"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

TASAVVUF VE TARİKATLARIN “HÜLÂSA”SI VE RİSALE-İ NUR

Prof. Dr. İlyas Üzüm
01 Şubat 2024, Perşembe
“Tasavvuf ve tarikatlara dair bu genel işaretlemelerden sonra sözü Bediüzzaman’ın ‘Risale-i Nur’un on iki tarikatın hülâsası olduğu’na dair beyanına getirmek istiyoruz. Bediüzzaman Emirdağ’da 1952 veya 1953 yılında yazdığı birmektupta, önce Nurların mektepleri nurlandırmaya başladığını ve bundan duyduğu memnuniyeti belirtiyor, ardından Nurların medresenin malı olduğunu söyleyerek ehl-i medresenin de Nurlara sahip çıkacağını söylüyor.

GÖRÜŞ - Prof. Dr. İlyas Üzüm
[email protected]

İslam düşünce tarihinde Kur’an’ın ve onun hayata yansıması demek olan sünnetin anlaşılması istikametinde, süreç içinde, farklı alanlarda birçok ekol ortaya çıkmıştır. İtikadî konuların yorumlanmasında kelâmî fırkalar, amelî konularda fıkıh mezhepleri, kalbî konularda tasavvufî yapılar teşekkül ederek geçmişten günümüze zengin bir miras intikal etmiştir. Başka bir ifadeyle vahyin anlaşılmasında aklî bakımdan kelâm ve felsefe, sosyal hayatla ilgili olarak fıkıh, derûnî yön bakımından sûfizm diye adlandırılan tasavvuf zuhur etmiştir. Bu yapılar -kabaca- hicrî ikinci ve üçüncü asırdan sonra felsefi ekoller, itikadî ve amelî mezhepler, tarikatlar olarak kurumsallaşmıştır. 

Tasavvuf kelimesinin temiz ve arı anlamında “saf” kökünden veya “safa” ve “vefa” kelimelerinin birleşiminden yahut çöl bitkisi anlamında “sufâne”den veya basit bir giysi olarak sûf yani yün elbiseden geldiği ileri sürülmüş, terim olarak ise pek çok tanımı yapılmıştır. Bazıları onu “İslam’ı ihsan boyutunda yani Allah’ı görüyormuş gibi yaşamak”, bazıları “kişinin Allah’a ibadette kazandığı rûhî tecrübe”, bazıları “Şeriatı hakikat ile birleştirerek hayata yansıtmak”, bazıları “zâhidâne hayat sürmek” olarak tarif etmiştir. Tasavvuf büyüklerinden Bişr-i Hafî (ö. 227/841) tasavvufu “Kalbi Allah’ı düşünmekten alıkoyucu her çeşit istek, arzu ve meşguliyetten temizlemek”, Ebü’l-Hads el-Haddâd (ö. 265/878) “Her vakitte, her yerde, her halde edep üzere olmak”, Ebû Bekir el-Kettânî (ö. 322/933) “Baştan sona güzel ahlaktan ibarettir” diye tanımlamıştır.1 Yaygın tanımlardan birisi de şudur: Tasavvuf ilim mertebesinde “kalbin bulanıklıklardan arındırılması, yaratıklara karşı güzel muamelede bulunmak ve şer’î konularda Resulullah’a tabi olarak yaşamak”, hakikat mertebesinde “mülkün yokluğu, sıfatlara esir olmaktan kurtuluş ve Yaratıcı ile yetinmektir.”2

Tasavvuf ve tarikatlar

İlk dönemlerde “zühd ve takva hareketleri” şeklinde başlayan tasavvufî faaliyetler giderek gelişmeye başlamış, bir taraftan nazariyatını güçlendirirken bir taraftan da kendine has usûl ve mekanlar ihdas ederek kurumsallaşmıştır. Bunun sonucu olarak IX. yüzyıldan (h. III.) itibaren “tarikat” adı verilen yapılar ortaya çıkmıştır. Sözlük anlamı bakımından “yol” anlamına gelen tarikat doktriner ve kurumsal anlamda ayrı ayrı tanımlanmıştır. Doktriner anlamda tarikat, “İnsanı kendisinin ve evrenin hakikatlerine, bu hakikatleri bir bütün olarak kendisinde barındıran Hz. Muhammed’e (asm), hakikatlerin kaynağı ve yaratıcısı olan Allah’a götüren ruhani yoldur.” Kurumsal anlamıyla ise tarikat “Hz. Muhammed’e (asm) ve Allah’a manevi açıdan erişmede rehberlik eden bir mürşide bağlı kimseler (derviş, mürid) için konulmuş, manevi, ahlâkî ve sosyal kuralların bütünü ve bu kurallara göre teşkilatlanmış müessesedir”3 denilmiştir.

