Nur medreseleri on yıllardır imanlı insan yetiştiriyor. Bu Nurun tezgâhından ırkçı, radikal; ümitsiz, karamsar, sabırsız insanlar çıkmadı, çıkmaz.
Evet, kimse bireysel anlamda korunmuş değildir; ama bu şahs-ı manevide insan korunuyor, buralarda inayet hükmediyor. Zaman onun için cemaat zamanıdır deniyor.
Tabiî imtihan da sürüyor. Okumalarını ihmal edenler, tesbihatlarını yapmayanlar, cemaate, sohbetlere iştirak etmeyenler, neşriyatı takip etmeyenler, hizmetleri sahiplenmeyenler, şahs-ı maneviyi, onun aldığı kararları ciddiye almayanlar, kafa fenerine güvenenler, elbette inayet çemberinden çıkıyor ve artık onlarda nefis-enaniyet hükmetmeye başlıyor.
O zaman çevreden şöyle cümleler duyulmaya başlanıyor; ‘O bir zamanlar çok hızlıydı, onun dedesi de Nur Talebesiydi, o öğrencilik yıllarında çok okurdu, işe başlayınca işin şartları onu cemaate gelip gitmekten alıkoydu, onun içinde olduğu makam kenarda durmayı gerektirdi…’ Görülüyor ki bütün cümleler ‘di’li geçmiş zamanlı. Yani yenilenme yok, oysa günde on sayfa okumayınca kişinin koruması kalkıyor ve savrulmalar baş gösteriyor.
Ya da böyle kişilerde, ‘Artık şahs-ı maneviler iş görmüyor. Bu insanlarla neyin istişaresini yapacaksın? Havuz bozulmuş, orada erisen ne olacak?’ türü, bozulmuş ruh hali cümleleri dökülmeye başlıyor.
Oysa bu cemaatin bünyesinde büyümüş, Nurları burada tanımış, kabiliyetleri buralarda hayat bulmuş, kendilerine sahip çıkılmış, cemaatin mütevazı enerjisi onlar üzerinde sarf olunmuş bu insanların, elini vicdanına koyduklarında, ‘Bu şahs-ı maneviye çok şey borçluyuz.’ demekten kendilerini alamaması lâzım geliyor. Hal böyle iken, şimdilerde belli makamlara gelmiş insanların dilinden, geldikleri yeri görmeyen, yakışıksız cümleler dökülmeye başlaması ne gariptir.
Şahs-ı maneviden çıkan, onun duâsını kaybeden insan adeta savruluyor.
Şahs-ı maneviden kopmuş hangi insan ruhen daha dinamik kalabilmiş ki!
Asıl başarı ‘maddî ve manevî istikameti’ sürdürebilmektir. İnsanı bu zamanda dengede tutan şey, güçlü bir şahs-ı manevidir. Dahiler dahi, şahs-ı manevî karşısında hiçliğe yuvarlanıyor.
Bir zamanlar çok tesirli yazılar yazan, çok isabetli tesbitler yapan, teşhisler koyan yazarlar neden sonra fişi çekilmiş bir cihaz gibi işlemez hale geliyorlar? Sonuç, şahs-ı maneviden kopma değil midir?
‘Ayrılanlar da bir şahs-ı manevî değil mi?’ deniyor. Burada aslolan şahs-ı manevî oluşumunda doğru bir niyetin ve ihlâsın hükmetmesidir. İhlâs yoksa, niyet bozuksa o zaman oluşacak olan şahs-ı manevî; evet, bir şahs-ı manevidir, ama neyin şahs-ı manevisidir? İhlâssız, niyetsiz ibadet nasıl batılsa, bu da öyle değil midir?
Dalâlette koşanların bile bir şahs-ı manevisi yok mu? Hatta o dalâlette gösterdikleri samimiyet yüzünden, istedikleri neticeye ulaşmıyorlar mı? Ama bu sonuç onların hak olduğu anlamına mı geliyor?
Onun için her teşekkül çıkış noktasını çok iyi analiz etmek durumundadır. Bir hareketin temelinde ‘ene’ler mi var, menfaatler mi, süfli hisleri tatmin mi, rekabet mi; yoksa gerçekten Allah’ın rızasını kazanmak mı var, ciddî bir vicdan muhasebesi içerisinde analiz edilmelidir.
Bediüzzaman’ın hayat seyrine baktığımızda, şartlar zorlaşınca, baskı artınca, hapisler söz konusu olunca, sürgünler baş gösterince, zehirlendirmeler son noktaya varınca savunulan hakikatlerin savunma biçiminde, müsbet hareket ölçüsünde, istikametli duruşunda, yüksek, tahkiki imanlı şecaatinde hiçbir değişikliğin olmadığı görülecektir.
İnsan, nokta-i istinadı olan şahs-ı manevî halkasından kopunca, hayat bulduğu yeri anlamsız bulmaya başlıyor. Hayat enerjisini kaybediyor. Cemaatte oluşan insibağ, muhabbet, uhuvvet sırrı ondan çekilmeye başlıyor. Onun için daire içindeyken sevilen insanlar daireden çıkınca o sevimliliklerini kaybediyorlar.
İçinizde yukarıdaki negatif sesleri duymaya başlayınca şeytanın hedefinde olduğunuzu hatırlayın ve hemen Allah’a sığının.
Ve böyle bir durumda yapabileceğiniz en önemli korunma, cemaatin şahs-ı manevisinin duâsını kazanmaktır. Çünkü güçlü şahs-ı manevinin istiğfar ve tövbesi, kişinin şerre olan meylini kesecektir.