26 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Röportaj

Risale-i Nur gençliğin manevî muhafızı

Risale-i Nur'un tamamen eşsiz ve benzersiz olduğunu keşfettim. Sadece İngilizce tercümelerini okuyabildiğim için bunlarda eserin Türkçe orijinali kadar derinlik olmadığını zannediyorum. Ama Said Nursî’nin şu ifadelerini hatırlayalım: Risale-i Nur bir meyve bahçesi gibidir. Herkes eli ulaşabildiği kadar meyvelerden istifade eder. Bu külliyatın tamamını okumak için ömrüm yeter mi bilemiyorum.

ESERLERİ OKUMAK GAYRET İSTER

Risale-i Nur'u okumak çok gayret isteyen birşey. Çünkü o Kur’ân’ın en yüce bir tefsiri. Kur’ân ve hadislerden sonra en çok okunan üçüncü İslâmî eser. Bu tarihte eşi benzeri olmayan ve gelecekte de olmayacak yeni bir tarz.

GENÇLER İMANA ODAKLANMALI

Gençler, iman konusuna ve onu tahkikî yapmaya odaklanmalı; enerjilerini ve gayretlerini Risale-i Nur'a harcamalı, zira o her şeyin çaresidir. Risale-i Nur sorunlarla dolu dünyada bir tür manevî muhafız vazifesi görüyor.

İMAN DÂVÂSI ZAFER KAZANDI

Geçen 100 yıl içinde olup bitenleri ve İslâmdan kurtulmak, iman esaslarını tahrip etmek için yapılanları dikkate aldığınızda Nursî’nin iman dâvâsının zafer kazandığını ve önceden verdiği haberlerin aynen çıktığını söyleyebiliriz.

HAK YOLDA GİTMEK BAHTİYARLIK

Risale-i Nur'a kendini adayanlar hayatta tanıdığım en güzel insanlar. Said Nursî’nin rehberliğinde hak yolunda gitmek büyük bir bahtiyarlık. Risale-i Nur'a bağlı biriyle karşılaştığınızda simasının nurla parladığını görürsünüz.

Risale-i Nur manevî bir muhafız

Peter Barnett, 80 yaşında ve Batı Avustralya’nın Albany şehrinde doğdu. Perth şehrinde eğitimini tamamladıktan sonra ABC’nin (Australian Broadcasting Corporation-Avustralya’da devlete ait radyo-televizyon kurumu) Asya muhabiri olarak çalışmaya başladı. Daha sonra Amerika’ya gitti ve ABC’nin Washington muhabiri olarak 13 yıl Beyaz Saray’da görev yaptı. Bu arada Başkan Johnson ve Başkan Jimmy Carter’ın samimî arkadaşı oldu. Avustralya’ya döndükten sonra 10 yıl Radio Australia’nın genel müdürlüğünü yaptı. Kendisini yarı emekliliğe ayırdıktan sonra “The Guardian of the Flame” (Kıvılcım Muhafızı) adını verdiği ve bu yıl sonunda yayınlamayı düşündüğü kitabı yazmaya adadı. Barnett evli ve oğlu Adam, San Fransisco’da hanımı Cathy ve kızı Nina ile birlikte yaşıyorlar. Barnett şu anda yoğun bir şekilde kitabı bitirmekle meşgul ve bu kitabı ile insanları Said Nursî ve Risâle-i Nur Külliyatı ile tanıştırma heyecanını duyduğu için kendisini çok mutlu hissediyor. Peter Barnett, dünyada olup bitenlerden haberi olmayan çoğu Avustralyalıyı gafletten uyandırma ümidiyle şevk buluyor.

Avustralya Nur Vakfı adına, Peter Barnett ile 22 Mayıs 2010 tarihinde, kendisinin İslâmı seçmesi ve Risâle-i Nur Külliyatı ile tanışması üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. Barnett’in Risâle-i Nur eserleri ile tanışması, bu eserleri okuyup başkalarına tanıtmak için kuvvetli azim ile günümüz insanına ve gelecek nesillere hizmet veren Nur Talebeleri için şevk ve heyecan dolu bir hadise. Risâle-i Nur Külliyatı modern çağ insanına hitap eden ve onların inanç ile ilgili bütün meselelerini halleden 6000 sayfayı aşan bir Kur’ân tefsiri. Bilim ve akıl adına imana ve İslâma yoğun taarruzların yaşandığı modern çağda, müellif Bediüzzaman Said Nursî eserlerinde, modern bilim ile, aklî ve mantıkî delillerle iman hakikatlerini ve Kur’ân’ın mu'cizeliğini ispat ediyor. Bu eserlerin şu anda Türkiye’de ve dünyanın her tarafında okuyucuları bulunuyor. Bu eserler sayesinde Türkiye’de ve dünyada milyonlarca insan dinsizliğin intişarına karşı imanını muhafaza etmeye muvaffak oldu.

İslâmı nasıl tanıdınız?

1970 yılında, dindar bir aileden gelen, ancak bu asırda Müslümanların içine düştüğü olumsuz durumlardan dolayı dinden uzaklaşan Endonezyalı bir hanım ile evlendim. Ne ilginçtir ki; bundan sonra içimde Müslüman olma isteği uyandı. Avustralya’da ilk karşılaştığım imam pek alâkadar olmadı ve bana İslâmî inanç hakkında yeteri kadar bilgiye sahip olmadığımı ve Arapça konuşamadığımı belirterek İslâma girmemi uygun görmedi. Sonuçta, İslâma girmem 1994 yılında Endonezya’nın başkenti Cakarta’ya yaptığım ziyarete kadar ertelenmiş oldu. O zamandan beri Müslümanım ve bu önemli kararımdan dolayı çok memnunum; zira İslâm hayatımı düzene soktu.

İslâmı seçmeden önce İslâmiyet hakkında nasıl düşünüyordunuz?

Ben Avustralya’da büyüdüm; ki burada hayatımın ilk dönemlerinde İslâm dini doğru dürüst tanınmıyordu. Ancak, 1964 yılında ABC kurumuyla 35 yıllık beraberliğim başladıktan sonra Endonezya ve Malezya gibi Asya ülkelerinde uzun yıllar yaşadım. İran, Pakistan ve Bangladeş gibi birçok ülkeyi ziyaret ettikten sonra karşılaştığım Müslümanların hayat tarzı beni derinden etkiledi. Müslüman toplumlarda müşahade ettiğim yüksek kemalât Müslüman olmamda ve ona hazırlanmamda en etkili sebep oldu.

Risale-i Nur ile nasıl tanıştınız?

Bir gün Melbourne şehrinde Jeffcott Caddesi üzerindeki camideyken, -sonradan isminin Levent Özgüler olduğunu öğrendiğim- bir genç paltosunu giymeye çalışırken zorlandığını görünce kendisine yardım ettim. Böylece birbirimizle dost olduk ve beni arkadaş çevresiyle tanıştırdı. Risale-i Nur Külliyatı ve Said Nursî hakkında verdikleri bilgi beni çok etkiledi. İlginç olanı; bana Müslüman olmam için herhangi bir baskı yapmadan beni kendi halime bırakmalarıydı. Yaklaşık bir yıl önce de başka bir dostum -Dallas semtindeki dershane cemaatinden- Selim Kayıkçı beni aradı ve Said Nursî hakkında bir kitap yazma konusunda düşüncemi sordu. Ben de iki husus söyledim: Ben ne bir akademisyen ve ne de bir ilâhiyatçıyım, sadece muhabirim. Kendisi de bunun önemli olmadığını ve hatta böyle olmasının iyi olduğunu söyledi. Nihayet, geçen yıl Haziran ayında bir ay Türkiye’de kaldım. Ülkenin bir çok yerine seyahatlerim oldu; ki bu zaman zarfında 3000 km yol katetmişim. Bunlar içinde Said Nursî’nin doğum yeri Nurs ile vefat ettiği Urfa da var. İstanbul, Isparta ve Adana’da da kaldım.

Risale-i Nur dikkatinizi nasıl çekti? Diğer İslâmî eserlerden farkını nasıl buldunuz?

Sizi şaşırtacak bir şey söyleyeyim: Eserlerin tamamen eşsiz ve benzersiz olduğunu keşfettim. Hiç bu kadar uzun cümleler görmedim. Sadece İngilizce tercümelerini okuyabildiğim için bunlarda eserin Türkçe orijinali kadar derinlik olmadığını zannediyorum. Bunu olumsuz bir şey olarak söylemiyorum, zira Said Nursî’nin şu ifadelerini hatırlayalım: Risale-i Nur bir meyve bahçesi gibidir. Herkes eli ulaşabildiği kadar meyvelerden istifade eder. Eliniz uzunsa daha çok, kısa ise daha az meyve koparabilirsiniz. Anlama konusunda elimin kısa olduğunu düşünüp Risale-i Nur’un tam kıymetini takdir edemeyeceğim düşüncesi sık sık zihnime gelir. Çoğu zaman onu hakkıyla anlamak için bir eğitime ihtiyaç olduğu, eserlerin çağdaş olduğu, dünya için yeni olduğu, tarihî bir kaynak eser olduğu, eşi-benzeri olmadığı hususlarını düşünürüm. Meselâ; Risale-i Nur'un herhangi bir bölümüne baktığınızda izahların çok mükemmel olduğunu, hakikatlerin ilham kaynağı olduğunu müşahede edersiniz. Ancak 6000 sayfayı aşkın bu külliyatın tamamını okumak için ömrüm yeter mi bilemiyorum.

Beni çok etkileyen hususlardan birisi de; Said Nursî’nin benim gibi 80 yaşını bulmuş ihtiyarlar ile ilgili ifadeleridir. Said Nursî, ihtiyarlığın mahiyetini anlatarak başından geçen bazı olayları aktarır ve bunlardaki hikmetler ile teselli dersleri verir. Yazdıkları tamamiyle hikmet dolu ve sıkıntılarla dolu bir hayat hikâyesi ve Nursî, şüphesiz, belki de geçen 500 yılın en önde gelen Müslüman büyüklerinden biri.

Beni en çok etkileyen başka bir yönü de tevazuu, kemalâtı, tefekkürü, sıdkı, çektiği sıkıntılar, şecaati ve kahramanlığıdır. Onun gibi ömrünün 30 yılını cefa ile geçirmiş gerçekte çok az kişi vardır ve onun ayakta kalması nasıl bir güçlü ruh hali taşıdığını ve dâvâsındaki sıddıkiyetini gösterir. Zira, çektiği sıkıntılardan şikâyet etmez ve okuyucularının nazarını kendine değil, Risale-i Nur'a çeker. Böyle bir şecaat, kararlılık, sebat ve metanet ancak kurgu hikâyelerde okunabilecek türdendir ve eserler sizi hayalin çok ötesinde yerlere götürür. Ancak, anlatılanlar hikâye değildir, hakikattir ve bu yüzden çok özeldir. Böyle büyük bir zatın dairesinde bulunmaktan kendimi çok bahtiyar hissediyorum.

Risale-i Nur'un modern insanın sorularına ve

hastalıklarına çare olacağına inanıyor musunuz?

Evet, öyle. Eserler çağdaş ve külliyat teolojik klişe (basmakalıp sözler) değil. Nursî, çok farklı bir üslûba sahip. O konuları toplumun ihtiyaçlarına göre ele alıyor ve eserleri mukaddes Kur’ân’ın muasır bir tefsiri. Eserler hikmet dolu ve herkese hitap ediyor. Sadakat ve idrak seviyenize ve ne kadar ihtiyaç hissettiğinize göre bu eserlerden o derece istifade edebilirsiniz.

Güzel bir söz var: “Kalem kılıçtan daha güçlüdür”. Siz, Said Nursî’nin eserlerinin İslâm dünyasını aydınlatabileceğini düşünüyor musunuz?

Said Nursî, Risale-i Nur'un lisan ile yapılan cihadı ifa ettiğini ifade eder. O gerçekten ileri yaşına rağmen şahsına karşı yapılan her türlü baskılara karşı koydu. Nursî, kendisine eziyet edenlere karşı hiç kin duymuyor. Hatırlayınız, o 1. Dünya Savaşında Ruslara ve Ermenilere karşı mücadele etti. Bu, onun kılıçla cihadın yerini de iyi bilen bir kahraman kişi olduğunu gösterir.

Gandi’nin bir sözü var: “Biz dünyada görmek

istediğimiz değişimin kendisi olmalıyız”. Bir fert olarak başarılı bir hizmette bulunmak için Risale-i Nur vasıtasıyla kendimizi manen nasıl yetiştirebiliriz?

Zaten, bu konuda toplumunuzda bunun güzel örnekleri mevcut. Müşahede ettiğim irfan ve ilmî tedkik seviyesi beni çok etkiledi. Meselâ, buraya geldiğimde (dersaneye) gördüğüm ihtiyar zat şafak vaktinden beri burada bir şeylerle meşgul. Ne yapıyor bu zat? Risale-i Nur'u azık gibi hissederek tedkik etmeye çalışıyor.

Risale-i Nur'u yeni tanıyanlara ne tavsiye

edersiniz? Risale-i Nur'u şimdiki ve gelecek nesillere en etkili bir şekilde ulaştırmanın yolu nedir?

Bu konuda sabırla hareket edilmesi gerektiğini düşünüyorum, zira Risale-i Nur'u okumak çok gayret isteyen bir keyfiyet. Çünkü, o mukaddes Kur’ân’ın en yüce bir tefsiri ve Risale-i Nur mukaddes Kur’ân ve hadislerden sonra en çok okunan üçüncü İslâmî eser. Dünyadaki 46 dile çevrilen tercümeleri Üstad Said Nursî’nin fikirlerini açıkca temsil ediyor. Bu tarihte eşi-benzeri olmayan ve gelecekte de birkaç yüz yıl olmayacak tamamen yeni bir tarz.

Müslümanlar hakkında genel olarak neler

düşünüyorsunuz? Zayıf ve güçlü oldukları hususlar neler?

Evet, şahsî kanaatim; Müslümanların durumunun aksine İslâmiyet sağlam bir din. Gerçekten, Müslüman olmadan önce bugün karşılaştığım bazı Müslümanlarla karşılaşsaydım İslâmı seçmede isteksiz olurdum. En büyük düşmanımız -uygunsuz şeyler yapan- Müslümanlar sayılır. Meselâ, dün (21 Mayıs 2010) duyduğumuz bir haber; Pakistan’da iki camide cereyan eden şiddet olayları... Bunu hangi mantıkla izah edebilirsiniz? Üzücü olan tarafı, hadisenin insanların ibadet ettiği mukaddes bir camide vuku bulması. Bunun İslâmiyette yeri yok; bunları yapan şerir insanlar hakikî Müslüman olamaz, ama sonuçta itham edilen İslâm oluyor. Sadık ve hakkıyla amel eden bir Müslüman görmek büyük bir mutluluk, fakat Müslüman görünüp de tamamen cahil olan insanlarla da karşılaşılıyor.

Gençlere tavsiyeniz nedir?

Günümüzde gençlik çok zorlu bir ortamda büyüyor. 60 yıl önce kendi yaşadığım gençlik dönemiyle mukayese ettiğimde; bugünkü şerli şeyler —televizyon, internet, birçok yanlışlara izin veren açık toplum düzeni— yoktu. Gençler, iman konusuna ve onu tahkikî yapmaya odaklanmalı; enerjilerini ve gayretlerini Risale-i Nur gibi şeylere harcamalı, zira o her şeyin çaresidir. Misal vermek gerekirse; Cumartesi akşamları buraya (Avustralya Nur Vakfı merkezine) gelen gençler kendilerini koruyacak bir ortama sahipler. Ancak onlarla beraber okula giden gençler, Risale-i Nur gibi kendilerini koruyacak bir kaynaktan mahrum olunca uyuşturucu, sefahat ve bunun gibi yanlış şeylerin peşinden gidiyorlar. Bunun için, Risale-i Nur sorunlarla dolu dünyada bir tür manevî muhafız vazifesi görüyor.

Türkiye’de yaptığınız seyahatlerle ilgili

tecrübelerinizi aktarır mısınız?

Harikaydı. Eski işim gereği dünyanın birçok yerini gezdim, ama Türkiye’ye gitmemiştim. Türkiye seyahatim bende çok güzel intibalar bıraktı, çünkü tahkikî imanlı insanlarla beraber oldum. Türkiye seyahatim, hayatımın en güzel dönemi olarak kalacak. İnsanlar, Risale-i Nur'un inkişafı, Risale-i Nur cemaatlerinin şefkat ve alâka ile hizmetleri ve fedakârlıkları beni derinden etkileyen hususlar oldu. Said Nursî’nin talebelerinden Mehmet Fırıncı, bana artık Türkiye’de nüfusun yarısının Risale-i Nur hakkında müsbet kanaate sahip olduğunu söyledi. Geçen 100 yıl içerisinde olup bitenleri ve İslâmdan kurtulmak, iman esaslarını tahrip etmek için yapılanları dikkate aldığınızda Nursî’nin iman dâvâsının zafer kazandığını ve önceden verdiği haberlerin aynen çıktığını söyleyebiliriz. Onun haber verdiği; vefatından sonra Risale-i Nur'un daha ziyade intişar edeceği ve hakim olacağı bilfiil vakidir. Ayrıca buradan belirtmek isterim; Türkiye seyahatim boyunca hep yanımda olup hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan Fahri Balcı ve Levent Özgüler kardeşlerime şükranlarımı iletirim.

Risale-i Nur okuyucuları sizin bakışınızı nasıl

etkiledi?

Risale-i Nur'a kendini adayanlar hayatta tanıdığım en güzel insanlar. Bunu sadece bizlerin hikmet sahibi olduğunu belirtmek için söylemiyorum. Fakat Said Nursî’nin rehberliğinde hak yolunda gitmek çok büyük bir bahtiyarlık. Risale-i Nur'a bağlı biriyle karşılaştığınızda simasının nurla parladığını görürsünüz.

Peter Barnett, biz de kesinlikle sizin simanızda Risale-i Nur'un parlaklığını müşahede ettik. Sizin eserlerle tanışma hikâyeniz gerçekten çok etkileyici ve büyüleyici. Risale-i Nur'un himayesinde yetişmiş talebeler olarak, yaşadıklarınız bizi derinden etkiledi, Risale-i Nur ilmine çalışmak ve onu başkalarına da anlatmak için bize şevk unsuru oldu. Allah sizi hidayet yolunda müdavim eylesin ve yazdığınız “Kıvılcım Muhafızı” adlı kitabınızı hizmetlere vesile eylesin. Said Nursî’nin yolunda giden biri olarak Allah size hikmet, ilim, sebat ve metanet ile aynı yolu takip etmeyi nasip etsin. Dr. Colin Turner; Risale-i Nur'un bir iman inkılâbı yaparak akılları, kalpleri, nefisleri ve ruhları terbiye ettiğini ifade ediyor. Bu bir İslâm inkılâbı değil, bir iman inkılâbıdır. Risale-i Nur hakikaten kendi başına yeterli ve —kâinattan bahseden, iman hakikatlerini kat’i ispat eden, Kur’ânı Peygamberimiz’in (asm) niyet ettiği gibi tefsir eden, modern asrın hastalıklarını doğru teşhis edip çareler sunan— câmi bir eser külliyatı. Kur’ân nurunu bizlere yansıtan ve dünyayı aydınlatan Risale-i Nur gibi bir esere bigane kalmak mümkün değildir. Zira, ancak İslâmiyet modern asrın insanı ile sorunları arasında karşı durabilecek yegane kurtarıcı. Ezcümle; semeredar İslâmın geleceği büyük ölçüde Risale-i Nur'un, onun takipçilerinin ve ondan istifade edenlerin omuzunda olacağa benziyor.

Tercüme: Halil Bozkaya

MÜLÂKAT:RÜMEYSA N. YARGI ZÜHRE G. KOYU

Cindoruk: Darbe anayasasını ilk biz değiştirdik

DP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk: 1995'te dibâce, darbecileri koruyup kollayan geçici 15. maddenin bir kısmı ve diğer önemli maddeler değiştirildi. Anayasanın önsözünde darbeye haklılık veren bölümler kaldırıldı. Diğer partiler bu yaptığımızı haklı buldu.

Darbe anayasasını ilk biz değiştirdik

AKP, KORKUDAN SEÇİM SİSTEMİNİ DÜZELTMİYOR…Soru: Bir diğer tartışma konusu, “seçim barajı.” Demokratikleşmeden ve AB kriterlerinden bahseden Başbakan, “seçim barajı” için “Türkiye henüz hazır değil” diyor. Halbuki AB “Türkiye ilerleme raporları”nda, “katılım ortaklığı belgesi”nde seçim barajının yüzde beşe indirilmesi yıllardır tavsiye olunuyor.

Keza siyasî partiler ve seçim sisteminin AB standartlarına göre düzeltilmesi, hâkim nezâretinde kayıtlı önseçim ve tercih sistemi gibi öneriler var. Siyasî parti finansman kaynaklarının ve harcamalarının sınırlandırılması, seçim endüstrisi haksız avantajına karşı düzenlemeler gerekiyor. Ne var ki “temsilde adalet”i sağlamak perdesinde siyasî iktidar seçim ve siyasî partiler yasasını değiştirmeye yaklaşmıyor. Mevcut durumu avantaj olarak kullanıyor. Siyasî iktidarın bu konudaki önerileri geri çevirmesinin sebebi nedir?

DP DÖNEMİNDE RADYODA EZÂN, KUR’ÂN VE MEVLİD OKUNDU

Soru: Köprü dergisinin 1989-Ağustos sayısına verdiğiniz mülâkatta, o zaman da DYP Genel Başkanı olarak “DP ezânın aslî şekliyle okunmasını sağlamış, imam-hatip okullarını, İslâm enstitülerini açmış; AP gelmiş, yeni imam-hatipler ve enstitüler açmış, Kur’ân kursları meselesini çözmüştür. Türkiye 1950’den, demokrasiye geçilmesinden bu yana, dinde, itikada ve ibâdete dair yapılması gereken her şeyin rahatça yapılabildiği bir dönem yaşamıştır. Biz 1948’lerde cenâzemizi yıkayacak imam bulamaz hale gelmiştik. Bütün bunları demokrasiyle birlikte aştık geliyoruz. Ama AP, DP çizgisinden cayılınca iş bu noktaya gelmiştir” izâhını yapıyorsunuz.

Gerçekten Türkiye’de dine ve dinî özgürlüklere dair hizmetlerin hemen hemen hepsini Demokrat Parti ve devamı partiler yaptı. Ezân-ı Muhammedi’nin aslına çevrilmesinden başlanarak okullarda din derslerinin okutulması, din eğitimi ve öğretimi, 571 imam hatip okulu, beş bini aşkın Kur’ân kursu, yüksek İslâm enstitüleri, İlâhiyat fakültelerinin çoğu DP-AP-DYP iktidarlarında açıldı. Diyanet’e 70 bin kadro ve kırmızı plâka verildi. Hiçbir tartışma, gerginlik çıkmadı…

Bu açıdan, sekiz yıllık AKP iktidarında temel hak ve özgürlüklerde mağduriyetlerin giderilmemesini ve kazanımların dahi korunamamasını neye bağlıyorsunuz?

Cevap: Sebebi, korku; AKP korkudan bu temel ve gerekli önerilerden kaçıyor. 1995 değişiklikleri “temsilde adalet - yönetimde istikrar” diye bir prensip koydu. Çok uğraştık bu kelimeleri seçmekte, adalet ve istikrarı sağlamak açısından…

Nisbî temsilin mucidi D’hondt diye bir adam var. D’hondt, sistemi kurmuş aşağı yukarı. Adam bir matematikçi, her şeyi hesap etmiş, nisbetlerini hesap etmiş; o hesabın içinde âdil bir seçim barajı yüzde 5’tir.

Ya da nisbî temsilin kendi içindeki baraj eğilimlerini dikkate alarak, hiç baraj da konulmayabilir. Türkiye bunların hepsini denedi. “Artık oylar”ı değerlendirmek için dahi –Coşkun Kırca’nın icâdı- yine “bâkiye oylar sistemi” kuruldu, ama tutmadı.

D’hondt büyük bir matematikçi olarak öyle bir sistem kurmuş ki, ne yaparsan yap aşağı yukarı nisbî temsille âdil bir seçim sonucu ortaya çıkıyor. Ancak iktidarın devam ettirdiği yüzde 10 gibi çok önemli bir rakamı koyunca bu sistemin bütün hesapları altüst oluyor. Adamın aklına bile gelmemiş bu yüzde 10…

Bugün Anamuhalefet yüzde 7’yi teklif ediyor; yüzde 7 sadece Rusya’da var. Avrupa Birliği’nde yüzde 5 var, Yunanistan’da yüzde 3 var, İsrail’de yüzde 2 var.

Bu sistemde yüzde 10 yüzünden 2002 seçimlerinde yüzde 47 oy, seçmenin yarısı Meclis dışında kaldı; böylece seçim sonuçları bu yüzde 10 barajıyla belirleyici olmaktan çıkıyor. Orada yüzde 10’un altında bu parti yüzde 9.75’le barajın altında kaldı. En az 66 milletvekili havaya gitti. DYP 140 bin oyla kaybetti. O boşluğu birinci ve ikinci partiler doldurdular. Meclis’e giren iki partiden bir yüzde 35’le Meclis’in yüzde 65’ini, diğeri de yüzde 20 ile yüzde 35’ini doldurdu. Yani “çoğunlukçu sistem” ortaya çıktı, “çoğulculuk” ortadan kalktı.

Türkiye kadar seçim sistemleriyle oynayan bir ülke yok. En çok seçim kanunu değişiklikleri yapan ülke Türkiye’dir. Burada hepimizin, bütün siyasî partilerin kusuru vardır; düzeltmediğimiz için…

Yüzde 5 bence Türkiye’yi rahatlatır. Başbakan koalisyonları gerekçe gösteriyor. Koalisyondan korkarsanız o zaman seçim yapmayın. Yüzde 10 da koysanız, oylar dağıldığı için her seçimde bir koalisyon “tehlikesi” vardır. Ama unutmayalım ki Türkiye’de koalisyonlar genelde başarılı olmuştur. Anarşi ve terörü sıfırlayan koalisyon hükûmetidir. Koalisyon hükûmeti terörle mücadelede alınacak tedbirlerde uzlaştı, anlaştı; alınan kararların arkasında durdu ve generallerle görüşmelerde dimdik ayakta durdu.

Temel meselelerde millî partilerin anlaşmaması mümkün olur mu? Millî meselelerde iki parti-üç parti bir araya gelip uzlaşamıyorsa, zaten Türkiye “batmış” demektir! Şimdi tek parti hükûmeti var; terörle mücadelede başarılı mı? “İstikrar var” diyor; peki ekonomide başarılı mı? Siyasî hayatta başarılı da Anayasa değişikliğinde başarılı mı? Belki iki parti-üç parti bir arada olsa, birbirlerini frenler, dengeler; nitekim o tabiatı var koalisyonun…

Dünyanın en başarılı koalisyon hükûmetleri Almanya’da, Fransa’da. Hatta İtalya’da Berlusconi’nin öyle magazin tarafına bakmayın; adam 7 partiyi, 9 partiyi bir araya getirdi, bu iktidar ortaya çıkardı, bu işi götürüyor. Çünkü partilerin ve insanların millî duyguları hiçbir zaman sıfırlanmaz. Bu ortak değerler etrafında müzâkere ve uzlaşma işidir.

Cevap: Demokrat Parti halkıntaleplerini dikkate almıştır. Halkın talepleri ne ise, rejimi bozmadan, laiklik ilkesinden ayrılmadan, Cumhuriyetin temelini yıkmadan yapılabilecek işleri yapmıştır…

Şimdi herkesin unuttuğu ya da hatırlamadığı bir şey var. O zaman tek radyo var, devlet radyosu. O radyoda sabah ezânı okunmaya başladı. Kandil geceleri Kur’ân-ı Kerim, mevlid okundu. İsmet Paşa bile, “Olabilir, doğrudur” dedi. Ezân’ın aslına çevrilmesinde Halk Partisi adına Cemal Reşit Eyüpoğlu’nun Meclis’te bir konuşması var; “katılıyoruz” diyor…

Merhum Adnan Menderes’in konuşması çok doğru; “Siz namaza başladığınız yahut rükûa vardığınız zaman, ‘Allah-u Ekber’ diyorsunuz, yukarıda müezzin ‘Tanrı uludur’ diyor. Birbirini karşılar mı bu?” DP aradaki çelişkiyi giderdi. Camide “Allah-u Ekber” diye tekbir aldığın gibi yukarıda da “Allah-u Ekber” diye ezân okuyacaksın” diye…

Kur’ân-ı Kerim’i “Türkçeleştirmişler”; ama isteyen meâlini okur, isteyen asıl mânevî haz için Arapçasını, aslını okur, bunu yasaklayamazsınız.

Halk rahatsız oluyor; bir de “Tanrı uludur” lâfı “Allah-u Ekber”i karşılamıyor. “Allah-u Ekber” çok mânâlı büyük bir hâdise. “Tanrı” Türkçe ama bu kelimeyi halk kullanmadığı için bugün Türkiye kullanmaz hale geldi neredeyse. “Tanrı rahmet eylesin” demeye dili varmıyor adamın; daha çok bâtıl dinlerde kullanılan bir tâbir.

Devletin vazifesi, dine müdahâle ve din hakkında buyurucu hüküm koymak değil. “Anayasa’ya aykırılığı” bir tarafa bırakın, ben çok iyi hatırlıyorum; halk ezânın aslına çevrilmesi üzerine bayram etti, Hacı Bayram Camii'nin önünde bayram olarak kutlandı, kurbanlar kesildi.

Adnan Menderes’in bu konuda konuşmaları hârikadır; “Devletin dine müdahâle

etmeye ne hakkı vardır!” diye…

DP’NİN DİNE HİZMETLERİ VE TEK PARTİ

ZÜLMÜ…

Soru: Yine Köprü dergisindeki mülâkatta, “Devletin, İslâm’ın genel prensipleri doğrultusunda Müslümanın inanç hakkına, ibadet hakkına, başını örtme gibi Kur’ân-ı Kerim’in buyruklarını yerine getirme haklarına saygılı hale getirme”nin önemini nazara veriyorsunuz.

Anayasa Mahkemesi’nin esasen yasadışı olan başörtüsü yasağını gereksiz gören kanunu iptal etmesinden ve ardından Danıştay’ın aynı yöndeki yönetmelik hükmünü yürürlükten kaldırması üzerine, “Burada devletin dine müdahâlesi söz konusudur. Devlet inanca ve ibâdete müdahale etmiştir. Bu müdahaleyi kaldırmak yine devletin görevidir. Papaz başında serpuşuyla serbestçe dolaşabilecek; hahambaşı istediği kıyafeti giyebilecek; Hıristiyan, Musevî, Süryanî dilediği kisveye bürünebilecek; ama Cenâb-ı Hakkın emrettiği başörtüsünü bizim çocuklarımız takamayacaklar! Böyle şey olmaz Mümkün değil. Bunun ne demokrasiyle ilgisi var, ne devlet felsefesiyle ilgisi var. Hiçbir teoriye de sığmaz. Bunu anlamak mümkün değildir. Bu hukuk da değildir. Bu olsa olsa defacto bir hâdisedir. Bunlar oldu-bittilerdir” diyorsunuz…

Ayrıca, başörtüsünün “Cenâb-ı Hakkın buyurduğu mesele” olup, devletin dine karışması gibi bir abesi kınamak için vatandaşların başörtüsü takma hakkını savunduğunuzu dile getirmişsiniz.. “Nasıl namaz kılmak, oruç tutmak, Kelime-i Şehâdet getirmek hakkınız varsa, başörtüsü takmak da sizin hakkınız. Devletin dine karışması kadar abes bir şey, ben görmedim, duymadım” görüşünü belirtmişsiniz.

12 Eylül ihtilâl idâresinin sürdüğü yıllarda İlâhiyat Fakültesi öğrencilerinin boykotta bulundukları okulun karşısındaki Anayasa Parkı’na gidip itîdal telkininde bulunmuş, hak ve hürriyetlere destek vermişsiniz.

Bu çerçevede devletin vatandaşın inancının gereğini yapması hususundaki görüşünüz nedir?

Cevap: Evet, Demokrat Parti ve devamı partiler olarak bu hizmetleri vatandaşların isteği üzerine yaptık. Zira Türkiye’de tek parti devrinde bir cenâzede dua edecek kimse yoktu. Halk hoca bulmakta zorlanıyordu. Demokrat Parti halkın bu talebini yerine getirdi.

Buna bir misal vereyim: Biz Ankara’da Kavaklıdere’de oturuyorduk, koca şehirde cami yoktu; Bayram namazına gitmek için babam akşamdan otomobil tembih ediyordu, Biz ta Ulucanlar’da Aslanhane Camiine giderdik. Babam ayrıca akşamdan da odacısını yollar, imam efendiden bize yer ayırtırdı; çocuğuz ya ezilmeyelim diye. İbadet eder, şoförü de namazını kılar, dönerdik; dönerken de Abdurrahman Efendi’nin fırınından simit alırdık…

Demokrat Parti zamanında ilk defa Adnan Menderes Kavaklıdere Camii'ni inşa etti.. Sonra Maltepe Camii'ni yaptırdı. Daha sonra Kocatepe’nin temelini attı. Düşünün tâ Çankaya’dan namaz kılmak için ya Hacı Bayram’a ya da o zaman Zincirli Camiye geliniyordu. Şu hale bakın ki tek parti iktidarı cami yaptırmıyordu…

Soru: “Ankara’nın kudretli valisi” Nevzat

Tandoğan mı yaptırmıyordu?!

Cevap: Nevzat Tandoğan gaddar bir adam. Şimdi köylü kasketiyle, merkebiyle o zaman Ayrancı Bağlarından gelip karpuz satacak. Polis yakalıyor, hem adamı geri çeviriyor, hem merkebine el koyuyor. Onları ne yapıyorlardı, bilmiyorum!

Yani köylü şehre gelse ne olur? Nevzat Tandoğan’ın bir cezası daha vardı. Böyle bir köylüyü yakaladığı zaman kötü polis otomobilleriyle Gölbaşı’na götürür bırakır. Adamın cebinde para yok, bu kez yaya dönmek mecburiyetinde kalırdı. Her halde 20 kilometreyi en az dört saatte gelirdi…

Şehir merkezi Ulus bir yana o zaman bir köy olan Kavaklıdere’ye sefaretler var diye sokmuyordu köylüleri. O zamanki sefir bilmiyor mu Türkiye’nin ne tür bir sefâlet içinde olduğunu, köylünün ne halde olduğunu. O zaman yumurta falân yakın köylerden Ankara’ya getiriliyordu. Köylüler, Ankara’nın arka sokaklarına sivil yol polislerine yakalanmaktan korkarak geliyordu. Fakir köylünün otomobili yok, atı yok, nasıl getirecek malını satmak için…

Kısacası, tam bir zulüm…

“DARBE ANAYASASI”NI İLK BİZ DEĞİŞTİRDİK…

Soru: Geçici 15. madde değiştiği halde 12 Eylülcüler yargılanamıyor; çünkü zaman aşımına uğramış. Meclis’te muhalefetin bütün çağrılarına rağmen AKP Grubu, bu “zamanaşımı” hükmünü eklemedi. Şimdi de “12 Eylül’de yepyeni bir Anayasa”, “12 Eylül’de 12 Eylül’ yargılayalım” diye propaganda yapıyorlar. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?

Cevap: Aradan 30 sene geçmiş. Bizim

değiştirdiğimiz 1995’te henüz “zamanaşımı” dolmamıştı. Bu partiler arası komisyonda tartışıldı; “dibâce” ve darbeleri koruyup kollayan geçici 15. maddenin bir kısmı ve diğer önemli maddeler değiştirildi. Anayasanın önsözündeki darbeye haklılık veren bölümler kaldırıldı. Kaldırınca mesele ortaya çıktı. Yani teşrii mâsuniyeti aslında kalmamıştır. Diğer partiler bu yaptığımızı haklı buldu.

Demokrat Parti devr-i sâbık meydana getirmemiştir. Geçen bir vali tenkit etti; ama bu DP’nin en büyük başarısıdır. Düşünün yeni bir partisiniz ve her şeye rağmen hâlâ yüzde 30-35 oyu bulunan İnönü’yü muhakeme etmeye kalkıyorsunuz. Demokrasiyi yeniden kaldıracaklardı, halk ikiye bölünecekti, kavga çıkacaktı. Ölmüş, tarihte kalmış, sönmüş meseleyi canlandırmak kadar siyasette yanlış bir şey yoktur...

Demokrat Parti, ne orduda bir değişiklik yaptı, ne hesabı sordu. Sadece Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nâfiz Paşa’yı görevden alıyor, yerine İsmail Hakkı Tunalı’yı atıyor; ki o da her iktidarın yapması gereken bir şey.

Ama sonra 1952-53 senesinde bir şey ortaya çıktı. CHP çok zengin bir parti. Sadece İş Bankası değil, bütün il binaları, halk evleri, genel merkezi, çarşısı, (Rüzgârlı Sokağın başındaki çarşı) vesaire vardı. 1951 ara seçimlerinde CHP’nin müthiş para harcamasıyla anlaşıldı ki devletin parasıyla Halk Evleri yapılmış. Bunları Demokrat Parti üstüne almadı; İstanbul Cağaloğlu’ndaki il binasıyla birlikte “Hazine’ye mal edilmesi” diye bir kanun çıkarıldı.

Yassıada’da “idam kararları”nın bir gerekçesidir bu. Halbuki Adnan Menderes diyordu ki “Devletin parasıyla bir parti zenginleşmiş, benim genel merkez binam dahi yok, kirada oturuyorum, bunu eşit hale getirdim.” CHP de o zaman fazla itiraz etmemiş; bir-iki gayrı menkul için iptal dâvâsı açıp geri almanın dışında. Bugün hâlâ CHP’nin o serveti duruyor. 1992’de partilerin mal varlıkları iade edildiğinde Cumhuriyetin kazanımlarından, paralarından elde edilmiş mallar iade edildi. Ulus Matbaası dahil.

Kısacası geçiş dönemi hep barışçı halde geçmiş. Ama Yassıada’da Hayreddin Erkmen dedi ki “Benim burada imzam yok, ama CHP Genel İdare Kurulu üyesi Fethi Çelikbaş’ın var” dedi. İşte bunun üzerine o zaman Demokrat Partililere, “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istemiş, ben ne yapayım!” denmiştir…

Adnan Menderes’in bu konuda çok güzel konuşmaları var; Bayar o konuyu konuşmamıştır…

DEMOKRATİK REJİMDE İSTİKRAR İÇİN…Soru:AKP-CHP-MHP-BDP üzerinde işleyen ve DP çizgisinin temsil edilmediği mevcut siyasî yapı, Türkiye’yi her alanda bir tıkanıklığa götürdü. Bu durum nasıl aşılabilir? Ayrıca AKP’nin izlediği politikalarla Türkiye’nin bir devlet krizine sürüklendiğini ve bu krizden ancak DP anlayışı ile çıkılabileceğini belirtiyorsunuz. Bu nasıl olacak?

Cevap: Bu seçimle olacak. Seçimle Demokrat Parti yüzde 10 barajı aşacak, dördüncü parti Meclis’e girecek. O zaman demokratik rejimde istikrar başlayacak. Çünkü Demokrat Parti Meclis’e en az 60, 70, 80 milletvekiliyle girdiği zaman bunun bir kısmını muhalefet partilerinden alacak. Böylece herkes yerine oturacak.

Şunu da ifâde edeyim, muhalefetin de şimdi elde ettikleri milletvekilleri seçim sisteminden dolayı hakettiklerinden fazla. Geçmişte de DYP 66 milletvekili alsaydı, bir kısmını AKP’den, bir kısmını CHP’den hatta MHP’den alacaktı…

Temsilde adalette balans ortaya çıkıyor. Nisbî temsilde yönetimde istikrarla temsilde adalet matematiği yanyanadır. Koalisyondan korkarsanız, demokrasiden korkarsınız. Uzlaşma san'atını koalisyon idâresinde kazanacaksınız.

Hatta seçim ittifaklarına da müsaade edeceksiniz. İleride, ekonomik siyasî görüşleri yakın olan partiler seçimden önce uzlaşırlar, sağlıklı bir koalisyona seçimden önce zemin hazırlarlar. Yani yüzde bir-iki oy alan partiye de ben değer veririm; sonuçta önemli bir oy eder. O kadar yurttaşımızın siyasî görüşü temsil edilir. Bunu Meclis’e sokamıyorsunuz; o zaman Meclis’e sokmak için bir aracıya ihtiyaç var, o da seçim ittifakıdır...

BİRLEŞMEDEN DOĞAN SIKINTILAR AŞILDI,

AŞILIYOR…

Soru: Köklü bir geleneği temsil ettiği halde mevcut durumda sıkıntılı olan DP nasıl yeniden ayağa kalkabilir? DP’nin, önemli bir kısmı iktidar partisi başta olmak üzere başka adreslere kayan kendi tabanı ve kitlesiyle yeniden buluşup kaynaşmasını netice verecek bir yuvaya dönüş harekâtı başlatması ve buna uygun politikalar izlemesi gerektiğini siz de belirtiyorsunuz. Bu konuda neler yapılabilir?

Cevap: Aşağı yukarı üç senelik bir süreç içinde bu parti üç tane kongre yaptı; müthiş bir başarıdır. Bu üç kongre kavgasız, gürültüsüz, entrikasız üç kongredir. Son kongremizde üç liste çarpıştı. En ufak bir kavga, en ufak bir gürültü olmadı. Bir takım itirazlar orada çözüldü.

Saadet Partisi’nin başına gelenlere baktığınız zaman bunun ne kadar önemli olduğunu bir kere daha görüyorsunuz. Demek o gelenek, görenek, partinin taban gücü devam ediyor; ve bin delegenin 900’ü geldi, genel başkanlık seçimi olmadığı halde.

Demokrat Parti, partinin tabanında var. Fazla tahlile gerek yok. Siyaset boşluğu kaldırmıyor. İnsanlar oy vermeyi severler ve onu bir görev de sayarlar. Bizim seçmenimiz çok ahlâklıdır. Geleneğimiz var.

Demokrat Parti’nin önündeki engel, bütün birleşmelerde olduğu gibi, birleşmeden doğan bir takım tutarsızlıklar, sıkıntılar, uzlaşmazlıklar olabilir; bunları aşmaya çalışıyor. Aşağı yukarı yüzde 80’ini aştı. Bunu aşıp bu bütünleşmeyi sağladığımız zaman, o oturduğumuz tabandan bu sefer yukarıya doğru çıkmaya başlayacağız. Yani su basmağı gibi bir hâdise, yukarı çıkarız…

Demokrat Parti ayağa kalkmıştır. Demokrat Partinin oy tabanı zamanla geriye gelecektir...

En son Yeni Asya aracılığıyla mesajınız nedir?

Yeni Asya’daki bütün kardeşlerime, yıllardır birlikte omuz omuza demokrasi, hak ve hukuk mücâdelesi yaptığımız arkadaşlara selâm ediyorum. Ve hepsine hayırlar diliyorum…

Cevher İLHAN

26.07.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (25.07.2010) - Terörü DP bitirmişti, yine o bitirir

  (22.07.2010) - Çocuklar, uçurtma sayesinde tabiatla buluşuyor

  (20.07.2010) - MÜFTÜ SÜLEYMAN KÜÇÜK: HAFIZLIK EĞİTİMİNDE SIKINTI VAR

  (19.07.2010) - Reformları yavaşlatmak darbecilere cesaret verdi

  (12.07.2010) - Millî Şef döneminde birçok aile göç etti

  (08.07.2010) - Yeni Asya arşivi burada saklı

  (05.07.2010) - YAŞ, güven tazeleme fırsatı olabilir

  (28.06.2010) - Terörden beslenenler demokratikleşme istemiyor

  (23.06.2010) - Farklı olmak kazandırdı

  (21.06.2010) - ORTADOĞU BÜYÜK BİR ALT ÜST OLUŞ YAŞIYOR, TARİH YAZILIYOR


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.