22 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Röportaj

H. HÜSEYİN KEMAL

SADECE KÜRTLERE KARŞI DEĞİL

Yeni Asya’ya konuşan Ankara Üniversitesi öğretim görevlilerinden Dr. Vahap Coşkun “Türkiye’de devlet çok büyük hatalar yaptı. Sadece Kürtlere değil, gayri-müslimlere de, dindarlara da, Alevilere de. Her kesimin acısı, kendisi için en büyük ve en yaralayıcı olan acıdır” dedi.

MUTLAKA ÖZÜR DİLENSİN

Coşkun, “Ben devletin, yaşattığı acılardan dolayı tüm bu kesimlerden özür dilemesi gerektiğini savunuyorum. Devlet özür dilemelidir. Devlet, onların yaşadığı acıyı paylaştığını ve bundan böyle bu tür acıların yaşanmaması için elinden geleni yapacağını bildiren bir özür beyanında bulunmalıdır” diye konuştu.

DEVLET, ACI YAŞATTIĞI BÜTÜN KESİMLERDEN ÖZÜR DİLEMELİ

Cumhurbaşkanı Gül, Kürt meselesinin ülkenin en önemli meselesi olduğunu belirti ve “Bu meseleyi çözmek için elimizde fırsat var, bu fırsat kaçmasın” dedi. Bu fırsat nedir?

Kürt meselesinde, Cumhurbaşkanı’nın inisiyatif almasıyla birlikte yeni bir döneme girildi. Bu dönemin “fırsat” olarak nitelendirilmesini mümkün kılan iki önemli gelişme var. Birincisi, devlet kanadında bir düşünce farklılığının belirmesidir. Kürt meselesinde devletin klâsikleşmiş anlayışı, bu sorunu salt bir asayiş sorunu olarak görmesiydi. Ne var ki, bu anlayış, 80 yıldır şedit bir biçimde uygulanmasına rağmen sorunu çözmedi, bilâkis daha ağır bir hale getirdi. Bugün devlet adına konuşan her yetkili, artık sadece güvenlik önlemleriyle bu sorunun çözülemeyeceğini, sosyal, siyasal ve ekonomik tedbirlerin de alınması gerektiğini belirtiyor. Dolayısıyla devlet, çözümü imkânsız kılan güvenlik merkezli anlayışında bir değişime gidiyor ve çözüm için sorunun sosyal ve siyasal yönlerini de kapsayan bütünlüklü bir programa ihtiyaç duyulduğu artık devletin hem sivil, hem de askerî birimleri tarafından ortak bir tesbit olarak dillendiriliyor.

İkincisi, sorunun taraflarında talepler ve söylemler ortaklaşıyor. Bir bağımsız Kürdistan’ı kurmak için yola çıkan PKK, bugün gelinen noktada, bağımsızlık hedefinden vazgeçtiğini, federasyonun Türkiye’nin demografik gerçekliğiyle bağdaşmadığını belirtiyor ve sorunun üniter devlet yapısı içerisinde çözülebileceğini söylüyor. Keza PKK, devletin resmî diline ve bayrağına saygı duyduklarını, bu gibi hassas konularda farklı taleplerinin bulunmadığını ifade ediyor. Bunları, daha önce, Öcalan birçok kez dile getirdi ve en son Karayılan tarafından da bu hususların bir kez daha altı çizildi. PKK’nın bu talepleri, devletin kırmızı çizgilerine ters düşmüyor. Zira devlet yetkilileri, üniterlikten ve laiklikten hiçbir koşulda taviz vermeyeceklerini belirtiyorlar. PKK ise, devletin bu vasıflarıyla hiçbir derdinin olmadığını defalarca deklâre etti. Söylemlerin bu derece ortaklaşması, çözüm için yeni bir evreye işaret ediyor.

Peki, bu fırsat halen devam ediyor mu, yoksa bu fırsat kaçtı mı?

Fırsatın iyi kullanılabilmesi, politik sahadaki aktörlerin süreci iyi yönlendirmelerine bağlıydı. Maalesef aradan geçen sürede özellikle siyasî iktidar ve silâhlı kuvvetler böyle bir performans gösteremediler. Siyasî iktidarın, Cumhurbaşkanı’nın girişimiyle yaratılan ılımlı havadan yararlanıp demokratik alanı tahkim eden adımlar atması ve sorunun çözümüne dair uygulanabilir bir somut plan yapması gerekiyordu. Ama iktidar bu kararlılığı gösteremedi, tersine kamunun milliyetçi damarının daha da kabarmasına sebep olacak birtakım adımlar attı. Beri taraftan askerin tutumu da süreci olumsuz etkiledi. Genelkurmay Başkanı’nın Amerika’da yaptığı konuşmada sarf ettiği -ve fena halde Doğan Güreş zihniyetini yansıtan- sözler de süreci olumsuz etkiledi. Gerek iktidarın tutuk hali ve gerek askerin adeta Cumhurbaşkanı’nın tekzip eden açıklamaları nedeniyle, özellikle Kürtlerde erkenden yeşeren umutlar solmaya ve bir şeyin değişmeyeceğine dair umutsuzluk yükselmeye başladı. Dolayısıyla eğer bir an önce somut birtakım adımlar atılmazsa, aynen 1993 ve 1999’da yakalanan fırsat gibi, bu fırsat da heba edilmiş olur.

Genel olarak baktığınızda AKP’nin, Kürt

meselesinin çözümü noktasında attığı adımları yeterli buluyor musunuz?

AKP’nin Kürt meselesi konusundaki en radikal söylemi, Başbakan’ın 2005 Ağustos’unda Diyarbakır’da yaptığı konuşmaydı. Başbakan’ın bu konuşmasında üç vurgu vardı: Bir; sorun, bir Kürt sorunudur ve yalnızca Kürtlerin değil hepimizin sorunudur. İki; sorunun bu derece büyümesinde devletin de hataları olmuştur, güçlü devlet geçmişiyle yüzleşebilen devlettir. Üç; sorun ancak daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük ve daha fazla hukuk ile çözülebilir. Bu söylem, müesses nizamın Kürt meselesine dair anlayışından farklıydı ve Başbakan’ın bu devlete ters düşen bu özgürlükçü ifadeleri Kürtlerden büyük bir destek aldı. Fakat Başbakan’ın bu söylemin gereklerini yerine getirmesini engelleyen iki önemli sıkıntısı vardı.

Neydi bunlar?

İlki, AKP’nin ve dolayısıyla Başbakan’ın, Kürt meselesinde, üzerinde düşünülmüş, somut ve uygulanabilir bir projesinin bulunmamasıydı. AKP’nin, halen böyle bir çözüm programı yok. İkincisi ise AKP içerisinde belli bir ağırlığa sahip olan milliyetçi-muhafazakâr bir kanadın Kürt meselesinin çözümü için atılan demokratikleştirici adımlardan pek haz etmemesiydi. Özellikle Cemil Çiçek’in şahsında belirli bir etkinliği olan bu kanat, fazla demokratikleşmenin hem ülkeye, hem de partiye zarar vereceği kanısındaydı. AKP bu iki sıkıntıyı aşamadı, Kürt meselesinde somut bir çözümü mümkün kılacak bir siyasî irade ortaya koyamadı. Ve dahası 2007 seçimlerinden sonra, 2002-2005 arasındaki görece özgürlükçü politikasından da vazgeçti ve klâsik devlet söylemini tekrarlar oldu.

Yani AKP, devlet ile aynı noktaya mı geldi?

AKP’nin yapısal sorunlarına ek olarak bir de parti aleyhine açılan kapatma dâvâsı da, AKP’nin Kürt politikasındaki değişikliğin önemli sebeplerinden biri. Kapatma dâvâsıyla kendisine ölüm gösterilince AKP için yaşamını devam ettirmek en önemli sorun haline geldi. Böylece AKP, müesses nizamın gözünde kendisini zora sokacak her türlü adımı atmaktan kaçınmaya başladı ve özellikle Kürt meselesinde devlet ile örtüşmeye başladı. Önce “daha fazla özgürlük” diye Kürtlere vaatlerde bulunan Başbakan gitti, onun yerine “ya sev, ya terk et” diyen bir Başbakan geldi. Tüm zorlamalara rağmen sınırdışı operasyonlara direnen Başbakan gitti, yerine her istediğinde askere sınırdışı operasyonlara izin veren bir Başbakan geldi. Daha kötüsü Başbakan, aynen askerlerin yaptığı gibi, DTP’lilerle görüşmeyi reddetti. Bu devletle özdeşleşme süreci, AKP’nin Kürtler nezdinde kazandığı prestiji büyük ölçüde kaybetmesine neden oldu. Nitekim 29 Mart’ta AKP büyük bir oy kaybına uğradı. Ama buna rağmen AKP ve Başbakan’ın devletle bu örtüşme süreci devam ediyor. AKP, daha önce hiç olmadığı kadar, devletle aynı dili konuşuyor.

Başbakan’ın DTP ye karşı takındığı tavrı nasıl

yorumluyorsunuz?

Bu tavrın ahlâkî ve siyasî açıdan kabul edilebilir bir tarafının olduğunu düşünmüyorum. Şöyle ki: Başbakan ve içinden geldiği siyasî hareket, kurulu düzenin temsilcileri tarafından hep bir “zenci” muamelesine tabi tutuldu ve tahkir edildi. Bugün Başbakan, iktidarın bir ucundan tutmuş olma şansına erişmiş bulunuyor ve o dün ayıpladığı şeyi yaparak DTP’yi “öteki”leştiriyor, bu partiyi ve bu partiye oy verenleri rencide ediyor. Başbakan’ın bu tavrını ahlâkî daire içinde düşünmek imkânsız. Siyasî açıya gelince: DTP, aynen AKP gibi, mevcut mevzuata göre kurulmuş bir parti. AKP ve milletvekilleri ne kadar meşrû ise, DTP ve milletvekilleri de o kadar meşrûdur. Siyaseten meşrû bir partiye vebalı gibi davranmak ve o parti ile mensuplarını kamuoyunda devamlı hedef haline getirmek doğru bir davranış değil. Kaldı ki Başbakan ve askerler görüşmüyor, ama Cumhurbaşkanı da görüşüyor DTP ile, Obama da görüşüyor.

Başbakan’ın, Ahmet Türk ile görüşmesini “DTP’nin PKK’yı terörist ilân etmesi” şartına bağlaması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Başbakan’ın kendisi de çok iyi biliyor olmalı ki, DTP hiçbir zaman PKK’yı terörist ilân etmeyecek. Bu imkânsız. Çünkü DTP ve PKK aynı sosyal tabana oturuyor. Bugün DTP içerisinde siyaset yapıp da, ailesi içinde PKK ile bir şekilde irtibatı bulunmayan bir kişi yok gibi. DTP içinde meşrû siyaset yapmaya çalışan bir kişinin, ailesinden ve yakın çevresinden biri ya dağa çıkmış, ya halen dağdadır, ya dağda hayatını kaybetmiştir, ya PKK dâvâsından mahkûm edilmiş cezaevindedir, ya da Avrupa’da sürgündedir. Bu insanlardan PKK’yı terörist ilân etmelerini istemek, ailesini ve kendisini aşağılamasını talep etmek demektir. Fatma Kurtulan’a “PKK’yı terörist ilân et” dediğinizde, “Eşine terörist de” demiş oluyorsunuz ki, bunu ne Fatma Kurtulan, ne de DTP içerisinden herhangi bir kişi yapar, yapabilir. O nedenle, Başbakan’ın talebinin gerçekleşebilme olasılığı yoktur. Ayrıca Başkan’ın bu talebi işlevsel de değildir.

Neden?

Çünkü DTP, şu veya bu şekilde PKK üzerinde etkili olabilecek bir güç. Bugün Kürt meselesi PKK olmadan çözülemez. Dolayısıyla bir çözüm sürecinde hem PKK’nın düşüncelerini bilmek, hem de ona etkide bulunmak için DTP gibi siyasal güçlere ihtiyaç var. Başbakan, PKK ile oturamaz, ama DTP ile oturup konuşabilir. Bu nedenle DTP’yi, PKK’ya terörist demek için zorlamak yerine, DTP’yi siyaseten daha güçlü hale getirmeye çalışmak daha faydalı sonuçlara vesile olacaktır.

Başbakan’ın görüşmemesine rağmen, bazı

AKP’lilerin DTP ile görüşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Son olarak Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz, AKP’li iki Diyarbakır milletvekilini de yanına alarak Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’i ziyaret etti. Bu, yerinde ve güzel bir davranıştı. AKP’lilerin DTP’yi ziyaret etmesi aslında Başbakan’ın DTP ile görüşmeme kararının ne kadar yanlış olduğunun da bir teyidi. Bakın AKP’nin 75 Kürt milletvekili var. İçlerinden hiçbirinin bu görüşmeme kararını yürekten desteklediğini sanmıyorum. Çünkü, bu tavır en çok onları zor durumda bırakıyor, Başbakan’ın davranışını tevil etmek için bin dereden su getirmek zorunda kalıyorlar.

Peki, DTP’nin hataları yok mu? DTP ne tür politik yanlışlar yapıyor?

Elbette, DTP de ciddî hatalar yapıyor. Bu hataların iki nedeni var. Biri, Türk siyasetinin dışlayıcılığı... Unutmayın ki bugün DTP adını alan siyasî gelenek, 1990 yılından beri birçok kez partisi kapatılmış, milletvekilleri cezaevinde uzun yıllarını geçirmiş bir gelenek. Partilerinin sürekli olarak kapatılması ve demokratik alanın dar olması nedeniyle DTP’de demokratik bir siyasî damar güç kazanmadı. İkincisi DTP’nin yapısal zaafları. Son derece etkin bir silâhlı güce sahip olan PKK ile aynı tabanda siyaset yapması nedeniyle DTP, bağımsız siyaset oluşturmada yetersiz kalıyor ve siyasî kısırlığa savruluyor. Siyasî kısırlık kendini, bazen Kürtlerdeki değişimi okuyamamada, bazen de özellikle dindar Kürtlerin geleneksel ve dinsel değerlerine duyarsız kalmada ve bazen de sadece mağduriyete yaslanıp çözüm üretici bir dil oluşturmama da kendini gösteriyor.

DTP’ye yöneltilen eleştirilerden biri de etnik

kimliğe dayalı bir siyaset yapması.

Kimlik ve kimliğe dair talepler, dünyanın her yerinde önemli sorunlar oluşturuyor. Eğer siyaset, toplumda var olan sorunlara çözüm üretebilme sanatı ise, siyasal partilerin kimlik sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez. Kürt meselesi, özü itibariyle bir kimlik sorunu. DTP ise, varlık amacını Kürt sorununun çözümüne adamış bir parti. Dolayısıyla DTP’nin kimliği siyasî programının merkezine koyması eşyanın tabiatı gereğidir. Ancak DTP, özellikle bu seçimlerde yalnızca kimliğe dayanan bir propaganda yürütmedi. Diyarbakır seçimlerini yakından izledim. Burada DTP, kimliği ön plana almakla birlikte, hizmeti de es geçmedi.

Etnik milliyetçilik demokrasiyi geliştirir mi?

Ben, -etnik milliyetçilik dâhil- her türlü milliyetçiliğin demokrasiye zarar verdiği kanaatindeyim. Zira milliyetçilik, temelde iyi olan “biz” ile kötü olan “onlar” ayrımına dayanır. İyilik ve kötülük bir etnik kimliği referansla tanımlanmaya başladığında, bazı kimliklerin imtiyazlı, bazılarının ise dezavantajlı bir konuma düşmeleri kaçınılmaz olur. Günümüzde hemen her toplum çok kültürlüdür. Ve bu toplumların temel sorunu da farklı kültüre mensup insanların bir arada ve eşit yurttaşlar olarak nasıl yaşatılacağıdır. Etnik milliyetçilik, bu soruna bir barışçıl bir cevap üretemez. Türkiye örneği, bunun teyidi niteliğindedir. “Türk” etnik kimliğine dayalı bir milliyetçilik ve vatandaşlık anlayışı, bu ülkede bu etnik kimliği taşımayanlara hayatı zehir etmiştir.

Şu anda Kürtlerin kültürlerini yaşatmalarının

önünde ne gibi engeller var?

TRT-Şeş’in açılmasıyla birlikte, sanki Kürtçe ve Kürt kültürü üzerine bütün yasaklar ve sınırlamalar ortadan kalkmış gibi bir algı yaratıldı. Oysa mevzuatta halen Kürtçeyi yasaklayan ve Kürt kültürünün gelişmesini engelleyen birçok madde var. Meselâ, Siyasî Partiler Yasası’nın 43. ve 81. maddeleri ile Seçim Kanunu’nun 58. maddesi Kürtçe propagandayı yasaklıyor ve bundan dolayı çeşitli partilerden birçok siyasetçi mahkeme kapılarını aşındırıyor. Millî Eğitim Kanunu’nda ve Okul Öncesi Eğitim Yönetmeliği’nde, Kürtçe eğitimi engelleyen hükümler var. Dahası Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Hakkında Kanun’un 2. maddesi ile Anayasanın 42. maddesinde Kürtçe anadilde eğitimi imkânsız kılan bir hüküm var. İller Yasasının 2. maddesine dayanılarak coğrafî birimlerin isimlerinin Türkçeleştirilmesi de önemli bir sorun. Tüm bu yasakların bir an, önceki mevzuattan temizlenmesi gerekiyor. Burada da görev Meclis’e düşüyor.

Geçenlerde AKP Diyarbakır Milletvekili İhsan

Arslan, dağlardan “Ne mutlu Türküm” ifadesinin kaldırılması gerektiğini söyledi. Bu tür başka simgesel değişmesi gereken şeyler var mı?

Elbette. Örneğin coğrafî birimlerin eski adlarının iade edilmesi, cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin Kürtçe konuşmalarının engellenmemesi, üniversitelerde Kürt Dili ve Kültürü Enstitülerinin kurulması, camilerde Kürtçe vaazın serbest bırakılması, Kürtçe propagandayı yasaklayan hükümlerin kaldırılması ilk akla gelenler. Bunun yanında, koruculuk alımlarının durdurulması, Öcalan’ın cezaevi koşullarının iyileştirilmesi, çatışmalarda hayatını kaybeden PKK’lıların cenazelerinin ailelerine verilmesi de önemli simgesel değer taşır.

Ama çözümün temeli, bir çatışmazlık ortamını yaratmaktır. Bu konuda ise, hem devlete, hem de PKK’ya yönelik çağrılar yapılmalıdır. Devlet, TSK alan savunması ve kendini koruma haricinde operasyon yapmamalı, PKK’da mayınlı tuzaklar kurmaktan ve taciz saldırıları yapmaktan vazgeçmelidir. Sağduyunun sesinin kazanabilmesi için, silâhların susması gerekir.

Silâhların susması demişken, PKK’nin bu dönemde peşi sıra patlattığı mayınları nasıl yorumlamak gerekiyor?

PKK, kendileri ateşkes ilân etmelerine rağmen, askerin yaptığı operasyonlarda 22 militanını kaybettiğini belirtiyor ve mayın saldırılarını gerekçe olarak bunu gösteriyor. Ancak, burada ciddî bir inandırıcılık sorunu var. Karayılan’ın silâhların miadını doldurduğunu söylemesinin hemen ertesinde mayınlı bir saldırı oluyor ve 10 genç daha hayatını kaybediyor. Bu kez PKK, bunu merkezin değil, yerel birimlerin almış olduğu bir karar neticesinde gerçekleştiğini söylüyor. Bu tavır, PKK’nın niyeti hakkında kuşkuların doğmasına neden oluyor ve PKK’nın silâhtan arınma konusunda niyetini inandırıcılıktan yoksun kılıyor. Bu nedenle PKK’nın daha net ve kesin bir tavır takınması gerekiyor. PKK; üzerine gelinmediği müddetçe kesinkes mayın patlatmayacağını ve merkezin inisiyatifi dışında yerel birimlerin gerçekleştireceği saldırıları onaylamayacağını deklâre etmelidir. Tabiî, bir çatışmazlık ortamının yaratılması sadece PKK ile olacak bir iş değildir. Asker de operasyonlarını durdurmalıdır.

Ama buna karşı, PKK dağda olduğu müddetçe askerin operasyon yapmaktan başka bir seçeneği olmadığı tezi ileri sürülüyor.

Bakın, bu da bir ezber. Seçimler öncesinde asker operasyon yapmadı ve PKK’nın da mayın patlatmadığı, dolayısıyla ölümlerin yaşanmadığı bir dönem yaşadık. Yani asker isterse operasyon yapmayabilir.

Peki, operasyonlar yapılmaya ve mayınlar

patlamaya devam ederse süreç nasıl etkilenir?

Şüphesiz olumsuz etkilenir. Fakat şunu unutmamak lâzım: Bu tür çatışmalı dönemler geçiren yerlerde, barışı kurmak son derece güç bir iştir. Barış kurma süreci hep iyiye doğru seyreden bir süreç değildir, arada kırılmalar, geri dönüşler yaşanabilir. Hele Kürt meselesinde bu çok şiddetli de olabilir. Çünkü çatışmaların devam etmesi; hem askere siyaset üzerinde vesayet etme imkânı tanıyor, hem karanlık faaliyetlerden nemalananlara örtü görevi görüyor, hem de PKK’nın bölgedeki hegemon konumunu daha bir kuvvetlendiriyor. Dolayısıyla çatışmaların sürmesini isteyecek çok kesim var ve bunların her bir süreci baltalamak için provokatif nitelikli eylemlere girişebilirler. Bunlara hazırlıklı olmak ve tüm bunlara karşı barışı kurma kararlılığına sahip olmak gerekiyor. İlk patlayan mayında, ilk yapılan operasyonda geri adım atılırsa barış hayâl olur.

Türkiye’de, devlet çok büyük hatalar yaptı

Son bir soru, Kürt sorununun çözüme kavuşması

için Kemalist devletin özür dilemesi gerekir mi?

TÜRKİYE'DE kutsal devlet algısı hem yönetim katında, hem de toplum nezdinde derinlere sirayet etmiş durumda. Devletin yanlış yapmayacağı, yapsa bile bunun normal olduğu düşünülüyor ve devletin özür dileyebileceği akıllara dahi getirilmiyor. Nitekim Ermeni sorunu konusunda bazı aydınların önayak olduğu ve tamamen bireysel bir nitelik taşıyan “Özür diliyorum” kampanyası bile büyük bir infiale sebep oldu. Oysa, devletler yanlış yapar ve yaptığı yanlışlardan dolayı da özür diler. Özür dilemek, devletin büyüklüğüne bir halel getirmez, aksine mağdur ettiği kesimlerin duygularıyla hemhal olmak devleti güçlendirir, ona öz güven kazandırır. Nitekim dünyada birçok devlet geçmişte yaptıkları hatalardan dolayı özür diledi. Almanya Yahudilerden, Avustralya Aborjinlerden, Amerika ve Kanada katlettikleri yerlilerden özür dilediler ve bunu yapmakla güçlerinden herhangi bir şey de kaybetmediler.

Türkiye’de devlet çok büyük hatalar yaptı. Sadece Kürtlere değil, gayri-müslimlere de, dindarlara da, Alevîlere de. Her kesimin acısı, kendisi için en büyük ve en yaralayıcı olan acıdır. Ben devletin, yaşattığı acılardan dolayı tüm bu kesimlerden özür dilemesi gerektiğini savunuyorum. Devlet özür dilemelidir. Devlet, onların yaşadığı acıyı paylaştığını ve bundan böyle bu tür acıların yaşanmaması için elinden geleni yapacağını bildiren bir özür beyanında bulunmalıdır. Böylesi bir özür beyanı, acı çekenlerin yüreğini bir nebze olsun soğutur ve onların bu ülkeye olan aidiyetlerini bugünkünden daha fazla güçlendirir.

H. HÜSEYİN KEMAL

22.06.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (21.06.2009) - İZMİRLİ OKUYUCULARIMIZDAN FERHAT ÖĞMEN:

  (17.06.2009) - 40 YILLIK TRABZONLU OKUYUCUMUZ ADNAN GÜRSOY:Mesai arkadaşlarım da Yeni Asya’yı takdir ediyor

  (16.06.2009) - Yeni Asya’yı her gün baştan sona kadar okurum

  (15.06.2009) - BİREYİ EZMEYEN CEMAATLEŞME, İNSANLAR İÇİN BÜYÜK İHTİYAÇ

  (14.06.2009) - BULGARİSTAN DOĞUMLU, İZMİRLİ OKUYUCUMUZ MEHMET TABAK:

  (13.06.2009) - YENİ ASYA OKUDUĞU İÇİN BİR MÜDDET EVİNDEN AYRILMAK ZORUNDA KALAN OKUYUCUMUZ ADNAN ACIR:

  (12.06.2009) - BEYŞEHİR’DE İKAMET EDEN 40 YILLIK OKUYUCUMUZ AHMET GÜLTEKİN:

  (10.06.2009) - Yeni Asya, gerçekleri cesurca yazıp söylüyor

  (08.06.2009) - İSRAİL’E GÜVENİLMEZ

  (06.06.2009) - RİSÂLE-İ NUR’U SOMALİ’DE TANIDI

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.