Dikey boyutta kişinin Allah’a yaklaşmasını sağlarken yatay düzlemde insanlara iyilik ve hizmet götüren tasavvuf ve tarikatlar, mensuplarına İslam’ın güzelliğini ruhî alemlerinde bizatihi tatma imkanı vermesi, hoşgörü ve sevgiyi vurgulaması, yardımlaşma ve dayanışmayı güçlendirmesi, her mizaca uygun çeşidinin bulunması, bazı toplulukların geleneksel kodlarıyla bağ tesis etmesi gibi sebeplerle Afrika’dan Orta Asya’ya, Anadolu ve Fars coğrafyasından Balkanlar’a kadar geniş bir alanda rağbete mazhar olmuştur. Her asırda, muhtelif bölgelerde önemli temsilciler yetiştirmiş, özellikle XII. (hicri VI.) asırda Gazzalî’nin (ö. 505/1111) tasavvufu önceleyen tutumundan sonra tali kollarıyla birlikte tarikatların adedi birkaç yüz ile ifade edilen sayıya ulaşmıştır. Listelemede bazı farklılıklar bulunmakla beraber bazıları ana tarikatlar olarak sayıyı on iki ile sınırlamıştır.4 Buna göre on iki tarikat, mesela, bir tasnifte şöyle sayılmıştır: Kadiriyye, Nakşibendiyye, Rufâiyye, Bedeviyye, Dessûkiyye, Kübreviyye, Suhreviyye, Yeseviyye, Halvetiyye, Sa’diyye, Mevleviyye, Şâzeliyye. Yine mesela, bir tasavvuf ansiklopedisinde ana tarikat veya tali kol ayırımı yapılmaksızın 295 tarikat adı sayılmıştır.5 Bunlar arasında dünyada en yaygın olanı Kadiriyye, ardından Nakşibendiyye’dir. Türkiye’de ise kollarıyla birlikte Nakşibendiyye daha çok yaygınlık kazanmıştır. 

On iki büyük tarikatın hulâsası 

Tasavvuf ve tarikatlara dair bu genel işaretlemelerden sonra sözü Bediüzzaman’ın “Risale-i Nur’un on iki tarikatın hülâsası olduğu”na dair beyanına getirmek istiyoruz. Bediüzzaman Emirdağ’da 1952 veya 1953 yılında yazdığı bir mektupta, önce Nurların mektepleri nurlandırmaya başladığını ve bundan duyduğu memnuniyeti belirtiyor, ardından Nurların medresenin malı olduğunu söyleyerek ehl-i medresenin de Nurlara sahip çıkacağını söylüyor, daha sonra da şöyle diyor: “Şimdi en mühim tekyeler ehli, ehl-i tarikattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahip çıkmaları lâzım ve elzemdir. Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp “Tarikat zamanı değil, bid’alar mâni oluyor” dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi.”6

Görüldüğü üzere Bediüzzaman burada, öteden beri dert edindiği ve Müslümanların “terakkiyat-ı medeniye”de geri kalmalarının sebebi olarak gördüğü “mektep-medrese-tekke” arasındaki uyuşmazlığa işaret ederek bu konuda çözüm önerisi sunan Risale-i Nur’un okullarda yahut okullularda gördüğü ilgiye değiniyor, aynı şekilde medrese mensuplarının da benzer duyarlılığı göstermesi gerektiğini ifade ediyor, üçüncü sırada da tekkeye ve tekke ehli olan tasavvuf erbabına çağrıda bulunuyor. Onlara, onların dünyasından seslenerek Risale-i Nur’un “on iki tarikatın hülâsası olduğunu”, esasen aynı zamanda onun “tariklerin en büyük dairesini teşkil ettiğini” dile getiriyor. Bu çerçevede tarikatların gayesi, fonksiyonu ve temel kavramlarına bakıp Risale-i Nur’la mukayese ettiğimizde, bu sözün tam da hakikatin ifadesi olduğunu görüyoruz. Şöyle ki, on iki tarikat, -tasavvufî deyimle- “âdâb-erkân”da birbirinden farklı olmakla birlikte gayesi, kavramları ve fonksiyonu itibariyle ortak bir paydada birleşiyor. Her şeyden önce tarikatların gayesi başta Allah’a iman olmak üzere iman hakikatlerini “görürcesine” ruhuna mal eden, ubudiyetini bu şuurla gerçekleştiren insanlar yetiştirmektir. Bu gaye bazen “insanları ihsan şuuruna ulaştırmak”, bazen “insan-ı kâmil olma yolunda ilerletmek”, bazen “sünnete uyarak ilahî mahbûbiyete vâsıl etmek,” bazen de “ilahî ahlak ile ahlaklandırmak” şeklinde ifade edilmiştir.7 Aslında İslam’ın hedefi olan bu gayeler açısından Risale-i Nur’a baktığımızda aynı gaye ve maksatların merkeze alındığını görüyoruz. Bediüzzaman -Allah’a şükürle- Risale-i Nur’un “sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslamiyyeye şuhûda yakın (yani adeta görüyormuş gibi) bir yakîn-i imaniye hasıl ettiğini” ifade ediyor.8 Yine o, İhlas Risalesinde hem Nur talebelerinin “insan-ı kâmil” ismine layık bir şahs-ı manevinin azaları olduğunu söylüyor, hem de Risale-i Nur’un “iman-ı tahkikinin kuvvetiyle ve marifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-i imanîden gelen bir lemaat ile kişiye bir nevi huzur kazandırdığına, yani o Hâlık-ı Rahim’in hâzır ve nâzır olduğunu düşünme melekesi teminine” vesile olduğuna işaret ediyor.9 Yine o, Kur’an ile felsefe karşılaştırması yaptığı eserinde, Kur’an’ın bir düsturu olarak “tahallakû bi ahlâkıllah” kaidesine atıf yapıyor, “Ahlâk-ı ilâhiye ile muttasıf olup Cenab-ı Hakka mütezellilâne teveccüh edip; kulun acz, fakr içinde kusurunu bilip dergâhına abd” olmasının önemine temas ediyor.10 

Kırk dakika

Bediüzzaman tasavvuf tahlili yaptığı bir eserinde tarikatın gayesini şöyle ifade ediyor: “Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mirâc-ı Ahmedînin (asm) gölgesinde ve sâyesi altında kalp ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye mazhariyet; “tarikat,” “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.”11 Tarikatların nihaî hedefi olarak benzer bir ifadeyi İmam-ı Rabbânî’nin (ö. 1034/1624) “Bütün tariklerin nokta-i müntehası hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır” sözü üzerinden hatırlatıyor ve Risale-i Nur’un böyle bir imkan bahşettiğini şöyle dile getiriyor: “Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi, Şimdi ise Cenab-ı Hakkın rahmetiyle, [Risale-i Nur’un] kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulduğunu dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.”12

Tasavvufun ana öğretileri ve Risale-i Nur

Diğer taraftan tasavvufun -âdâb erkânla ilgili olanlar dışındaki- temel kavramlarına bakıp bu açıdan Risale-i Nur’u incelediğimizde de Risale-i Nur’un tarikatların hülâsası, özü olduğunu yakından fark etme imkanı buluyoruz. Tasavvuf kaynaklarında bu kavramlar tevhid, marifetullah, ubudiyet, muhabbet, ihlas, takva, müşahede, sünnet-i seniyye, zikir, şükür, tefekkür, fakr, tevekkül, rıza, beka, sabır, tecelli, istiğfar, istiâze, nefis, taat, kurb, ünsiyet, huzûr vb. şekilde sayılmıştır.13 Aslında Kur’an ve sünnetin temel kavramları olan bu kavram ya da konular nazarî tasavvufta ayetler, hadisler, velilerin sözleri ve menkıbelerle genişçe anlatılırken, pratik tasavvufta şeyhin gözetim ve irşadında hayata yansıyan, ferdin iç dünyasına yerleşen bir nitelikte işlenmiştir. Böylece sâlik mesela tevekkül hakkında salt bilgi sahibi olan birisi değil, tevekkülü yaşayan (mütevekkil) yahut ihlas hakkında kuru bilgi sahibi olan değil, ihlası kazanan (muhlis) veya marifetullah hakkında malumatı olan değil, marifete erişen (ârif-i billah) bir kimse olur veya olma yolunda ilerler. Bu açıdan Risale-i Nur’a baktığımızda hem adı geçen kavramların Kur’an ayetleri, risalet nûru, akıl ve kâinatın şahitliği altında işlendiğini, hem pratikte bunların muhatabın bütün kuvve ve latifelerine yerleşmesini sağlayan bir yolla ele alındığını görüyoruz. Birinci hususla ilgili olarak mesela tevhid, vahdaniyet, ilahî isim ve sıfatlar, marifetullah, iman esaslarının hakikati ve ispatı Risale-i Nur’da doğrudan veya dolaylı olarak neredeyse hemen her yerde işleniyor. Uluhiyete karşı ubudiyet, ubudiyette ihlas, sayısız ilahî nimetlere karşı “hadsiz bir niyet ve nihayetsiz bir iltizamla” şükür, kainatın her zerresinde “Lâ ilahe illallah” hakikatini görmek, varlıklara mânâ-yı harfî ile bakarak daima Halık’ı hatırlamak yani zikir, bilhassa kebâirden kaçınarak takvayı esas almak, birbiri içinde ve birbirinin muktezası olarak iman-teslim-tevekkül içerisinde yaşamak, sıradan muamelelerde bile sünnete uyarak Resulullah’ı, oradan Şâri-i Hakikiye düşünerek huzur-u imanî elde etmek ve bütün ömür dakikalarını ibadetle geçirmek… Risale-i Nur’un ana öğretileri olarak açıklanan bir keyfiyet taşıyor. Dolayısıyla tasavvufun ana öğretileri ve temel kavramları Risale-i Nur’un hemen her yerinde ele alınan konu ve kavramlar olarak görünüyor. 

