01 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

“Emret komutanım!” gazeteciliği...

BİZİM basında “Emret komutanım!” gazeteciliği bugün de yok değil ama bir zamanlar iyice yaygındı. ‘Esas duruşta’ gazeteciliği gazetecilik sananlar çoktu. Kimileri de ‘askerin gönüllü destekçisi’ydi, bu rolü sevmişlerdi.

1950’lerin başındaki 6-7 Eylül’ü, yakın tarihimizin en kepaze sayfalarından birini, İstanbul’da gayrimüslimlere karşı işlenen insanlık suçunu anımsayın.

Bu ‘pogrom’un fitili, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evde patlayan bir bombayla ateşlenmişti. Bir provokasyondu bu. ‘Kontrgerilla’nın, ‘derin devlet’in provokasyonu.

Atatürk’ün evine bombayı koyan kişi sonraki yıllarda valiliğe kadar yükselen bir Türk’tü ve bir büyük gazetemizin Ankara bürosundan geçmişti.

1960’da, 27 Mayıs darbesi.

Bir büyük gazetemizin Ankara bürosunda darbe sabahı ilginç bir olay yaşanır. Kaç zamandır muhabir olarak aralarında çalışan gazeteci ağabeylerini darbe sabahı subay üniforması ile karşılarında gören gazeteci milleti şaşkınlığa uğrar.

Basının 27 Mayıs öncesi darbecilerle nasıl içiçe çalıştığını gösteren örnekler çoktur. 1960’larda, Albay Talat Aydemir’in liderliğinde başarısız kalan 22 Şubat ve 21-22 Mayıs darbe girişimlerinde de ‘emret komutanım gazeteciliği’ yapan meslek büyüklerimiz hafızalarda kayıtlıdır,

12 Mart da farklı değildi.

Bunların bir bölümünde ben de vardım ‘gazeteci’ olarak. Askeri bir darbeyi nasıl kışkırttığımızı Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım isimli kitabımda ayrıntılarıyla yazdım.

12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın farklı olduğu herhalde söylenemez. Darbe liderlerine hizmet arzeden, elini öpen, anılarını redakte edebilen anlı şanlı ‘duayen’ meslektaşlarımızı henüz unutmadık.

Bizim basın öteden beri daha çok devletle, askerle içiçe bir basın olarak çalıştı. Seçim sandığından çıkan hükümetlere, partilere çattı ve iş devlete, askere gelince genellikle suskunluğu tercih etti.

Hükümetlerin, iktidar partilerinin sıkıştırılmasında ve darbe süreçlerinin oluşturulmasında ‘gönüllü’ olarak destek görevi verdi, ‘esas duruşta gazeteciliği’ gazetecilik sandı bizim basın...

O kadar çok meslek ayıbı işlendi ki.

Askeri yönetimlerin demokrasi ve insan haklarını hiçe sayan uygulamaları gözardı edildi. Demokrasi ve hukuk devletinin kolunu kanadını kıran anayasal ve yasal düzenlemelere meşruiyet kılıfları basının katkılarıyla hazırlandı.

Şöyle bir hatırlayın, 12 Eylül’ün Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeki işkencelerine, ‘faili meçhul cinayetleri’ne necip Türk basınının, (elbette o tarihte benim yönettiğim Cumhuriyet gazetesi de dahil olmak üzere) ne kadar yer ayırdığına...

Ne hazindir ki görmezlikten geldik.

Eğer bizler o tarihte bu insanlık suçlarını haber yapıp, bunlara karşı sesimizi yükseltebilseydik, belki de Güneydoğu’da bu kadar büyük bir PKK yangını çıkmayacaktı, belki de yaşanan acıların bir sınırı olacaktı.

Yıllar yılı zarf içinde ‘kardeş payı’ halinde (bir genel yayın yönetmeninin deyişi) gazete bürolarına ulaşan dezenformasyon niteliğindeki haberler büyük basında zaman zaman hiç sorgulanmadan yayınlandı, kulaklara fısıldanan sözde haberler manşete çekilerek ‘psikolojik harekat’lara bilerek alet olundu.

Ankara bürolarında, Atina gibi hassas başkentlerde gazetecilikten çok ‘derin devlet’le bağı ağır basan ‘gazeteci’lerin yerleştirilmesine genellikle razı oldu patronlar ve gazete yönetimleri. Genelkurmay’la, MİT’le en üst seviyede temas kuran da onlardı.

Bu ilişkiler 1980’lerde, 1990’larda tırmandıkça tırmandı. “Emret komutanım!” gazeteciliğinin, yani gazetecilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir zihniyetin en berbat örnekleri yaşandı.

Bu bakımdan o kadar ileri gidildi ki, asker nezdinde görev yapacak ‘savunma muhabirleri’nin önce askeri akademilerde kursa tabi tutulmaları gibi bir uygulama bile başlatıldı.

Öylesine bir düzenleme yapıldı ki, savunma muhabiri meslektaşlarımız sanki gazetelerin asker nezdinde değil de, askerin gazetelerdeki temsilcileriymiş gibi bir havaya sokuldular.

Bütün bu yazdıklarımın ne anlama geldiğini öncelikle gazetelerimizin Ankara temsilcileri, savunma muhabirleri, siyasi habercilerle köşe yazarları ve gazete genel yayın yönetmenleriyle patronları çok iyi bilir.

Ben de bilirim.

Çünkü ben de oralardan geçtim.

Uzun lafın kısası:

Basın olarak, medya olarak demokrasi sicilimiz hiç de iyi değil, kötü. Asker-devlet- demokrasi üçgeninde birçok bakımdan perişanları oynadık, eskisi kadar olmasa da oynamaya devam ediyoruz, (Elbette medyanın bir de iktidar partileriyle, büyük iş dünyasıyla ilgili ayağı vardır, bu yazıda, daha önce birden çok kez değindiğim bu konuyu ayırdım)

Eğer Türkiye’de demokrasi ve hukuk devletinin gerçekten adam olmasını istiyorsak, ‘balyoz’lardan kalıcı olarak kurtulmak diye ciddi bir niyetimiz varsa, bunca tecrübeden sonra artık sivil sivilliğini, gazeteci gazeteciliğini, asker askerliğini bilsin diyorsak, o zaman medya olarak adam olmanın kapılarını ardına açabilmeliyiz, geçmişimizle hesaplaşarak, geçmişimizi özeleştiri süzgecinden geçirerek...

Hasan Cemal, Milliyet, 31 Ocak 2010

01.02.2010


Bu sınavdan geçemedik

“BİZ” demekle kastımız, basında köşe yazarı olarak çalışan, gazeteci kökenliler ya da olmayanlar. Sınav, Taraf Gazetesi’nde Balyoz planıyla birlikte “tutuklanacaklar-faydalanılacaklar” listelerinin yayınlanmasıyla başladı.

Bu listelerin yayınlanmasıyla ilgili olarak “gazetecilik ilkesi” açısından itirazımızı belirtmiştik. Kişilerin gıyabında yapılmış; kimin, hangi kıstaslarla oluşturduğu bilinmeyen bir liste, bu liste içinde yer alanlar açısından yanlış kanaatlere ve haksızlıklara yol açabilir. Gazetenin sunuşunda bazı incelikler yapılmış olsa bile, bütün okurların bu incelikleri fark etmesi mümkün değildir. Genel kanaat, listedeki isimler üzerinde ve listenin başlığı üzerinden yoğunlaşır.

Nitekim öyle oldu.

Bizim kuşağın öğrendiği gazetecilik özeni, böyle bir liste yayınlanırken, listedeki isimlerin görüşlerinin de birlikte verilmesi, okurun kanaati oluşurken kişilerin tepkisinin de dikkate alınmasının sağlanması şeklindedir.

***

Listeler yayınlandıktan sonra birkaç farklı tepkiyle karşılaştık. İki listede yer alanların bazıları listeleri makul buldular. (...)

“Faydalanılacaklar” bölümünde yer alanların bazıları birer cümlelik tepkiyle konuyu kapattı. Ama bazı yazarlar da uzun uzun “savunmalar”a girişti. Kuşkusuz, bazı asker kişilerin bir gazeteci-köşe yazarı hakkında “darbe yaparsak bizi destekler” notu düşmüş olması o kişiler açısından hoş değildir. (...)

***

Peki bunlar olmadı mı? Oldu. 12 Eylül darbesinin ardından oldu. Bugün “demokrat” olan bazı kıdemli köşe yazarları o dönemde kendilerinden “faydalanılması”na izin verdi.

Bazıları ise “karşı saf”ta olduğunu düşündükleri gazete ve gazetecileri askeri yönetime ihbar eder nitelikte yayın da yaptı.

28 Şubat 1997 “süreci”nin ardından bazı gazeteler ve gazeteciler “Batı Çalışma Grubu”nun hedeflerine uygun yayın yapmakta sakınca görmedi.

Bunların hepsi oldu. Türk basınının önemli bir kesiminin 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinde iyi bir sınav verdiğini söylemek zordur. Bu kez de listelerin ardından yazılan ve söylenenlerin tümüne baktığımızda, basınımızın gazeteci kökenli olan ya da olmayan kesiminin sınavdan geçtiğini söylemek kolay değil.

Basın çok net bir aynadır, toplumda ne varsa yazılı ve görsel basında aynen yansımasını bulur.

Okay Gönensin, Vatan, 31 Ocak 2010

01.02.2010


Hakikat, ama hangi hakikat?

Tarih muzafferlerin yazdığı bir kitaptır.

Mağluplar nadiren o kitapta anılır.

Geçen hafta Genelkurmay Başkanlığı’nda düzenlenen “Kâzım Karabekir’i anma etkinliği”nde bir kez daha anladım bunu...

Kâzım Karabekir Paşa bizim İnkılap Tarihi kitaplarında adına sık rastlamadığımız bir isim...

Nutuk’ta da adı bir cümlede geçer.

Şimdi Genelkurmay Başkanlığı, kadirşinas bir tavırla Kurtuluş Savaşı’nın komutanlarını ölüm yıldönümlerinde anma etkinlikleri düzenliyor.

Atatürk ve İnönü’den sonra geçen hafta sıra Kâzım Karabekir’deydi.

Ama tabii Karabekir’i anmak, ilk iki ismi anmak kadar kolay değildi. Çünkü bu kez söz konusu olan, Cumhuriyet sürecinde Atatürk’le yolları ayrılmış, muhalefete geçmiş ve suikast davası nedeniyle sanık sandalyesine oturtulmuş bir komutandı.

Ama paneli yöneten Prof. İlber Ortaylı bu tür spekülatif sorulara ve tartışmalara izin vermedi. Kâzım Karabekir ağırlıkla “Şark fatihi komutan” sıfatıyla anıldı.

Tarihî sahne

Panelde konuşan Kâzım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir Yıldıran, 10 Temmuz 1919 gecesi Erzurum’da yaşanan o ünlü sahneyi hatırlattı.

Padişah, Mustafa Kemal’in tutuklanmasını istemişti.

Mustafa Kemal istifa etmişti.

O sırada şarkın kudretli komutanı Kâzım Karabekir askerleriyle gelmişti.

(O görüşmede bulunan Rauf Bey’in anlattığına göre) Kemal Paşa şaşırmış, sararmıştı. Ancak Karabekir Paşa içeri girip bir asker selamı çakmış ve “Dün olduğu gibi bugün de bütün kolordumla emrinizdeyim Paşam” demişti.

Öyleyse neden sansürlendi?

Dinleyenler, Milli Mücadele’nin dönüm noktalarından biri sayılabilecek bu sahneden etkilendiler.

Kâzım Karabekir’in diğer kızı Hayat Karabekir Feyzioğlu ise babasının bir sözünü hatırlattı: “Vatandaş! Yanlış bilgi felaket kaynağıdır. Her işin evvela hakikatini ara ve öğren.”

Bu sözden de ilham alarak felaketin kucağına düşmemek için, “hakikat”in peşine düştüm.

Merak ediyor insan:

Bu kadar önemli bir sahne, neden Nutuk’ta ve tarih ders kitaplarında yer almamıştır?

“Bir ihanet sahnesi” mi?

Neden mesela bir belgeselin bu sahneye atıf yapması “Atatürk’e hakaret” sayılmıştır?

Neden Kâzım Karabekir’in kitapları yıllarca sansürlenerek yayımlanmıştır?

Aklımı kurcalayan bir başka soru daha var.

10 Temmuz 1919’da Erzurum’da yaşanan bir başka olayla ilgili...

Rauf Orbay’ın Kâzım Karabekir’e yıllar sonra yazdığı mektupta hatırlattığına göre o gün, istifa etmiş olan Mustafa Kemal Paşa’nın yanına Kurmay Başkanı Kâzım Bey gelir. Kâzım Bey Bandırma ile Samsun’a çıkan ekiptendir.

“Paşam siz askerlikten istifa ettiniz. Benim bundan sonra emrinizde vazifeme devam imkanım kalmadı” der; “Evrakı kime teslim edeyim?” diye sorar.

Bu görüşmenin tanığı Rauf Orbay’a göre Kemal Paşa sarsılır, beyninden vurulmuşa döner: “Yaa... öyle mi efendim? Peki efendim” diyerek meyus bir halde koltuğa yığılır:

“Rauf, devlet makamının önemini gördün mü” diye yakınır.

Kâzım Dirik muamması

Bu bilgilerden ne anlıyoruz?

Zor günde Kâzım (Dirik) Bey, Mustafa Kemal’e sırt çevirirken, Kâzım Karabekir Paşa kendisine sahip çıkmıştır.

Ne beklersiniz?

Kemal Paşa’nın Kâzım Karabekir’i baş tacı edip Kâzım Dirik’i defterden silmesini; değil mi?

Oysa tersi oldu:

Mustafa Kemal Paşa harp bittikten sonra Karabekir’le yollarını ayırdı. Paşa idam sehpasından döndü.

Kâzım Dirik mi?

1920’de Erzurum Müstakil Mevki Komutanı oldu.

Büyük savaşta Kemal Paşa’nın yanıbaşında Batı Cephesi Genel Müfettişi...

Ardından Tuğgeneral rütbesi ile Gürcistan elçisi... Batum Valisi...

Savaştan sonra Bitlis Valisi... İzmir Valisi... (Ayrıntı için bkz: “Vali Paşa Kâzım Dirik”, Gürer Y., 2008)

Kâzım Dirik’in, Kâzım Karabekir’in de yargılanmasına yol açan “İzmir Suikastı”nı ortaya çıkaran isim olduğunu da hatırlatalım.

Hangi hakikat?

“Her işin evvela hakikatini öğrenmek şart” elbette:

Ama insan “hangi hakikat”e inanacağını şaşırıyor.

Galiba hakikat, sadece tanıktan tanığa, kitaptan kitaba değil, devirden devire de değişiyor.

Can Dündar, Milliyet, 31 Oc ak 2010

01.02.2010


EMASYA’NIN mimarı AKP’li eski bir bakan...

BALYOZ darbe planı iddiasıyla EMASYA denilen protokol gündeme geldi.. İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay’ın (...) yaptığı protokol..

Özü şu..

Askere, gerekli gördüğü zaman duruma el koyma izni veriyor..

Valinin talebini beklemiyor..

Garnizon komutanı güvenlik gerekçesiyle duruma el koyabiliyor..

1997’de imzalanmış..

13 yıldır yürürlükte..

****

(...)EMASYA protokolünü iktidar ilk günden beri biliyordu.. Elini sürmedi..

Protokol, 1997 yılında Başesgioğlu’nun İçişleri Bakanı olduğu dönemde imzalandı..

O zaman ANAP’lı olan Başesgioğlu sonra AKP’ye geçti..

2002’de Çalışma ve Soysal Güvenlik Bakanı oldu.. 2007’de Devlet Bakanı..

On ay öncesine kadar da bakandı..

Demek ki AKP iktidarı daha ilk günden bu meseleyi biliyordu.. Hem de birinci elden..

****

Bütün protokollere tek tek mi bakacaklar, yeri gelmemiştir, önemini vahametini anlayamamışlardır denebilir..

Bu da doğru değil..

Geçen gün Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu Kanal 24’te anlattı.. 2004 yılındaki yerel seçimden bir gece önce Başbakan’a EMASYA protokolünü anlattım dedi..

Yer: Rize..

Tarih: 27 Mart 2004 akşamı..

*

Demek ki Başbakan’ın altı yıldır bu vahametten haberi var..

Mehmet Tezkan, Milliyet, 31 Ocak 2010

01.02.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl