şekilde örtünüyorlar. Fakat saçlarını tamamen örten kadınlara rastlamak da mümkün. Eskiden bizim bazı kadınlarımızda böyle örtünürlerdi. Şimdilerde “sıkmabaş” adı verilen bu şekildeki bağlamaya yine çok ilginçtir bizde askeriyede müsaade edilmektedir. Başka bir deyişle bizim yasakçı komutanlarımız İranlıların başörtüsü bağlama biçimini benimsemişler, saçların bir parça göründüğü örtünme biçimini kabul etmişlerdir. Fe ya Sübhanallah! Yasakçılar aynı konuda birleşmişler.

Hâlbuki günümüzde dindar kadınlarımız bütün dünya Müslümanlarında olduğu gibi saçları görünmeyecek şekilde örtünmektedirler. Zira saçları onların ziyneti yani güzellikleri olduğundan mahremlerinden başka kimsenin görmeye müsaadesi yoktur. Her ne ise bu hamur çok su götüreceğinden şimdilik kısa kesmeyi yararlı görüyorum.

İran’da yönetim biçimi kendi ifadelerine göre İslâm Cumhuriyeti. Lâkin tam bir istibdat almış başını götürüyor. Ülkede “Mollalar” adı verilen bir çeşit ruhban sınıfı oluşmuş. Devlet yönetimi öncelikle bu insanlardan soruluyor.

Ayetullah adı verilen devlet başkanları ismet sıfatına sahip. Yani günah işlemez ve her ne suretle olursa olsun hata yapmayacağından dolayı söylediği her şey bir çeşit dini bir emir sayılıyor. İşte Ehlisünnetin kabul edemeyeceği bir farklılık daha. Bizler Peygamberler hariç bütün insanların hatta veli bile olsa hata yapacağını ve günah işleyebileceğine inanırız. Peygamberler de Allah’ın elçisi olduklarından günah işlemezler. Zaten günah işlemekten daha önemli olan tevbe etmek ve Allah’tan af dilemektir. Her insan günah işler. Günahsız kul olmaz. Kaldı ki dünya işleri ve devlet yönetimi gibi çok hassas dengelerin gözetilmesi gereken işlerde masum kalmak neredeyse mümkün değildir. Başta İran’ın meşhur âlimi ve daha doğmadan Peygamberimizin senasına mazhar olmuş mezhep imamımız İmamı Azam Ebu Hanife (r.a), devlet yöneticilerinin yaptığı yanlışlıklara alet olmamak için yıllarca işkencelere maruz kalmış hatta şehit edilmiştir. Zerreleri günahkârlardan oluşmuş bir devletin, yöneticilerinin günahsız kalması en basit ifadesi ile bir safsatadır.

Mollalar ve onların müsaade ettikleri siyasetçiler ağır bir Şiî müdahalesine maruz kalmışlar ve bunun sonucunda da halkı kontrol etmek için baskı rejimini uygulamak zorunda kalmışlardır. Hâlbuki böyle bir baskıcı yönetim biçimi, İslâm’ın özüne aykırıdır.

Ne yazık ki Emevilerden sonra hilâfet saltanata dönüşmüş, Müslüman ülkelerin yönetim biçimi ağır istibdat yani baskı yönetimlerine dönüşmüştür. Hâlbuki İslâmiyet insanlara demokrasinin en güzel biçimini göstermiş Peygamber Efendimiz (asm) ve dört halife döneminde bunu en güzel şekilde uygulayarak hayata geçirmiştir. Dünyada insanlar yıllarca sonra İslâmiyetin bu güzel uygulamasına sahip çıkarak demokrasi ilkelerini geliştirmişlerdir. Her ne kadar ideal mânâda bir hürriyet olmasa da bugün gelmiş olduğumuz seviye Asr-ı Saadete yakın bir özgürlük ve insan hakları seviyesidir. En önemli fark; Asr-ı Saadette insanlar ne kendisine ne de başkasına zarar vermeyecek şekilde özgür idiler. Günümüzde ise özgürlükler sadece başkasına zarar vermeyecek şekilde hür olmak şeklinde düşünülmektedir. İnsanlar Allah’ın emirlerini yerine getirdiği takdirde kendisine de zarar vermeyecek şekilde hareket edeceğinden gerçek özgürlük ancak ve ancak İslâmiyet’le mümkündür.

