Adamın birisi malı, mülkü, zenginliğiyle övünüyordu: “Şurada bir villam var, filân şehirde bir çiftliğim var, falan belde de bir apartmanım var!”
Ona: “Öbür tarafta neyin var, oradaki köşk ve çiftliklerden haber ver!” diye sorulduğunda suspus olur.
Özellikle şu vecizeyi her zaman görebileceğimiz bir köşeye çerçeveletip asmalıyız:
“Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı taktirde fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!”1
Resmî bir dairede, çalışan bir müdür, kendisine tashsis edilen araba, makam, oda, personel ile, “Bunlar benimdir!” diye övünebilir mi? Başkasının inşaatında, tarlasında çalışan bir usta, bir işçi “Bu bina, bu tarla benimdir!” diye onlarla kibirlenebilir mi? “Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san’atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için, yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut, hâvi olduğu garib san’at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan, ancak bir tane insana aittir.”2
Yapmadığımız, almadığımız, üstelik başkasının verdiği bir şeyle, “Benimdir, ben yaptım, ben kazandım” diye nasıl övünebiliriz? Övgü ve sena, medih ve teşekkür onları bize ihsan edene olmalı değil mi?
Evet, övgü değil, Duha Sûresi’nin 11. Âyet-i kerimesinin mealine göre şunu yapabiliriz, hatta yapmalıyız: “Rabbinin sana olan nimetlerini herkese anlat da anlat!”3
Şimdi bana verilen sayısız nimetlerden bir kısmını anlatayım:
Allah beni kendine kul ve muhatap kabul etti; taş, toprak, bitki, hayvan, değil insan yarattı…
Allah bana ruh verdi, akıl verdi, kalb verdi, vicdan verdi, sevmek verdi, şefkat verdi, korku verdi (hayatımı muhafaza ediyorum) yüzlerce müsbet/pozitif-menfi/negatif duygu verdi, his verdi, lâtifeler verdi, beden verdi, göz verdi, kulak verdi, dil verdi, mide verdi, ciğer verdi, böbrek verdi, hülâsa sağlam iç-dış organlar verdi, uzuvlar verdi…
Allah bana peygamber gönderdi, kitap indirdi, onları tanımayı nasip etti, hidayet verdi, Müslümanlık verdi… Onlar olmasaydı ben ne olurdum!?
Allah, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’nin bu zamandaki iman, ibadet, ahlâk, ukubat meselelerini; sosyal hayat düsturlarını, hizmet metotlarını; içtimaî, siyasî ölçü, prensip, stratejilerini, izah ve ispat eden; ruh/duygu ve nefis terbiyesini gerçekleştiren, bütün suallerimi cevaplandıran, ahirzamanın dehşetli şahısları Deccal/Süfyan’ı, beklenen en büyük müceddidi ve mehdiyi tanıtan Risale-i Nur gibi bir nimeti verdi, hizmetini ihsan ederek omuzuma koydu!
Risale-i Nur’u tanımasaydım, şimdi kimin peşinde olacaktım?
Verdiği nimetleri anlatmak için bir köşe değil, bin köşe, bin kitap bile yetmez! Haza, min fadli Rabbi!
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 122. 2- a.g.e., s. 57. 3- Duha Sûresi, 11.