Bizleri tek bir cinsiyet olarak yaratıp da yalnız bırakmayan, erkek ve kadın şeklinde, iki ayrı cins halinde yaratan Hâlık-ı Rahîme hamd olsun.
O sadece insanı değil “her şeyi çift yaratmıştır”.1 Bu, bir bakıma Allah’dan başka her şeyin, tek başına tam değil, noksan olduğu anlamına gelir. İnsan da böyledir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (asm): “Kadınlar, bir bütünün yarım parçası olan erkeklerin, diğer yarım parçasıdırlar” buyurarak2 kadın ve erkek konusunda da üstünlükten veya eşitlikten değil, tamamlamaktan söz etmiştir. Nasıl ki, “Vida somuna eşit midir, hangisi daha üstündür” diye tartışılamazsa, erkek ve kadın arasında da eşitliğin tartışılması yerine, görev ve sorumlulukların tartışılması gerekmektedir. Zaten erkek mi, kız mı olacağına insan kendisi karar vermiş ve tercih etmiş olmadığından bununla övünmesi, karşı cinsi küçümsemesi mümkün değildir.
***
İnsanlar dünyaya bir anneden doğarak gelirler. Erkek olsun, kız olsun, hepsi kadınların kucağında büyürler. İlk ve en temel terbiyeyi de, ya bir anne veya nine, yahut bir dadı, ama çoğu kez bir kadın eliyle alırlar. Dolayısıyla toplumların “gerçek mühendisleri” kadınlardır.
Müslüman toplumlarda kadınlar, aile içindeki görevlerinin yanı sıra, duygusal dikkatlerinin de bir başarısı olarak doğum, nişan, düğün, sünnet, ölüm, geçmiş olsun, hayırlı olsun ziyaretleri gibi birçok dinî veya sosyal faaliyetlerde, komşu, akraba ve diğer ailelerle ilişkilerde belirleyici ve koordine edici bir görev üstlenmişlerdir. Onlar “Müdîr-i Dâhilîdirler” ve toplumdaki bu rollerini en etkili şekilde aile kurumu üzerinden ifa ederler.
Madem toplumun çekirdeği ailedir. Ve madem aileyi “dişi kuşun yapması” fıtratın bir gereğidir. O halde bir kadının, aile içindeki bu vazgeçilemez fıtrî rollerinden tavizler vererek, hanımlık, annelik gibi aslî görevlerini aksatma pahasına toplum içinde başka roller edinme yarışına girmesi ne kadar doğrudur? Bir koltukta iki karpuz ne kadar taşınabilir? Bir süreliğine taşımak mümkün olsa bile illa biri düşecek ve evlerimiz “yuva” olmaktan çıkıp “otele” dönüşecektir.
Hayatta hangi işe el atmışsak bu tercihimiz, bir başka önemli şeyi terk etmek zorunda kalmakla sonuçlanmış değil midir?
Ne kadar ilginçtir ki, İslâm, hangi durumda olursa olsun, hiçbir kadına nafaka, yani kendisi dâhil, birilerinin geçimini temin etme sorumluğunu yüklememiştir. Şayet nafaka ile mükellef tutulacak erkek akraba da kalmamışsa bu görev yine kadına verilmemiş, devlete yüklenmiştir. Hatta bebeğin nafakası süt olduğundan, Hanefî Mezhebinde bebeğini emzirmesi için anneyi zorlamak bile, hukûken mümkün görülmemiştir. Peygamber Efendimiz (asm), kız çocukları para kazanmayınca yük olur gibi bir düşünceyi reddetmek üzere “Kızların babasının rızkına bereket düşer” buyurmuştur.3
Yüce Rabbimiz, “Ev Hanımlığı”nı kariyerden saymayanlara da, cenneti sadece annelerin ayakları altına sererek4 kendi katındaki en yüksek kariyerin de ne olduğunu göstermiştir.
Demek yüce dinimiz, kadının aile içindeki görevini, yapabileceği diğer başka görevlerden üstün tutmuş, getirdiği düzenle onu evinden uzaklaşmaya mecbur bırakacak işleri, onun zayıf omuzlarından kaldırmayı hedeflemiştir.
İşte toplumların aile sayesinde, ailenin de fedakâr hanımlar ve anneler sayesinde korunduğunu fark eden sözde Toplum Mühendisleri, karşılarında en büyük rakip olarak aile kalesini bekleyen bu şefkat kahramanlarını gördüklerinden, onların bu ulvî görevini önce “Ev hapsindeler” diye aşağılamış, sonra da “kadının özgürleştirilmesi, kimseye muhtaç olmadan kendi ayakları üzerinde durabilmesi, sosyal ve ekonomik hayata daha fazla katkı sunabilmesi” gibi parlak sloganlarla karargâhtaki nöbet yerlerinden onları uzaklaştırmıştır. Medya arşivleri incelenirse, tâ Tanzimattan bu yana son bir yüzyılı aşkındır bu telkinlerin yapıldığı görülecektir.
İlâhî vahye kulağını tıkayıp sadece aklına güvenenler, insanlığın tarihî tecrübesini bile dikkate almayanlar, kadının fıtratına uymayan yeni rollerle, güya “modern bir toplum” inşa etme heveslerinin faturasını, belki de bütün dünyaya pahalıya ödeteceklerdir. Günümüz Batı Dünyası, “Kadın Hürriyeti” fırtınalarıyla yıkılmış aile ocağının başına oturup bu enkazı nasıl kaldıracağını şaşkın şaşkın düşünmeye başlamıştır.
Zira bir şekilde evinden uzaklaşan kadın artık bir daha geri dönememektedir.
Ekonomik özgürlük, kadınları iş hayatına yönelterek insan kaynağını kısa vadede arttırırken, uzun vadede insan kaynağını kurutmakta, çalışan kadını bir veya en çok iki çocuğa annelik yapmakla yetinmeye mecbur bırakmaktadır. Bireysel özgürlük ise, dozu aşırı yüklendiğinde aile kurma isteğini yok etmekte, kurulmuş aileleri de parçalara dönüştürmektedir. Bu yol, ışıltılı, fakat çıkmaz bir sokaktır.
Bediüzzaman Hazretleri, yüz yılı aşkındır ifsat komiteleri tarafından yapılan telkinlerle artık mütedeyyine hanımlar tarafından bile kanıksanmaz hale gelen bir ezberi bozarak asrın başında durup şu çağrıyı yapıyor: “Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli!”5
Atalarımızın: “Ana gezer, kız gezer; bu çeyizi kim düzer” dediği gibi ailede herkesin gözü ve işi dışarıda olursa bu yuvaları kim bekler? Bundan daha önemli hangi toplumsal görev veya katkı olabilir?
Cihad için de olsa mümkün değil mi, diye düşünenler Rasûl-ü Ekrem (asm) Efendimize kulak verseler cevabı görecekler: Erkeklerin cihada gittiklerini, ama kendilerinin bu büyük sevaptan mahrum kaldıklarını söyleyen hanımlara Efendimiz (asm): “Sizden her kim evinde oturursa o, Allah yolunda cihad edenlerin ameline ulaşır”6 buyurmaktadır.
Müslüman hanımlar “Ey Peygamber Hanımları! Evlerinizde oturun. Eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın”7 âyetini unutmuş görünüyorlar. Âyet-i kerimedeki “Vekarne” kelimesi “vakarla otursunlar” yahut “oturmakta sebat etsinler” anlamlarını ima edecek mahiyettedir. Elim Cemel Vak’ası sonrasında Hz. Aişe (r.a) Annemiz, bu âyet-i kerimeyi ne zaman duysa ağlarmış.
Yine de gözünü dışarıya dikmiş ve bir te’vil arayanlara ise Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz: “Kadın avrettir. Evinden çıktığında şeytan onu karşılar. Kadının Rabbine en yakın olduğu zaman, evinde olduğu zamandır”8 buyuruyor mu?
Evleri, Müslüman hanımların kalesidir; hapishanesi değildir. Sokaklar ise onlar için Şeytanların cirit attığı yerlerdir. Fakat ne yazık ki İslâm Dünyası, Meşrûtiyetin İlânından bu yana “Kadın Meselesini” çoğu zaman güya “Tesettür Meselesi”nden ibaretmiş gibi ele almıştır. O yüzden şimdi tesettürlü, ama erkeklerle ihtilâttan çekinmeyen, makyajını eksik etmeyen, kariyer ve işine eşinden ve çocuklarından daha çok “zaman veren” Yeni Müslüman Hanım tipi ortaya çıkmaya başlamıştır.
Oysa asıl halledilmesi gereken mesele, kadınların yukarıdaki aslî görevlerini en güzel şekilde yapmalarını sağlayacak şekilde, tahkikî bir iman temeli üzerinde, onların fıtratlarına uygun bir talim ve terbiye olmalıdır. Küçülen ve çekirdeğe indirgenen yeni aile yapısı içinde “yalnızlık hissedenlere” de meşrû sosyal alanlar açılmalıdır.
Dipnotlar:
1- Zâriyât Sûresi 51/49.
2- Ebû Davûd, Tahâret, 94; Tirmizî, Tahâret, 82.
3- B. Said Nursî, Hanımlar Rehberi, 23.
4- Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I/401.
5- B. Said Nursî, Sözler, Lemaât.
6- İbn’ül Esir, Üsdü’l Ğâbe, VII/311.
7- Ahzab Sûresi 33/32-33.
8- Tirmizî, Radâ, 18.
***
Abdurrahman Aydın kimdir?
1972 İnebolu doğumluyum. İmam Hatip Lisesini İnebolu’da okudum. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden 1995’de mezun oldum. DİB Haseki İhtisas Eğitim Merkezini 1999’da bitirdim. 20 Yıllık görevim esnasında sırası ile Şenpazar’da Kur’ân Kursu Öğreticiliği, Kırşehir’de İmam Hatiplik, İzmir’de Vâizlik, Maden, Türkeli ve halen Bozkurt’da Müftülük görevine devam ediyorum. Evli ve iki çocuk babasıyım.