Asırlar boyunca pek çok mutasavvıfın maddî boyutları aşıp zaman ve mekânı geride bıraktığına dair pek çok menkıbe ve hikâye anlatılır.
Özellikle tasavvuf tarihi, yalanlanması mümkün olmayan, daha doğru bir ifadeyle yalan söyleme ihtimali bulunmayanların sayısız yaşanmış örneklerini verir. Acaba maddî sınırlarla çevrelenmiş, zamanın kayıtlarını aşamayan insan, mânâ, gayb/metafizik âlemle nasıl irtibat kurabilir?
Kur’ân ve Sünnet’ten beslenen tasavvufî kavramlardan olan seyr u süluk, insan ruhunun; gayb/metafizik âlemlerde seyahatle olağanüstü manzara ve olayları görmesidir. Aslında küçük yaşlardan olgunluk yaşına, yani ilkokuldan üniversiteye kadar hayatımız boyunca sürdürdüğümüz eğitim de bir çeşit seyr u süluktür. Hatta beşikten mezara kadar bir eğitim, terbiye ve ilim süzgecinden geçer, ruhî/duygusal fikri tekâmülle olgunlaşır, hassasiyet kazanırız.
Duygularını “akıl, kalp, vicdan, his, lâtife,” yani nefsini terbiye edip temerküz etme kabiliyeti kazanan, ruhunu tefekkür, ibadet, virt, zikir, tespih, şükür”le tekâmül ettiren, seyr u süluka çıkabilir. Dünyevî, maddî geziler sermaye ve bilgi gücüne göre, otobüs, otomobil, tren, gemi, uçakla yapıldığı gibi, manevî âlemlerdeki gezi ve gözlem de “imân gücü, zikir, fikir, şükür” birikimine göre yapılıp yükselişe geçilir.
Cenâb-ı Hak, gizli hazinelerinin ve bazı sırlı hakikatlerin bilinmesi için kâinatı İlâhî san’atlarla bezeyerek “Hikmet” isminin müzesi, fuarı, sergisi yapmış, tefekkürhaneye çevirmiş.