Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat’ta, teşkilini teklif ettiği heyet için şöyle diyor:
“İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûrâya ihtiyaç şediddir. Merkez-i hilâfette tesis olunmazsa, bizzarure başka yerde teşekkül edecektir.” (s. 39)
Vâkıa da onun dikkat çektiği istikamette gelişiyor. Türkiye’nin bu ihtiyacı görmezlikten gelmesi sebebiyle doğan boşluğu doldurmak için İslam dünyasında muhtelif teşebbüsler olageldi. Mısır’da el-Ezher Üniversitesi, Suudî Arabistan’da Rabıtatü’l-Âlemi’l-İslâmî, İslam Fıkıh Akademisi ve diğer İslam beldelerindeki benzer kurumlar, bir arayışın ürünü.
Ama bunlar, İslam dünyası çapında bir nüfuz ve tesire halen de yeterince sahip olabilmiş değil. O itibarla, asırlarca İslam âlemine önderlik ve rehberlik yapmış bir millet olarak, vazife yine bize düşüyor. Bunun neticesi olarak da, Bediüzzaman’ın en ince ayrıntılara inerek seksen yılı aşkın bir süre önce dile getirdiği teklifler, geçerliliğini ve canlılığını hâlâ koruyor.
Bediüzzaman bu heyetin teşkiliyle ilgili olarak enteresan fikirler ortaya koyuyor:
Bir defa, böyle bir şûrânın “mukaddemat”ı, “cemaat-i İslamiye teşkilâtı” olmak gerekir. Demek ki, Said Nursî İslamî cemaat ve teşekküllerin bu şûrâ için temel olmasını arzu ve teklif etmektedir.
Ancak burada cemaatler için aradığı üç temel şartı da hatırlamak gerekiyor. Bunlardan biri, “hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmek;” ikincisi, “muhabbet üzerine hareket edip, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet verdirmeye çalışmamak;” üçüncüsü de “i’lâ-yı kelimetullahı maksat edinip, hiçbir garaza vasıta olmamak”tır (Hutbe-i Şamiye, s. 88).
Bu şartları haiz olan cemaatler, Diyanet şûrâsının altyapısını teşkil etmelidir.
Diğer taraftan İslamî cemaat ve teşekküller tabanı üzerinde kurulacak bir heyette vazife alacak âlimler, dört hak mezhebi temsil edebilecek bir dağılım esasına göre belirlenmelidir. Bunların sayısını “kırk-elli ulemâ-i muhakkik” olarak ifade ediyor Bediüzzaman (Münazarat, s. 80). Aynı şekilde Said Nursî, Osmanlının son döneminde kurulmuş olan Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiyenin “âdi bir komisyon” olmaktan çıkarılıp, üyelerinin, Meşihat’taki dairelerin reisleriyle birlikte bu şûrânın tabiî üyeleri olması gerektiğini söylüyor (Sünûhat, s. 39-40). Bugün Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye yok, ama Diyanet’in daire başkanları var.
Bediüzzaman, bu heyete İslam dünyasından da -şimdilik sayısı on beş-yirmi civarında olacak- üyelerin celbedilmesini teklif ediyor. Bu üyelerde aranacak vasıflar ise şunlar: Bulundukları yerlerdeki Müslümanların “dinen ve ahlâken itimadını kazanmış” ve “seçilmiş” olmak (a.g.e., s. 40)
Zaten Bediüzzaman’ın görüşlerinden anladığımız kadarıyla, bu şûrâ, yine cemaatlere dayalı bir “seçim” yolu ile teşekkül etmeli. Bu seçime, resmî vazifeli “âyan ve mebusan”ın doğrudan veya dolaylı olarak karışmasına taraftar değil Bediüzzaman. Çünkü “Daire-i intihabiyeleri hem mahdut, hem muhtelittir.” Yani milletvekillerinin hem seçmen tabanları mahdut, hem de seçmenleri arasında gayrimüslimler de bulunabilir. Halbuki Bediüzzaman’a göre,” vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhde edecek hâlis İslam bir şûrâ lâzımdır.” (Sünûhat, s. 39)
(Son 3 yazımız 1-3.8.1992’de bu köşede çıkmıştı.)
***
-Yeni Asya her yerde okunmalı