ecza ve erkânının azametiyle beraber senin elinin içine
girip içtima etmeleri demektir.
Çünkü, insanın ustası esbap olduğu takdirde, âlemin
bütün ecza ve erkânı insanla alâkadar olduğuna nazaran,
insanın yapılışında amil ve usta olmaları lâzım gelir. Bir
usta, yaptığı şeyin içerisinde bulunduktan sonra yapar.
o hâlde, insanın bir hücresinde âlemin eczası içtima
edebilir. Bu öyle bir muhaldir ki, muhallerin en mümte-
niidir.
üçüncü kelimenin muhal ve butlanı ise:
evet, tabiatın iki ciheti vardır: Biri zahiridir ki, ehl-i
gaflet ve dalâletçe hakikat zannedilmiştir; diğeri bâtınıdır
ki, sanat-ı İlâhiye ve sıbga-i rahmaniyedir. tabiata ilâ-
veten iddia edilen kuvvet ise, Hâlık-ı Hakîm-i Alîm’in cil-
ve-i kudretidir. ehl-i gafletin sâni olarak telâkki ettikleri
tabiata, cenah olarak yapıştırdıkları kör tesadüf ve ittifak
ise, dalâletten neş’et eden ıztırar neticesinde, şeytanların
ihtira ettikleri hezeyanlardır. Çünkü, müteaddit eserle-
rimde kat’î bir surette ispat edildiği gibi; harikaların hari-
kası olan şu sanat, ancak ve ancak bütün evsaf-ı kemali-
ye ile muttasıf bir Habîr-i Basîr’in yed-i kudretinden çık-
mamış ise, şu kesif, camit, mukayyet miskin mümkinin
eliyle mi şu kâinata giydirilen gömlek yapılmıştır? Yoksa
âlemlere giydirilen şu güzel teşekkülleri, nakışları bauda
veya kaplumbağa mı yapmıştır? Hâşâ, sümme hâşâ!
evet, insanda, her şeyde, sâni-i ezelî’nin masnuu ol-
duklarına mevcudatın adedince şahitler vardır. Meselâ:
alâkadar:
ilgili, ilişki.
âlem:
dünya, cihan; bütün yaratıl-
mışlar.
amil:
yapan, işleyen; yapan, yapı-
cı.
azamet:
büyüklük.
bâtın:
görünmeyen taraf, iç kısım.
bauda:
sivri sinek, sinek.
butlan:
batıl, hükümsüz olma hâ-
li.
camit:
ruhsuz, cansız.
cenah:
kanat, kol.
cihet:
yön.
cilve-i kudret:
kudret ve kuvve-
tin tecellisi, görüntüsü.
dalâlet:
hak ve hakikatten sapma,
doğru yoldan ayrılma, azma.
ecza:
cüzler, parçalar, kısımlar.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yoldan
çıkanlar, azgın ve sapkın kimseler.
ehl-i gaflet:
dünyaya daldığından
dolayı ahiretin farkında olmayan.
erkân:
rükünler, esaslar.
esbap:
sebepler, vasıtalar.
evsaf-ı kemaliye:
olgunluk vasıf-
ları.
Habîr-i Basîr:
her şeyi gören ve
her işten haberdar olan Allah.
hakikat:
gerçek, doğru.
Hâlık-ı Hakîm-i Alîm:
her şeyi
hakkıyla bilen ve her işi hikmetle
yapan yaratıcı; Allah.
harika:
olağanüstü.
hâşâ:
asla, kat’iyen, öyle değil, Al-
lah göstermesin.
hezeyan:
saçmalama, abuk sabuk
konuşma, herze.
ıztırar:
mecburiyet, zorunluluk,
çaresizlik, ihtiyaç.
içtima:
toplanma, bir araya gel-
me.
iddia:
davaya kalkışma, dava et-
me.
ihtira:
uydurma, olmayan bir şeyi
olmuş gibi gösterme.
ilâveten:
ilâve olarak, eklenerek,
ekleyerek, katarak, artırarak.
ispat:
doğruyu delillerle gösterme.
ittifak:
birleşme; rast geliş.
kâinat:
evren; yaratılmış olan şey-
lerin tamamı, bütün âlemler.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddü-
de mahal bırakmayan.
kesif:
kaba, yoğun, şeffaf olma-
yan.
masnu:
sanatla yapılmış eşya,
varlık.
h
aBBe
/Z
eYlü
’
Z
-Z
eYil
| 230 | Mesnevî-i nuriye
meselâ:
örneğin.
mevcudat:
mevcutlar, var
olan her şey, mahlûklar.
miskin:
uyuşuk, tembel, hare-
ketsiz, zavallı.
muhal:
imkânsız.
mukayyet:
kayıtlı, sınırlı, bağ-
lı.
muttasıf:
vasıflandırılan, sıfat-
lanan.
mümkin:
mümkün, olabilir
olanlar, yaratılanlar.
mümteni:
imkânsız, olamaz.
müteaddit:
çeşitli, bir çok.
nakış:
işleme, süsleme.
nazaran:
nispeten, kıyaslaya-
rak, göre.
neş’et:
meydana gelme, oluş-
ma, çıkma.
sanat-ı ilâhiye:
İlâhî sanat, Al-
lah’ın sanatı; Cenab-ı Hakkın
sanat ile yaratması.
sâni:
yapan, işleyen, yapıcı.
sâni-i ezelî:
başlangıcı olma-
yan, zaman, mekânla kayıtlı
olmayan ve her şeyi sanatlı
yaratan yaratıcı, Allah.
sıbga-i rahmaniye:
Cenab-ı
Hakkın yarattığı rızıkları isim
ve sıfatları ile boyaması.
suret:
biçim, şekil, tarz.
sümme:
tekrar ve tekrar.
tabiat:
var olan her şeyin ya-
ratılış ve yaşayış kurallarının
tümü.
telâkki:
kabul etme, bir gö-
rüşle bakma.
tesadüf:
rastlantı, bir şeyin
kendiliğinden meydana gel-
mesi.
teşekkül:
oluşum.
yed-i kudret:
kudret eli, her
şeyi tutan Allah’ın kudret eli.
zahirî:
görünüşte olan; zahire,
dışa ait olan.