Tarikat mensuplarının da Risale-i Nur’un geniş dairesine girmeleri

İkinci hususa yani bunların hayata yansımasına gelince, tıpkı pratik tasavvufta olduğu gibi Risale-i Nur’da da metnin “hulûs”u ve “şahs-ı manevinin bereketi” çerçevesinde bunlar muhataplara sadece bilgi olarak değil, akıl, kalp ve diğer latifelerin hazmedeceği şekilde sunuluyor. Nitekim Risale-i Nur dairesinde bulunan ve ona samimi muhatap olan kimselere bakıldığında, bu hakikatlerin onların dünyalarına yansımış olduğu açıkça gözlemlenebiliyor.

Sonuç olarak Risale-i Nur on iki tarikatın hülâsası olarak aynı işlevi zamanın şartlarına uygun olarak daha kolay, daha parlak, daha etkili biçimde gerçekleştiriyor. Dolayısıyla söz konusu mektupta ifade edildiği üzere ehl-i tekkenin, yani tarikat mensuplarının da Risale-i Nur’un geniş dairesine girmelerinin lâzım, hatta “elzem” olduğu görülüyor.

Dipnotlar:

1- Tasavvuf büyüklerinin kırka yakın tasavvuf tanımı için bk. Ebü’l-A’lâ Afîfî, et-Tasavvuf (2020 [Hindawi nşr], s. 37-49. 2- Bk. Reşat Öngören, “Tasavvuf”, DİA [Diyanet İslam Ansiklopedisi], XL, 119.  3- Semih Ceyhan, “Tarikat ve Tekke Kavramlarına Dair”, Türkiye’de Tarikatlar (ed. Semih Ceyhan), İstanbul 2015 [İSAM Yayınları], s. 28-29. 4- Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar (İstanbul 1922?), s. 53.  5- Abdülmünim el-Hıfnî, el-Mevsûatü’s-sûfiyye (Kahire 1424/2003), s. 364-369. 6- Said Nursi, Emirdağ Lahikası (İstanbul 2020), Mektup no: 269, s. 297-298. 7- Bk. Mustafa Kara, age, s. 10; Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf (İstanbul 1979), s. 19-32. 8- Said Nursi, Mektubat (İstanbul 2020, YAY), s. 373. 9- Said Nursi, Lem’alar (İstanbul 2020, YAY), s. 179, 181. 10- Said Nursi, Sözler (İstanbul 2020; YAY), s. 512. 11- Said Nursi, Mektubat, s. 438. 12- Said Nursi, Mektubat, s. 21. 13- Mesela bk. Muhammed b. Tâhir el-Makdisî, Safvetü’t-tasavvuf (nşr. Gâde M. Adre), Beyrut 1416/1995, s. 636 vd. Ayrıca bk. Hayrani Altıntaş, Tasavvuf Tarihi (Ankara 1991), s. 122-135.

Okunma Sayısı: 3238
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Hüseyin Şahin

    1.2.2024 22:48:22

    Yazı bütünü itibariyle güzel bir inceleme. Ancak Risale-i Nur'lar münhasıran TASAVVUF VE TARİKATLARIN “HÜLÂSA”SI olmaktan ibaret değildir. Sadece bir cihetiyle öyledir. Özellikle İlmi Kelâm olmak üzere tüm İslami İlimlerin konularından bahisler mevcuttur. Aşağıdaki soru ve cevaba bakalım: Benen sual ediyorsun: Neden senin Kur'an'dan yazdığın sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve ariflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazen bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var, bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor?" "Elcevap: -Güzel bir cevaptır- şeref, i'câz-ı Kur'an'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bila-perva derim: Ekseriyet itibariyle öyledir. Çünkü, yazılan sözler (Nur risaleleri) tasavvur değil, tasdiktir; teslim değil, imandır; marifet değil, şehadettir, şuhuddur; taklit değil, tahkikdir; iltizam değil, iz'andır; tasavvuf değil, hakikattir; dâva değil, dâva içinde burhandır." Mektubat: 639

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı