"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

‘M. Kemal’e dost olmadığım için hücum ediyorlar’

09 Aralık 2011, Cuma
Said Nursî: Bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal'e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebepler bahanedir.
“M. Kemal’e dost olmadığım için bana hücum ediyorlar”

ELLE ÇOĞALTILAN 600 BİN ESER
Böylece, “ilerleme” adına dine cephe alan yeni rejimin idarecilerinin, dinin hayatımızdaki tesirlerini tamamen silme gayretlerinin bütün hızıyla devam ettiği bir zamanda, Bediüzzaman’ın eserleri gerçek bir ihtiyaca cevap verdi. Ve onun “sürgün”e gönderildiği beldelerden başlayarak, kısa zamanda bütün yurda yayıldı. Harf inkılâbının yapıldığı bir Türkiye’de, Osmanlıca harflerle yazılan eserler elle çoğaltılarak, 600 bin gibi inanılmaz bir tiraja ulaştı.
Eserlerin böylesine sür’atle ve yaygın bir şekilde benimsenmesi, rejimin hesaplarına hiç de uymayan bir “dinî canlanış” vakıasını ortaya çıkarınca, “tedbir” cihetine gidilmek istendi. M. Kemal’in sağlığında açılan Eskişehir mahkemesi, ardından Said Nursî’nin Kastamonu’da mecburî ikamete tâbi tutulması ve peşi sıra 1944’te açılan Denizli Mahkemesi, bu tedbirler cümlesindendi. Başlangıçta “gizli cemiyetçilik, rejimin temel nizamlarını değiştirmeye teşebbüs, tarikatçılık, dini siyasete âlet etmek” gibi ithamlarla işe girildi. Ama mahkemelerde bu iddiaların hiçbiri ispatlanamadı.

“BEŞİNCİ ŞU”
Ve Denizli Mahkemesine gelindiğinde, bu ithamlara, Bediüzzaman’ın “Beşinci Şuâ” isimli eserinde M. Kemal için “deccal, süfyan, din yıkıcısı” dediği ve bunu “hadislerle ispatladığı” iddiası eklendi. “Beşinci Şuâ”nın hiçbir yerinde M. Kemal’in ismi geçmiyordu ve bu eser tamamen, “ahirzaman”la ilgili hadislerin izahından ibaretti. Üstelik eser, yeni Cumhuriyet rejimi kurulmazdan çok önce kaleme alınmıştı. Ama “Beşinci Şuâ”da yapılan bazı yorumlar rejimin tatbikatına tam tamına uygun düştüğü için, “işgüzar” savcılar hemen “isimlendirme”yi yapmış; eserdeki izahlarla rejimin tatbikatı arasındaki paralelliklere dikkat çekerek, iddianamelerini ona göre tanzim etmişlerdi.

DEHŞETLİ ADAMIN MUHABBETİ”
Aslında Said Nursî, ahir zamanla ilgili hadisleri görüp de izahını yapamadıklarından şüpheye düşenlerin “imanını vikaye” için cumhuriyetten çok önce yazdığı bu eserini, cumhuriyet sonrasında uzun süre gizlemiş, kimseye vermemişti. Ancak ardı arkası kesilmeyen aramalar sırasında, “Beşinci Şuâ”da emniyetin eline geçmiş ve bilâhare, Bediüzzaman aleyhinde bir itham malzemesi olarak kullanılmak istenmişti. Bütün gizleme gayretlerine rağmen eserin ortaya çıkmış olmasını kader noktasından değerlendiren Said Nursî, talebelerine yazdığı mektuplardan birinde şöyle diyordu:
“Risale-i Nur’un en mahrem parçaları, en nâmahremlerin ellerine geçmek ve en mütekebbirlerin başlarına vurmak ve en baştakilerin yanlışlarını göstermek için ‘Sırran tenevveret’ perdesinden çıktı. Şimdiye kadar mesele küçültülmek isteniyordu. Fakat nasılsa bildiler ki, mesele pek büyüktür ve ehemmiyetle celb-i dikkat ise Risale-i Nur’un parlak fütuhatına ve düşmanlarına da hayretle kendini okutmasına yol açar” 25
Bir başka ilginç mektupta ise şu ifadeler vardı:
“Bütün mekteplerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve ispat eden Risale-i Nur geçmesi, kemal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur.” 26

“SEVMEMEK SUÇ MU?”
Bediüzzaman, “Beşinci Şuâ”nın gündeme gelmesiyle beraber, M. Kemal’i ve icraatını mahkeme müdafaalarında açıkça tenkit etmeye başladı. Bilhassa Afyon Mahkemesindeki müdafaalarında bunun çokça misali vardır. İşte birkaç örnek:
“Bir dehşetli kumandan deha ve zekâvetiyle, ordunun müsbet hasenelerini (iyiliklerini) kendine alıp ve kendinin menfî seyyielerini (kötülüklerini) o orduya vererek, o efrad adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdiği ve seyyiesini o ordu efradına isnad ederek, onların adedince seyyieler hükmüne getirdiğinden, dehşetli bir zulüm ve hilâf-ı hakikat olmasından, ben kırk sene evvel beyan ettiğim, bir hadisin o şahsa vurduğu tokada binaen, sabık mahkemelerimizde bana hücum eden bir müddeiumumiye dedim: ‘Gerçi onu hadislerin ihbarıyla kırıyorum; fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye ederim. Sen ise, bir tek dostun için, Kur’ân’ın bayraktarı ve âlem-i İslâmın kahraman bir kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hasenelerini hiçe indiriyorsun’ dedim. İnşaallah o müddeî insafa geldi, hatadan kurtuldu.” 27
“Ayasofya’yı puthane ve Meşihatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî, kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz.” 28
“Bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’ân ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılınçlarının yadigârı olan Ayasofya Camiini puthaneye ve Meşihat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olması imkânı var mı?” 29

İNKILÂPLAR
Güçlü bir hukuk temeline dayanan bu müdafaa ve tenkitlerin yanı sıra, Said Nursî, Halk Partisi ileri gelenlerini, inkılâpların meydana getirdiği tahribatı tamire dâvet etmekten de geri durmuyordu. CHP hükümetlerinde içişleri bakanlığı yapan Hilmi Uran’a, parti genel sekreterliği görevinde bulunduğu sırada ve tek parti rejiminin de sonunun yaklaştığı bir dönemde yazdığı bir mektupta şunları söylemişti:
“Siz, şimdiye kadar gelen inkılâp kusurlarını üç-dört adamlara verip, şimdiye kadar umumî harp vesair inkılâpların icbarıyla yapılan tahribatları—hususan an’ane-i diniye hakkında—tamire çalışsanız, hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve ahirette büyük kusurlarınıza keffaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek, milliyetperver, hamiyetperver namına müstehak olursunuz.” 30
Halk Partisi yöneticileri, bu dâvete ne yazık ki müsbet bir cevap vermediler. Aksine, “inkılâpların bekçiliği” görevini daha da hararetli bir şekilde üstlenip, tahribatlarına devam ettiler...

M. KEMAL’E DOST OLMADIĞIM İÇİN HÜCUM EDİYORLAR
Bediüzzaman’ın, M. Kemal’le ilgili ilginç mektuplarından biri de, Emirdağ Lâhikası’nın birinci cildinin sonunda yer alıyor. Bu mektubunda şöyle diyor:
“Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi: Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükümetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadis-i şerifin ihbarıyla ‘Kur’ân’a zararlı öyle bir adam çıkacak’ dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.
“Evet, çok emarelerle bildik ki, bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebepler bahanedir.” 31
 
LOZAN’DAKİ PAZARLIKLAR
Büyük Doğu dergisinden iktibas edilerek Emirdağ Lâhikası’nın ikinci cildine alınan bir bölüm de, bu çerçevede ilginçtir. Said Nursî’nin, “Risale-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadis-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hadiseyi tasdik eden bir vesika” olarak değerlendirdiği bu iktibasta, Lozan’daki gizli anlaşmalarla ilgili bilgiler vardır. Buradan da birkaç paragraf alalım:
“İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Gürzon, nihayet en manidar sözünü söyledi: ‘Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur; biz de kendisine dilediğini veririz.’
“Konferansın birinci defasında Türk başmurahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve büyüğüne, yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için, memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren, devlet reisini [Mustafa Kemal’i] İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve başbaşa seyahat... Sonra Ankara gizli meclis toplantıları... Fakat esas meselelerde daima başbaşa.
“Lozan Konferansının ikinci sahifesi: Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile herşey yapılacak. Yeni hizbin bundan böyle bu millette, İslâmiyeti katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından daha hevesli olduğu ve örnekler vereceği ve bilhassa hudut dışı değil de, hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı, şüpheden varestedir.
“Lozan muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında ‘Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?’ diye yükselen itirazlara Lord Gürzon’un verdiği cevap: ‘İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.’” 32

VE RİSÂLE-İ NUR
Bu kısa derlemeyi, Bediüzzaman’a sorulan bir soru ve onun bu soruya verdiği cevapla bitirelim.
“Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki, ‘Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve vilâyat-ı şarkiyeye Şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun...’
“Ben de onlara cevaben dedim ki: ‘Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, her birisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.’
“Hattâ ben hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: ‘Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh-u canımla helâl ederim...” 33
İşte M. Kemal ve icraatı; işte Bediüzzaman Said Nursî...

Ankara hükûmetine böyle poz vermişti

Ankara Hükümeti, Bediüzzaman'ın Barla sürgünündeki hâlini ve vaziyetini merak edip Nahiye Müdüründen resimli bir rapor isteyince, Bediüzzaman fotoğrafçıya bu pozu vermişti. Fotoğrafın çekiliş hadisesini, bizzat fotoğrafı çeken H. Enver Tevfik Öztürk, hatıralarında şu sözleriyle anlatıyor: “Ankara hükûmeti Bediüzzaman’ın resmini istemişti. Mevsim kıştı. Sırtına bir yorgan alarak, her zamanki heybetli hâliyle makinanın karşısında durup poz verdi.” (Son Şahitler 1.Cild s. 417)

 
 
 
 
 
 
Dipnotlar:
25-Şuâlar, s. 513; 26- A.g.e., 534; 27- Tarihçe-i Hayat, s. 860; 28- Age., s. 869; 29- Şuâlar, s. 678-9; 30- Emirdağ Lâhikası, s. 376-7; 31- A.g.e., s. 487; 32- A.g.e., s. 537 v.d.; 33- A.g.e., s. 39.
 
SAİD NURSî HAKLI ÇIKTI
 
Bediüzzaman’ın önce M. Kemal’e yazdığı, sonra milletvekilleri ile komutanlara dağıttığı on maddelik beyannamede son derece önemli mesajlar yer alıyor.
Tarihî bir dönemeçte kaleme alınan bu metinde namaza yapılan vurgu ve akabinde tartışmanın namazda odaklanması sıradan bir hadise değil. Bu konuda sergilenen tavırlar, çok önemli bir dönüm noktasının eşiğinde, geleceği şekillendirecek tercihleri aksettiriyor.
Dolayısıyla, namaz tartışması, aynı zamanda derin bir zihniyet mücadelesini açığa çıkarıyor.
Bu mücadelede M. Kemal’in kendisini konumlandırdığı yer, “Din bizi geri bıraktı” diyen anlayış iken, Said Nursî tam tersini savunuyor.
Her fırsatta tekrarladığı “Peygamberlerin doğuda, filozofların batıda gelmesi kaderin bir işaretidir” tesbitini metnin 5. maddesinde de ifade eden Bediüzzaman, sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Şarkı (doğuyu) ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz (uyandırdınız), fıtratına muvafık (yaratılışına uygun) bir cereyan veriniz, yoksa sa’yiniz (emeğiniz) ya hebaen (boşa) gider, veya muvakkat, sathî (geçici ve yüzeysel) kalır.” (Tarihçe-i Hayat, s. 221)
7. maddedeki şu tesbit de aynı paralelde:
“Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâpvâri bir iş görmek, İslâmiyetin desatirine (prensiplerine) inkıyad (uymak) ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise, çabuk ölüp sönmüş.”
8. maddedeki ifadeler ise, yine bu mânâları bir başka önemli boyutuyla dikkatlere sunuyor:
“Zaaf-ı dine (dinde zayıflamaya) sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi (ahlâksız Avrupa medeniyeti) yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’ân’ın zaman-ı zuhuru (ortaya çıkma zamanının) geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet (olumlu) bir iş görülmez.”
Ve beyannamedeki son paragrafın ilk cümlesi olan “Şu inkılâb-ı azîmin (büyük değişimin) temel taşları sağlam gerek” ifadesi, aktardığımız pasajlardaki mânâ ve mesajı iyice perçinliyor.
Aslında her biri enine boyuna irdelenip detaylı şekilde tahlil edilmesi gereken cümlelerden oluşan tarihî bir metin bu. Çok önemli bir yol ayrımında yönelinmesi gerekli doğru istikameti gösteren uyarılarla dolu bir yol haritası.
Dikkatle üzerinde durulması gereken pek çok önemli mesaj içeriyor. Meselâ onlardan biri, saltanatın kaldırılmasını tartışma konusu bile yapmayıp, bu işlevin Meclis tarafından üstlenilmesini bir vâkıa olarak kabul etmesi. Ki bu tavır, Said Nursî’nin ta İkinci Meşrûtiyetten itibaren ortaya koyduğu, “Artık tek şahsın değil, şahs-ı manevînin öne çıkıp belirleyici olduğu bir çağdayız, zaman cemaat zamanıdır” deyip, adalet, meşveret ve hukukun üstünlüğü gibi temel değerleri vurgulayan çizgiyle de örtüşüyor.
Bediüzzaman’ın, aynı Meclise hilâfet mânâsını deruhte etmesi yönündeki çağrısı da son derece önemli. Ama bunun yönteminin “Artık hilâfeti ben devralıyorum” gibi bir ilânat yapmak değil, İslâm şeairinin gereklerini yerine getirmek şeklinde olması gerektiğini ifade ediyor.
Hilâfetin kaldırılmasına dair kanunda, bu misyonun Meclise devredildiği yönünde bir maddeye yer verilmiş olması, bu uyarılara o gün için itibar edildiğinin bir işareti. Ancak sonrasındaki uygulamalar ne yazık ki tam tersi yönde gelişti.
Said Nursî’nin, “Ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeairini tahrip ediyorlar. Öyle ise, zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir” çağrısı yaptığı kadrolar, bilâhare kendi elleriyle şeairi tahribe yöneldiler.
Cumhuriyet adı altında kurdukları tek parti diktasında ezan, mabedler, din eğitimi ve tesettür gibi İslâm şeairini hedef alan yıkıcı tasarruflar, bu yönelişin en belirgin ve çarpıcı örnekleri.
Ama 90 yıl sonra bakıyoruz ki, bunların çoğu kalıcı olmadı. “Yapacaklarınız geçici ve sathî olur, çabuk ölüp söner” diyen Said Nursî haklı çıktı.
 
 
YARIN:  BEDİÜZZAMAN'DAN M. KEMAL'E: “NAPOLYON'U DEĞİL, SELÂHADDİN EYYUBİ'Yİ ÖRNEK AL”
 
Kâzım Güleçyüz
 
Okunma Sayısı: 4857
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • özdemiroğlu

    9.12.2011 00:00:00

            Tarihimiz boyunca gördüğümüz devlette hakim güç ne ise,onun taraftarı olmak veya karşı olmak...M.Kemal de Cumhuriyet Dönemi’nin vazgeçilmez bir simgesi oldu.Adeta rejim,bir sistem olarak,adına uygun ele alınmadı da kişi ile özdeşleştirildi.Hz. Üstad’ın M. Kemal’e bakışı asla ve asla şahsi bir bakış değil,onun temsil ettiği şahs-ı maneviyeye karşı bir duruştu.Fakat Üstad’ı itham edenler ise,adeta bizim ’’Tek Kurtarıcımıza’’ nasıl muhalefet edersin anlayışı değilmidir?Yani şahsa bağlanmak,şahs-ı maneviyeye bağlanmak..farklı değil mi?

  • Bilâl Tunç

    9.12.2011 00:00:00


    KÜÇÜK BİR DÜZELTME
    (1944’te açılan Denizli Mahkemesi, ..) denilmiş..
    Kaynaklar bu târîhi Eylül 1943 olarak veriyor..

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı