Yazar Mehmet Ali Başaran, ziyaret ettikleri Afgan ailesinin yaşadığı zorlukları anlatırken, "Irkçılık, pis bir hastalıktır! Doktor değilim, ama kolay bulaştığı belli olan bu hastalığa yakalanmış kişilere şehirlerden bir süre uzaklaşıp yaşam ve ölüm üzerine biraz tefekkür etmelerini tavsiye ederim" diyor.
Yazar Mehmet Ali Başaran, kendi bloğunda kaleme aldığı ‘Irkçılık Salgını’ başlıklı yazısında ziyaret ettikleri Afgan ailesinin yaşadığı zorluklar için ‘gitmek ve görmek lâzım’ diyor. Başaran, ‘Yaşadıkları yoksulluğun üstüne ırkçılık salgınına uğrayan mülteciler’ diyor ve ‘Irkçılık, malûm, pis bir hastalıktır’ diye ekliyor. Yedi kişilik ailenin 3 aydır şehrin merkezinde susuz bırakıldığını anlatan Başaran, ‘Bu eşitsizlik, bu açık ayrımcılık neden?’ diye soruyor. Yazısında insanlığa da dokunan Başaran, “Biz, şu üç günlük dünyanın vârisleri, yarınların emanetçileri, ademoğulları ve kızları, kısa bir konaklamadan sonra bu diyardan göçüp gidecekler... Biz sadece üst solunum yollarında enfeksiyona yol açan salgınlarla değil, çok daha çetinleriyle, yüreklerde ve zihinlerde enfeksiyona yol açıp hayatı çürütenleriyle mücadele etmeliyiz ki insan olabilelim, insan kalabilelim. Zulmün müsebbibi egemenlerle hesaplaşmak yerine kin ve düşmanlıklarını mağdur, mazlum, gariban mültecilere yöneltmek, onları günah keçisi ilân edip ötekileştirmek, linç etmeye kalkışmak zavallılık değil de nedir?” ifadelerini kullanıyor.
‘Irkçılık salgınından ötürü zulme uğruyor mülteciler’
Şöyle başlıyor Başaran’ın yazısı: “Geçen akşam iki aile, çoluk çocuk, bir araya geldik ve Trabzon’da yaşayan bir Afgan aileyi ziyarete gittik. Gayyum Nourzayi. Biri engelli altı çocuğu ve eşiyle yaşadığı bodrum katındaki evin ihtiva ettiği yoksulluğu tarif etmek kolay değil. Kitaplar, filmler tam olarak anlatabilir mi, zannetmiyorum. Gitmek ve görmek lâzım. Gitmek ve koklamak. Gitmek ve halılı-halısız o yerlere basmak lâzım. Gitmek ve pencereleri örtmeyi beceremeyen perdelerin hangi veballeri örttüğünün ayırdına varmak lâzım. Gitmek ve içi bomboş buzdolaplarından ayaklarınızın ucuna patır patır dökülen “çürümüş” âyet ve hadis parçalarına dokunmak lâzım. Gitmek ve o insanların gözlerine bakmak, hiç değilse “içindekiler” kısmına şöyle bir göz atmak lâzım. Gitmek ve bir yaşındaki, üç yaşındaki, beş yaşındaki o masum yavruların “günahına” kısa bir misafirlik boyunca olsun, ortak olmak lâzım. Gitmek ve çocukların gözlerindeki şaşkınlığın, üstlerine başlarına sinmiş “usluluğun” tefsir dersine katılmak lâzım. Gitmek ve medeniyetimizin vitrinlerini geçip ardiyesine inmek lâzım. Yürek burkan sefaleti iki satırla geçmek bile kolay değilken, demini alsın veya almasın, insanlar bu sefaleti 10 yıllar boyu yaşıyorlar ne yazık ki. Adlarına mülteci veya muhacir dediğimiz insanların çocukları tam teşekküllü bir yoksunluğun içine doğuyor, hayata beş sıfır geriden başlıyorlar. Hal böyleyken bir de dönem dönem ivme kazanan ırkçılık salgınından ötürü zulme uğruyor mülteciler. Kadere bakın!”
Irkçılığın tehlikeleri
Irkçılık hastalığına yakalananları, ‘Yüreklerindeki merhamet değerlerine baktırsınlar, kalplerini kontrol ettirsinler diye uyaran Başaran şöyle devam ediyor: “Irkçılık, malûm, pis bir hastalıktır! Doktor değilim, ama kolay bulaştığı belli olan bu hastalığa yakalanmış kişilere bol bol su içmelerini, güneşe çıkmalarını, kentlerden bir süre uzaklaşıp doğa ile hemhal olmalarını ve doğum, yaşam ve ölüm üzerine az biraz tefekkür etmelerini tavsiye ederim. Yüreklerindeki merhamet değerlerine baktırsınlar; ya kalmamıştır ya da çok azdır. Kalplerini kontrol ettirsinler, belli bir oranda taşlaşmayla karşılaşabilirler. Empati kurma yetilerini ya tümüyle ya da kısmen kaybetmiş olabilirler.
Geçen aylarda ırkçılık salgınına yakalandığı için saçma sapan açıklamalarda bulunan bir belediye başkanı Türkiye’de gündem olmuştu. Bu salgın, parti, ideoloji, coğrafya ayrımı yapmadığı için isimlere takılmak gereksiz. Bu hastalığın nasıl etkiler doğurduğuna, ne gibi tehlikelere gebe olduğuna örnek teşkil etmesi bakımından alıntılamakta fayda görüyorum. Bir şehri yönetme yetkisini devralmış kişinin ağzından, üstelik kameralar önünde çıkan sözleri: “Yabancı uyruklu kim varsa abonemiz olan, su fiyatlarına, katı atık ücretlerine başta olmak üzere bazı ücretlerde 10 kat zam yapacağız. Gitsinler istiyoruz.”
Trabzon’da tanıştığım mazlum dostu arkadaşım “hadi gel, bu akşam birlikte bir mülteci aileyi ziyaret edelim” demese, ben Gayyum Nourzayi ve ailesini tanıyor olmayacaktım. Yine de bu yazıyı sadece onları tanıdığım için yazıyor değilim. Irkçılık salgını kişileri ve kurumları her yerde az ya da çok etkisi altına alıyor, bunun güncel bir örneğine şahitlik ettim. Eh, bendeniz de, “hesap sormazsa kalemin, ellerinle kır onu” diyen yazarlar arasında olmanın nimetine ve külfetine talibim.”
3 aydır şehrin merkezinde susuz bırakılmak
Başaran yazısının son bölümünde şu acımasızlığa değiniyor: “Trabzon’da bir yer kiraladınız, en temel ihtiyacınız olan suyu kullanmak için TİSKİ’ye (Trabzon İçme Suyu Ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü) müracaat etmeli, abone olmalısınız. İnternet sitesinde gerekli belgeler yazılı. Eğer yabancı iseniz, orada nedense yazılmamış, ayrıca kefil de bulmalısınız. Üstelik bulmanız gereken Türk vatandaşı olmak zorunda. Söz konusu, su, hayat kaynağı. Kişi her şartı yerine getirir, faturasını ödemezse suyu da kesilir. İlâve bir güçlüğe neden gerek görülmüş? Bu eşitsizlik, bu açık ayrımcılık neden? Cevabı yukarıdaki zihniyette gizli. Yedi kişilik bir aile, depozito dahil tüm evrakları hazır, kefil bulamadıkları için 3 aydır şehrin merkezinde susuz bırakılıyor. Su sayaçları da yetkililerce sökülmüş ayrıca. Ben hukukçuyum, inanmadım, “delil isterim”, dedim. Arkadaşım yanımda aradı TİSKİ’yi, görüşmeyi kurum da ben de kayıt altına aldık. Gerçek bu. “Ama” diyerek insanı değil devleti “yaşatacak”(!) abilere, ablalara önden şu bilgiyi de vereyim: Bu mülteciler Göç İdaresi’ne kayıtlı insanlar.
Zavallılık değil de nedir?
Başaran yazısını şu ifadelerle noktalıyor: “Biz, şu üç günlük dünyanın vârisleri, yarınların emanetçileri, ademoğulları ve kızları, kısa bir konaklamadan sonra bu diyardan göçüp gidecekler… Biz sadece üst solunum yollarında enfeksiyona yol açan salgınlarla değil, çok daha çetinleriyle, yüreklerde ve zihinlerde enfeksiyona yol açıp hayatı çürütenleriyle mücadele etmeliyiz ki insan olabilelim, insan kalabilelim. Hatırlatmakta fayda var: Hangi anne babanın çocuğu olarak nerede doğacağımızı biz seçmediğimiz gibi küresel emperyalizm – kapitalizm, savaş felâketleri, modern kölelik gibi köklü, kadim sorunların sebebi de değiliz. Zulmün müsebbibi egemenlerle hesaplaşmak yerine kin ve düşmanlıklarını mağdur, mazlum, gariban mültecilere yöneltmek, onları günah keçisi ilân edip ötekileştirmek, linç etmeye kalkışmak zavallılık değil de nedir? Zulmü ortadan kaldırmaya gücü yetmeyenler, bu yolda bir taş atacak, azcık da olsa dayanışmada bulunacak mecali veya yüreği olmayanlar, size söylüyorum: Düşün mazlumların yakasından! Gölge etmeyin, başka ihsan istemez.”