(1)
Én
¡n
dGn
õr
dp
R
gibi tilâvet ettiği ayetlere dikkat ediniz. Ve be-
şer için öyle bir istikbalden haber veriyor ki, dünyevî is-
tikbal ona nispeten bir katre hükmündedir. Ve öyle bir
saadetten müjde veriyor ki, dünya saadetleri ona naza-
ran rüyalar gibi olur.
evet, bu kâinatın perdesi altında çok acaip şeyler var-
dır, bizleri bekliyorlar; biz de onları intizar ediyoruz. Bi-
naenaleyh, o acaibi görüp bize keyfiyetlerini hikâye et-
mek için harikulâde bir insan lâzımdır ki, o harika garai-
bi görsün ve gördüğü gibi bize de söylesin.
Ve keza, o zat, Hâlık’ımızın bizden talep ettiği şeyler-
den bahsediyor ve çok hakikatlerden, meselelerden ha-
ber veriyor ki, onlardan kurtuluş yoktur. Feyâ acaba, ek-
ser-i nâs neden böyle hak şeylerden göz yumuyorlar, ha-
kikatlerden kulak tıkıyorlar?
On Birinci Reşha
Arkadaş!
Şu minber-i âlîde hutbe-i ezeliyeyi okuyan ve şahsiyet-i
maneviyesiyle bizlere, meşhut ve yüksek şuunatıyla
âlemde meşhur olan zat-ı nuranî (
AsM
), vahdaniyet-i İlâ-
hiyeye bir bürhan-ı sadık-ı natık ve tevhidin hakikat oldu-
ğuna bir delil-i hak ve saadet-i ebediyenin de vücuda
gelmesine kat’î bir delil ve zahir bir bürhandır.
Ve keza,
o zat, insanları hidayete davet etmekle saadet-i ebedi-
yenin husulüne sebep olduğu gibi, vusulüne de sebeptir.
Mesnevî-i nuriye | 49 |
r
eşhalar
husul:
olma, meydana gelme.
hutbe-i ezeliye:
ezelî hutbe,
Kur’ân-ı Kerîm.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
intizar:
bekleme, gözleme.
istikbal:
gelecek zaman.
kâinat:
evren; yaratılmış olan şey-
lerin tamamı, bütün âlemler.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddü-
de mahal bırakmayan.
katre:
damla.
keyfiyet:
bir şeyin nasıl olduğu,
hâl, durum, iç yüz.
keza:
böylece, aynı şekilde.
mesele:
konu.
meşhur:
tanınmış, şöhretli, ünlü.
meşhut:
gözle görülen, müşahe-
de olunan.
minber-i âlî:
yüce, yüksek min-
ber.
nazaran:
nispeten, kıyaslayarak,
göre.
nispeten:
nispetle, kıyaslayarak.
reşha:
sızıntı, damla.
saadet:
mutluluk.
saadet-i ebediye:
sonu olmayan,
sonsuz mutluluk.
şahsiyet-i maneviye:
manevî ola-
rak bir yerde bulunma, hüküm
sürme.
şuunat:
şuunlar, keyfiyetler, hal-
ler; işler.
talep:
isteme, dileme.
tevhid:
Allah’ın bir olduğuna inan-
ma, birleme.
tilâvet:
Kur’ân’ı usulüne uygun
olarak, güzel sesle ve anlamını dü-
şünerek okuma.
vahdaniyet-i ilâhiye:
İlâhî birlik,
Allah’ın bir, tek olması.
vusul:
ulaşma, erişme, yetişme.
zahir:
açık, aşikâr.
zat:
ululuk sahibi kişi, şahıs (asm).
zat-ı nuranî:
nuranî, nurlu zat; ışık
saçan, çevresini aydınlatan kimse.
acaip:
şaşırtıcı ve hayret veri-
ci şeyler.
acayip:
şaşırtıcı ve hayret ve-
rici şeyler.
âlem:
dünya, cihan; bütün ya-
ratılmışlar.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümle-
si.
beşer:
insan, insanlık.
binaenaleyh:
bundan dolayı,
bunun üzerine.
bürhan:
delil, ispat, hüccet.
bürhan-ı sadık-ı natık:
konu-
şan, konuştuğunda sözü doğ-
ru olan delil; sözünde yalan ol-
mayan Allah’ın varlığını sözle-
riyle ve fiilleriyle ispat eden
Hz. Muhammed (asm).
delil:
bir davayı ispata yara-
yan şey, bürhan.
delil-i hak:
Cenab-ı Hakkın
doğru sözlü delili.
dünyevî:
dünyaya ait.
ekser-i nâs:
insanların çoğu.
feyâ:
“yahu” manasında hay-
ret ifadesi.
garaip:
tuhaf, şaşılacak, hay-
ret edilecek şeyler.
hak:
doğru, gerçek, hakikat.
hakikat:
gerçek, doğru.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şe-
yi yoktan var eden, yaratıcı;
Allah.
harika:
olağanüstü.
harikulâde:
olağanüstü.
hidayet:
doğru olan, hak olan.
1.
Yer müthiş bir sarsıntıyla sarsıldığında... (Zilzal Suresi: 1).