Bazı insanlar vardır yaşantılarıyla çağları sırtında taşır.
Sabırla dünya yükünü omuzlar. Kında kılıç gibidirler. Kında cemalî, çıktıklarında celâlîdirler. Halil Yürür bunlardandır. Halil 1930 yılında Antalya’da doğar. 16’sında Gönenli Mehmet’ten ders almak için İstanbul’a gelir. Kendi sesini arar. Nur yolunun izini sürer. Gâh coşkun, gâh çaresiz halleriyle cami mermerlerini inletir. Üzerinde dünyayı fethedecek azim cesaret, heybet ve haşmet vardır. Yarım hafızlık desen onda, tecvid desen onda, Herkül gibi fiyakalı yürüyüş de caba. Fatih olmaya ne kalmış şunun şurasında. Yürü Halil, kim tutar seni…
Yürüyecektir yürümesine de küçük bir sorun vardır. Halife yoktur ortada. Sokak sokak arar. Bir dükkânda kırmızı kaplı kitap dikkatini çeker. Karıştırır. İbre tavana vurur. Bunu yazan Halife olmasın? “Bunu yazan hayatta mıdır?” “Hayatta.” Aha, kuş kafese girdi. Fakat aklı bir karış havadadır. “Önce Bediüzzaman’a git, sonra nereye gidersen git.” der kendi kendine.
Üstadı araştırır. Tam da aradığı zât olduğunu anlar. Soyunu öğrenince eli ayağı titrer. Ahdi vardır. Efendimizin (asm) sülâlesinden birini bulursa sürünerek yanına gidecektir. Fakat arkadaşının yalvarmalarına dayanamaz, trene razı olur. Isparta’ya varır. Otele yerleşir. Sabah erkenden kapı çalar. Gelen Bayram Yüksel’dir. “Üstad çağırıyor.” Üstad’ı sarıklı, kılınçlı, devlete fizikî yardım edecek; genç, dinamik ve kuvvetli bir adam zannediyordur. Bu duygularla Üstad’ın kapısına varır. Dünya padişahıymış gibi heybetli şekilde odasına süzülür. “Şöyle gür bir sesle selâm vereyim de nasıl bir kahraman olduğumu görsün” der içinden. Birden sesi düğümlenir, ‘dınk’ diye kesilir. Allah Allah, Halil’e ne oluyor böyle! Titremeye başlar. Dağ gibi Halil yığılıp kalır. Ceylan ve Bayram ağabey devrik padişahın kollarına girerler. Üstad’ın dizinin dibine getirirler. Biraz kendini toplarlar. Aşk ve hürmetle Üstad’ın elini öper. Üstad, Halil’e sarılır. Yüzünü, gözünü çocuk gibi sever, okşar. Boyunun ölçüsünü almıştır. Padişah gibi girdiği odadan er gibi çıkacaktır.
Yapacak iş çok, fakat adam yoktur. Bir gün köye gider. Gecikmeli olarak Üstad’ın kapısını çalar. Üstad kırılmıştır. Kırıldığına cezası ilgisini kesmektir. Halil kapıda kalmıştır, ama ondan başka da kapısı yoktur. Sokak başında akşama kadar aç, susuz, ağaç gibi bekler... Halil’i gören gözler “burada bir âşık yatıyor” diyordur. İçi yanıyordur. Minarede ezanlar, Halil’de salâlar okunur. Akşam namazından sonra birden hava aydınlanır. Üstad’ın kapısından nurlu bir baş güneş gibi çıkar. Halil’in içine güneş doğar, karanlık dağılır. Üstad yine Halil’i ipten almıştır. Üstad’ına koşar. Hasret ve özürlerle öper.
Dünyanın terk ettiği Halil ve Zübeyir
Halil hayatının merkezine hizmeti koyar. Üstad’ı Sultan sayar. Veziri Zübeyir Gündüzalp’e göre hayatını ayarlar. Birlikte kalmaya başlarlar. Risale teksir ederler, dağıtırlar. Gündüzalp’in birçok hususiyetine şahit olur. Bir ara Üstad, Zübeyir’e “Seni dinlemezlerse bir dağa çekilirsin.” der. İhtimal ki o gün gelmiştir. Zübeyir, Halil’e seslenir, “Eşyalarımı topla.” Eşyaları toplayıp bisiklete sarar. Çamlıca’daki eve giderler.
Zübeyir, Üstad’dan ayrı kalmaya dayanamayacağı için önce vefat etmek ister. Üstad acı sırrı ifşa eder. “Sen hemen ölmeyeceksin, azap çekeceksin, çile çekeceksin.” Bir gece Zübeyir ve Halil dersten çıkarlar. Saat gecenin biridir. Zübeyir “Camide namaz kılalım” der. Hava öyle soğuktur ki tir tir titremektedir. Buz gibi muşamba üzerinde namaz kılacaklardır. Halil dayanacak gibi değildir. “Eve gidelim, sıcacık yerde kılalım” diye iç geçirir. Ama emir büyük yerdendir. Buz gibi suyla abdest alır. Namaz bitince Zübeyir, Halil’e döner. “Kardeşim, işte biz böyle sürüne, sürüne öleceğiz.”
Hizmet ehli ya dünyayı terk etmeli ya da o dünyayı. Bir ara Zübeyir, Halil’e “Kardeşim dünya seni terk etmiş.” der. Öyle üzülür ki adeta bayılıp tekrar dirilir. Epey sonra aklı başına gelir. Üstad’a verdiği sözü hatırlar. “Gençliğimi bu yolda geçireceğim.” Yıllar sonra da şöyle diyecektir, “Dünya benimle barışmıyor, terk etmiş, küsmüş.” Bir gün Zübeyir dünyasını değiştirir. Dokuz yıllık birliktelik sona erer. Halil çözülür, ağlamaya başlar. Zübeyir’i kabre indirir. Emaneti emin ellere teslim eder. O günden sonra cansız ceset gibi dolaşır, çile çeker.
Otuz yıl yarı aç, yarı tok hizmet eder. 52 yaşına gelmiştir. Üstad ve Zübeyir dünyadan çekilmiştir. Artık dünya iyice çekilmez olmuştur. Dünyadan tamamen vazgeçmenin eşiğindedir. Dünya Halil’e kendini kabul ettirememiştir. Hizmet sevgilisi olmuş, evlenememiştir. Bütün dünyası hizmettir. Fakat biri vardır ki Halil onun yirmi yıldır duâsıdır. Beni Halil ile evlendir, diye yanıp yakılmaktadır. Bir gün duâlar gerçekleşir. Halil’le tanıştırılır. Evlenirler. Durumu iyidir, Halil’in rızkını temin eder. Bunun üzerine yıllar önce yaşadığı bir anıyı hatırlar. Bir gün Üstad, Halil’e el kadar ekmek verir. “Bir kadın getirdi. Bu benim yirmi günlük yiyeceğim kardeşim.” O kadar bereketlidir ki Halil’e bir ay yeter. İşin sırını 25 yıl sonra çözer. “Bir kadın tarafından, sana dünya malı verilecek.” O kadının bu kadın olduğunu anlar.
Dünya iyilerle barışmak, kendine alıştırmak istemez. Bilirim içinde bir Aslan Halil yatar. Dünya seni sarıp sarmalasın, herkes seni anlasın istersin. Üstad’a yoldaş olanın başkasına ihtiyacı var mıdır... Zübeyir, Halil Yürür’ün şahsında herkesi tebrik ve teselli ediyor. “Öyle çilelerle, cefalarla ve lûtf-u İlâhî sayesinde gördüğün hizmetler bire bin kıymetindedir.” Zübeyir’i kabre ev arkadaşı Halil koymuştu. Zübeyir gibi yaşadıktan sonra cenazeler ortada kalmaz be Halil’im. Gün gelir, dünya seninle barışır. Gönülevindeki cenazeni kaldırır.