Dindar bir çevrede yetişmiş, hocaya veya İmam-hatip’e gitmişler olarak Kur’ân’a nasıl bakıyorduk ve nasıl bir Allah kelâmı anlayışımız vardı?
Evet, taklidî ve iltizamî bir imanla Kur’ân’a icmâlen bakmanın (okuma sevabı hariç) o imandan ne derece hissesi olabilir?
Ancak Risale-i Nur’ları ders alan bir tilmiz, Kur’ân’ı da anlamaya başlar, hakkalyakîn müşahede ettik.
Bu asrın insanı da, ilim erbâbı da mekanik düşünüyor. Fen ve felsefeden gelen, aklı gözüne inmiş, tersten sorgulayan zihniyetler; her fikri, kalıptan geçiriyormuşcasına kuşku -kabul etmeme tarafında bir kuşku-yla bakıyor ki, kudsîyete yabani. Sema-i Kur’ânî’ye bir bilgisayar kitapçığı gibi bakan, muhabbet-i kudsî yokmuş gibi düşünen ve falan numaralı sure, falan numaralı âyet denilerek; belâgatsız, cezaletsiz âdeta (haşa) bir ansiklopedi bilgisine müracaat edercesine, mealinde bulamadığına bakmayan bir anlayış, dinin sahipliğini üstlenmiş durumda.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de; “Denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa yine de Allah’ın kelâmı bitmez”. Ve, “Yaş ve kuru ne varsa her şey kitab-ı mübin’de vardır” gibi âyetler nasıl anlaşılacak?
Taklidî imanla itiraz edilmese de kalben mutmain olunamıyor. Her şeyin Kur’ân’da var olması altı bin küsûr âyete nasıl sığıştırılacak?
RİSALE-İ NUR VE KUR’ÂN
İşte Risale-i Nur; işaret, icmâl ve alâmet gibi kavramlarla Kur’ân’ın bir âyet, bir kelâm ya da bir harfle i’cazını nasıl parlak bir surette gösterdiğini ders veriyor.
Köşelerin gücü yetmez ve yüzlerce yazıya sığmayacak izahları câmi; İşaratül-i’caz, 12. söz, Emirdağ Çiçeği gibi her Risale, Kur’ân’ı okuyor Mütekellim-i Ezelî’den...
Sadece Yirmibeşinci Söz, “Öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlarını ve nüktelerini beyan etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i’cazın lemaatı ve belâgat-ı Kur’ânî’yenin kemalâtının menşeleri olduğu, ilmî kaideleriyle” isbat etmiş.
“Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor.”
Ve, medâr-ı iltibas olmuş bir mesele;
“Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır. Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz? Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyle ise herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitabdan bir haremin olsa elbette seveceksin.” İşte izah, işte Risale-i Nur. Elhamdülillah.
KUR’ÂN’DAN ÖZÜR DİLEMEK
Bir şey kaldı ki, eski günahlara keffaret olması bakımından çok ehemmiyetli. Dünyevîleşme belâsıyla Kur’ân’a ve hükümlerine ters düştüğümüz gibi, maddeci akılla da dil uzatır olduk. Arzî baktığımızdan semavî fermanlar işimize gelmedi. Faiz; ekonomik mecburiyet, başörtüsü; füruat, açıklık; medeniyetin gereği, taaddüd-ü ezvac; zinhar olamaz hele bu asırda!..
Bediüzzaman, “Fil” Sûresini tefsir ederken; nasıl ki Kâbe’nin nurunu söndürmek için hilelerle hücum edenler tokat yemişler; aynen bu asır da hilelerle, zulümlerle semavî dinler Kâbesini, kıblegâhını dalâlet hesabına tahribe çalışanların semavî bombalar tokadıyla cezalandırıldığını haber veriyor.
“Senin dinin ve İslâmiyet’in ve Kur’ân’ın ve ehl-i hak ve hakikatın cebbar düşmanları olan dünyaperest ve dünyanın menfaatı için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya senin Rabbin nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun? Gör, bak!”
“Evet bu tokattan, pür-şer beşer şirkten şükre girmezse ve Kur’ân’a tarziye vermezse, melaike elleriyle de ahcar-ı semaviye başlarına yağacağını bu sûre bir mana-yı işarî ile tehdid ediyor.”
Ne dersiniz, “Semavî tokatların ayrı ayrı çeşitlerinin zamanlarına” günümüz de, bu âyetin kapsama alanına girmiyor mu?