Hayatın gerçekleri bazen suratınıza şamar gibi iner. Kısa bir şok hali yaşarsınız.
Sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi hayatınıza kaldığınız yerden devam etmeye çalışırsınız.
İstanbul trafiği malûm; belirli saatlerde eve dönüş sırasında, aracınızda seyir halinde giderken işte o korkunç gerçek yüzünüzde bir kırbaç gibi şaklar. Yolun kenarında, Suriyeli bir çocuk, kucağında kardeşi olduğu anlaşılan minik çocuğu avutmaya çalışıyor. Sürekli ağlıyor çocuk.
Çocuk, kardeşi olduğu anlaşılan miniği ayaklarına doğru uyutmak için yatırıyor. Ayağını uzattığı yerde ise araçlar vızır vızır geçiyor. Yani, araç kazara otobanın sol tarafına seyirtse çocuğun ayağı paspas gibi olacak.
Biraz ileride yine Suriye’li olduğu anlaşılan çocuklar bir elinde su şişesi olduğu halde satmaya çalışıyor. Oturan akranıyla ilgilenmiyor bile. Gözleri, otomobilin içindeki muhataplarına dikmiş, suyu satma telâşında.
Öte yanda camınıza yapışan saçı/başı dağınık bir kız çocuğu Türkçe “para” diyebiliyor size… Bozukluk vererek başınızdan savıyorsunuz.
Ya sonra?
…
Bir yanda görmek istemediğimiz vahim, ama bir o kadar da gerçek görüntüler.
Bir yandan da içinde bulunduğumuz durum.
Halimize şükretmekle iş bitmiyor. Ya onların durumu?
Şundan eminim, araç sahipleri bir bahane bulsa, hemen o çocuklara yardım edecek.
Ama iş öylesine karmaşık ki; yardım edecek durum hem var, hem de yok. Suriyeli mültecilerle ilgili medyada çok olumsuz haber çıkıyor ki, bu durum yardım yapmayı da engelliyor bir bakıma. Hal böyle olunca, insanlarımız korkuyor ve ürküyor.
İşte burada önemli bir kırılma noktası yaşıyoruz.
İnsanımız yardım kuruluşları sayesinde dünyanın birçok ülkesine yardım yapmaktadır.
Toplum olarak “sosyal yardımlaşma” ve “dayanışma”nın en güzel örneklerini tarihimizde görmek mümkün… Meselâ, fakirleri ağırlama, konuk ağırlama, ve yardımlaşma konusunda tarihimizde öylesine çok örneklere rastlamak mümkün.
Meselâ İbn-i Battuta Seyahatnamesi’nin Anadolu ile ilgili kısmında Ahi Teşkilâtının misafirperverliğinden geniş olarak bahsettiğini, Araştırma Görevlisi Nihat Yazılıtaş’tan öğreniyoruz.
İbn-i Faldan Türk misafirperverliğini “Müslüman bu şekilde arkadaşının yanına gelince, arkadaşı onun için kubbe şeklinde bir çadır kurar, imkânı elverdiği nispette ona koyun takdim eder… Misafir olan Müslüman yoluna devam etmek isteyince, hayvanlarından yola devam edemeyecekler bulunur veya bir şeye ihtiyacı olursa, yola tahammül edemeyecek hayvanları Türk arkadaşının yanına bırakır, onun develerinden, hayvanlarından ve malından ihtiyacı olanı alıp yoluna devam eder.” diyerek bir tesbitte bulunmuş. (a.g.y., Türk Toplum Hayatına tarihi bir bakış, s.166)
Bir de “konuk evleri”ni hatırlayalım. Misafirlerin ihtiyaçlarını birebir gören bir düşünceye sahibiz. Bu genlerimizde var. Ancak; asırlar başkalaşınca, toplumsal hayatta bazı yozlaşmalar da beraberinde geldi. Meselâ, sanayileşme ve şehirleşmeyle birlikte düşünce yapımız ve kültürel dokumuz yavaş yavaş farklı alanlara kaydı.
Yani, bizim yapımızda hayatın her safhasında sergilenen sosyal yardımlaşma elbetteki tarihimizde yerini almıştır… Ancak bu sosyal yardımlaşma damarı ne yazık ki, dumura uğruyor gibi.
Suriye gerçekleri, işte bu yüzden yüzümüze bir tokat gibi patlıyor.