Allah’a hakikî abd olan bir insanın diğer fani şahıslara kul köle olması düşünülemez. Dolayısı ile bir Müslüman’ın en önemli hususiyeti, hürriyetidir. İran ve Arabistan hükümetleri gibi ağır baskı yöntemleri ile insanları canından bezdiren yönetimler, yaptıkları işin ne derece İslâmî olduğunu bir daha düşünmek zorundadırlar.

Evet, yine sadede dönelim. Türkiye’de İslâm adına konulan yasaklar sıra ile kaldırılmakta ve insanlar özgürleşmekte iken İran’da insanlar devletin her geçen gün din adına yapmış olduğu baskıdan dolayı canından bezdirilmektedir. İranlılar meşhur muhalefet lideri Musavi’yi Ahmedinecad’ın rağmına desteklemekte, gençlerin neredeyse tamamı bu lideri desteklemektedir. Fakat yaşlılar ve devleti idare edenler çok daha etkin oldukları yani köşe başlarını tuttukları için daha birkaç yıl bu yönetim biçimi devam edecektir. Fakat en fazla beş-on yıl sonra bunun yıkılacağını söylemek kâhinlik değildir. Görünen köy kılavuz istemez…

Elden geldiğince İran’ı anlatırken güzel yönlerini nazara vermek istemiştim. Zira İran’ı gezerken bana eşlik eden Bahadır Bey ve bir başka acente yetkilisi kısa adıyla Kia, çok yardımcı olmuşlar ve aramızda güzel bir diyalog kurarak bana bulunduğumuz şehirleri gezdirmişlerdi.

Bahadır Bey, Arap bir annenin ve İranlı bir babanın çocuğu olup çok güzel Arapça ve İngilizce konuşuyordu. Kendisi ile çok güzel anlaştık. Bender Abbas şehrini gezdik ve başta dinî konular olmak üzere sohbet ettik. Ben Hazreti Ali’yi sena edince o da Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer’i övmüş duâ etmişti.

Keza Kia’da eşi ve kızı Dorsa ile beni Tahran’da gezdirmiş, havaalanına gitmeden önce şehrin güzel yerlerini görme imkânını sunmuştu. 9 yaşındaki Dorsa’dan Fatiha Sûresini okumasını istedim ve çok güzel bir şekilde okudu. Yemyelid’in haricinde İhlâs Sûresini de güzelce okudu.

Azerî Türklerinin bulunduğu bir cafede meyve suyu içme imkânımız oldu. Kısa da olsa bu kardeşlerimle Türkçe konuşma imkânı bulmuştum. Beni anlıyorlardı, lâkin Türkçe konuşurken zorluk çektiklerini gördüm. Ana dillerini yavaş yavaş unuttukları belli oluyordu. Yolumuz üstünde İmam Humeyni’nin Türbesine de uğradık. Her ne kadar gece de olsa çok güzel görünen bu türbe, Hindistan’daki Tac Mahal ile yarışacak kadar güzel.

Tahran’ın hafta sonu gece yarısı 12’de bile sıkışık olan trafiğine girdik. Halkın en büyük eğlencesi aileleri ile birlikte restorant ve büfelerde yemek yemek. Her şey çok güzel geçmiş ve ben de vatanıma dönerken uçakta dinini değiştirmiş bir İran’lı ile karşılaştım. Misyonerlerin etkisi ile Hıristiyan olan bu kişi ile çok ilginç bir diyaloğum oldu. Onun ile yaptığımız söyleşiden İran’ın mevcut halini derinlemesine inceleme fırsatım oldu.

Bu zat Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçmişti. Dünyada bu türden insana çok az rastlanmaktadır. Bir Müslüman kolay kolay Hristiyan olmaz. Belki dinsiz olur, ama asla Hıristiyan olmaz. Türkiye’de de bir başka Müslüman ülkede de çok istisnai haller dışında buna rastlayamazsınız. Ne yazık ki bu istisnai hal ile karşılaşmak bana nasip oldu.

Bu zata ilk sorum şu oldu. Bizim Hıristiyanlar ile en büyük farkımız onlar üç tanrıya inanırlar, biz ise tek bir Allah’a inanırız. Bir ülkede iki kral, bir gemide iki kaptan olmaz. Çünkü bir müddet sonra bunlar birbirleri ile çatışmaya başlarlar. Neden bir Allah’a inanmak varken üç tanrıya inanıyorsun?

Bana üç ama bir tanrı diye bir şey söyledi. Biraz sıkıntılı da olsa bazı şeyleri söylemeye çalıştı. Fakat ben anlayamadım. Bana Farisi diline çevrilmiş İncil’den bir pasaj göstererek bunun Türkçesini daha sonra okumamı söyledi.

Daha sonra bir İlah’ın doğmuş olamayacağını ve doğuramayacağını söyledim. İhlâs Sûresini okudum. Beni dinledikten sonra bana babamın adını sordu, ben de söyledim. Peki, Hazreti İsa’nın babası kim? dedi. Onun babasının mu'cize eseri olarak olmadığını söyledim. Fakat yol arkadaşım bu konu üzerine kilitlenmişti ve bu durumu anlatarak üçlü tanrı yani teslis akidesini doğrulamaya çalışıyordu.

Kibar bir insan olan İranlı yol arkadaşımın ikna olmayacağı belliydi. Zira bir kilisede çalışıyordu ve müzik bestesi yaparak geçimini sağlıyordu. O güne kadar Misyonerlere çok fazla kızmıyordum. Fakat bu İranlı yol arkadaşının zaafiyetlerinden istifade ederek din değiştirmeye zorlamalarından dolayı onlara olan bakışım olumsuz bir şekilde değişti. Onlara şu soruyu sormak lüzumunu hissettim: Yahu dinini yaymak istiyorsan Müslümanlar ile ne uğraşıyorsun? Git dinsiz insanlar dünyanın her yerinde dolu. Türklerle, İranlılarla vakit harcamaya ne gerek var? Zaten onların bir dini var.

İranlı yol arkadaşımın adeta dünyası kararmış her şeye çok kötü bakıyordu. Kendisine acımadım, zira zarara kendi rızası ile girenin lehinde bakılmaz. Özellikle İran ve İranlılar hakkında hiç hoş olmayacak sözler söyledi. Bu sefer ben müdafaa etmeye çalıştım. Bana “ne büyük bir baskı olduğunu sen bilemezsin” dedi. İşte yaklaşık bir hafta kaldığım İran’da bu şahıs yüzünden çok uzun bir yazı yazmak zorunda kaldım. Zira İslâm adına yapılan yanlış uygulamaların ne kadar kötü sonuçlar doğurduğunu ifade etmek gerekiyordu.

Fakat yine de İran hakkında güzel şeylerden de bahsedilebilir. Her şeyden önce onlardaki aşırı olsa bile Ehli Beyte yani Peygamberimizin ailesine olan sevgi takdire değer. Her fırsatta salâvat getiriyor ve Ehli Beyte karşı olan sevgilerini ifade ediyorlar. Elbette onların bu muhabbeti karşılıksız kalmayacaktır. İnşallah onları ahir zamanın fitnesinden ve kötülüklerinden korur.

Cenâbı Allah bütün Müslüman kardeşlerimizi korusun ve sıratı mustakimde yani doğru yolda muhafaza etsin…

< img src="/2009/11/23/resim/Untitled-15.jpg" />

23.11.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Dizi Yazı

  (16.11.2009) - Yoksulluğun sebebi bencillik ve israftır

  (15.11.2009) - YOKSULLUK, İŞSİZLİK VE TEFECİLİK

  (04.11.2009) - İslâm öncesi dönem öne çıkartılıyor

  (03.11.2009) - Nil-i Mübarek Mısır’a hayat katıyor

  (02.11.2009) - Bediüzzaman, birlik için çalıştı

  (01.11.2009) - Osmanlı’da farklı bölgelerde farklı uygulamalar olmuştur

  (30.10.2009) - ‘HABER TÜRK’ PROGRAMINDAKİ ÇARPITMALAR VE ÇELİŞKİLERE CEVAP - 7

  (29.10.2009) - ‘HABER TÜRK’ PROGRAMINDAKİ ÇARPITMALAR VE ÇELİŞKİLERE CEVAP - 6

  (28.10.2009) - ‘HABER TÜRK’ PROGRAMINDAKİ ÇARPITMALAR VE ÇELİŞKİLERE CEVAP-5

  (27.10.2009) - ‘HABER TÜRK’ PROGRAMINDAKİ ÇARPITMALAR VE ÇELİŞKİLERE CEVAP-4

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl