Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Hangi laiklik?

YARGITAY Başkanı Osman Arslan, adli yılı açış konuşmasında bir laiklik tanımı yaptı. Arslan’ın bu tanımı ile Anayasa Mahkemesi’nin laiklik tanımı arasında bazı farklar var.

Arslan’ın tanımı şöyle:

“Laiklik dinin devlet işlerine, devletin ise din işlerine karışmaması, her ikisinin birbirinden ayrılması anlamına gelir...”

Arslan, bu tanımdan hareketle, laikliğin iki unsurunu vurguluyor. Biri, “siyasal” niteliklidir: Din, devleti yönetemez; devlet, dini yönetemez. Devlet bütün dinlere eşit mesafededir. Esasen din, gerçek kişilerle ilgilidir, tüzel kişiliklerin ve devletin dini olamaz...

Laikliğin ikinci unsuru, “kişilerin iç dünyası” ile ilgilidir, din ve vicdan özgürlüğünü içerir.

Arslan’ın bu tanımı doğrudur, Anayasa’nın 24. maddesine de uygundur. Bu madde de laikliği “devlet” odaklı olarak tanımlıyor: “Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzeni kısmen de olsa dine dayandırılamaz, siyasi amaçla kullanılamaz...”

Çünkü siyaset de devlet odaklı bir faaliyettir.

Otoriter laiklik

Anayasa Mahkemesi ise, “din ve devlet işlerinin ayrılması” şeklindeki laiklik tanımını “dar” buluyor, toplum odaklı bir tanım yapmaya çalışıyor. Bununla yetinmeyip, laikliğin “her dinin özelliğine göre” tanımlanacağını söylüyor:

“Klasik anlamda, dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılması biçimindeki tanıma karşılık, İslam ve Hıristiyan dinlerinin özelliklerindeki ayrılıklar gereği, ülkemizde ve Batı ülkelerinde oluşan durumlar ve ortaya çıkan sonuçlar da ayrı olmuştur.” (Karar no: 1998/1)

Batı’daki laiklikler tarihini göz ardı eden bu yaklaşımı benimsersek, Türkiye çoğunluğu Hıristiyan olmadıkça Batılı (liberal) bir laikliğe hiç kavuşamayacaktır!

Yüce Mahkeme özgürlüklerin laikliği yok edebileceğinden korkuyor, “laikliği özgürlüğe kıydırmamak” gibi ‘veciz’ bir gerekçeyle otoriter bir laiklik anlayışını benimsiyor. (Karar No: 1989/12)

Yekta Güngör Özden gibi, Cumhurbaşkanı Sayın Sezer de konuşmalarında bu otoriter laiklik savunusunu sürdürüyorlar.

Liberal laiklik

Anayasa Mahkemesi kararlarında “uygarlık, özgürlük, bilim, akıl, akılcılık, çağdaşlık, çağdaş yaşam felsefesi” gibi kavramlarla laik arasındaki ilişki anlatılarak laikliğin bu “felsefi” muhtevası, bağlayıcı ve zorlayıcı bir “hukuki norm” gibi algılanmaktadır.

Halbuki liberal demokrasilerde “doğru felsefe” de zorlayıcı bir norm haline getirilemez.

Laiklik konusunda bağlayıcı ve zorlayıcı norm, Anayasa’nın 24. maddesindeki devlet odaklı tanımdır.

Laiklik hukuken “devlet” odaklı bir kavramdır, toplumsal alan ise özgürlükler ve çoğulculuk alanıdır.

Mesela: AİHM’ye göre toplumda dini cemaatlerin bulunması ve bunların din kurallarına göre yaşaması, propaganda yapması, laikliğin din ve vicdan özgürlüğü tanımına uygundur. (Bkz. Emre Öktem, Uluslararası Hukukta İnanç Özgürlüğü, sf. 376 vd. Liberte Yayınları)

Böyle bir özgürlük, bizim Anayasa Mahkemesi içtihatlarına göre imkânsızdır! Bizde özgürlüğün ‘sekülerleştirici’ işlevi yeterince fark edilmediği için, “laikliğe kıyacağı” sanılmaktadır.

Türkiye geliştikçe, elbette demokrasimiz gibi laikliğimiz de liberalleşecektir.

Milliyet, 8 Eylül 2006

Taha AKYOL

09.09.2006


 

Yargı ve ezberi!

Adlî yıl açılış töreni... Bu yıl da farklı olmadı. Görüntüler yine aynıydı. Yargıtay Başkanı, devlet büyükleri, hukukçular uzun uzun konuştular.

Ama ne söylediler?..

Değişen bir şey yoktu.

Daha çok klişelerin ağır bastığı konuşmalar yapıldı. Herkes kendi ezberini tekrarladı.

O kadar!

Sorunun özü sorgulanmadı.

Ya da derine inilmedi.

Tüm konuşmalarda kimsenin itiraz edemeyeceği bazı genel doğrular yer aldı.

Demokrasi ve hukuk devleti, laiklik, irtica ve bölücülük gibi konularda haklı eleştiri ve kaygılar belirtildi.

Bu arada, her adli yıl açılış töreninde olduğu gibi, yargıç ve mahkeme sayısındaki azlıktan, yargı çalışanlarının geçim sıkıntısından, mahkeme binalarının yetersizliğinden yakınıldı.

Haklıydı bu şikâyetler de.

Yine her zaman olduğu gibi yargıç güvencesiyle bağımsızlığı açısından bazı temenniler dile getirildi.

İyi güzel!

Ama demin de altını çizdiğim gibi sorunun özüne damardan girilmedi. Bu konuda ezberler bozulmadı. Birtakım klişelerle durum gene idare edildi.

Oysa yargının ezberleri var, bozulması gereken. Köklü bir zihniyet değişimine ihtiyacı var, Türkiye’de yargının.

Ülkemizde yargı hâlâ bireyi değil devleti korumanın peşinde.

Referansı hâlâ devlet.

Ne yazık ki birey değil.

Yargıda sorunun özü budur.

Yargı, demokratik hukuk devletinin gerçekten işlediği, devletin hukukla barışık olduğu ülkelerde devleti değil, devlete karşı bireyi korumakla yükümlüdür. Devletten çok bireyi güçlendirmeyi öne alır.

Bizde ise tam tersi...

Bu zaaf bir türlü aşılamıyor.

Ayrıca, Avrupa hukuku alanında Türkiye gereğini bir türlü tam olarak yerine getiremiyor. Birtakım yasalarda değişiklik yapılıyor yapılmasına.

Ama yetersiz.

Daha yaşamsal sorun, hiç kuşkusuz, zihniyet değişimi alanında yatıyor. Bu açıdan değişime karşı direnç var çünkü.

Yargının içinde değişime ayak uyduranlar elbette yok değil. Ama bir de inatla ayak sürüyenler dikkati çekiyor.

Onun için de uygulamada birçok çarpıcı çelişki suyun yüzüne vuruyor, tüm demokrasi ve hukuk ayıplarıyla...

Avrupa Birliği yolunda yürüyen bir Türkiye’de, Avrupa hukukuna uyum konusunda yargının yapması gerekenler var.

Bunun için bazı klişelerden kurtulması lazım.

Ezberlerini bozması şart.

Yargının kendini çok ciddi bir özeleştiri süzgecinden geçirmesi gerekiyor.

Demokratik hukuk devletine vuran kara gölgeler bir an önce silinmeden bu ülkede adaleti çağdaş kılmak olanaksız.

Adli yıl açılış törenleriyle aynı gün Uluslararası Af Örgütü, Türkiye’de yargıyı sorgulayan bir raporu dünya kamuoyuna açıkladı.

Yargının çok ağır işlediğini, birçok bakımdan adil olmadığını belirten raporla ilgili olarak şöyle bir noktaya işaret edildi:

“Türk hükümetinin işkenceyi yok etme sözü var. Oysa, bu tür yöntemlerle sağlanan kanıtlar, bazı Ağır Ceza Mahkemelerince kabul edilmeye devam ediliyor ve yargıçlar bu kanıtları reddetmeye yanaşmıyorlar.”

Evet, ağır bir eleştiri...

Ne yapmalı?

Çare, ‘yargı çıtası’nın bu ülkede bir an önce ciddi biçimde yükseltilmesinden geçiyor.

Son söz:

Yargı ve eğitim çıtaları çağdaş düzeye çıkamayan bir ülkenin adam olması mümkün değil.

Milliyet, 8 Eylül 2006

Hasan CEMAL

09.09.2006


 

Laiklik tarif edilirse rejimin sihri bozulur!

T ürkiye’nin “iki büyük sorunu”, iki büyük konuda devletin taraf olmasından kaynaklanır.

Birisi, Kürt sorunu ya da nasıl diyorsanız, etnik terör sorunu, PKK terörü vs. Sebepleri çeşitlendirmek mümkün ama, bu sorun kaynağını devletin Türk Milliyetçiliği üzerine kurulmasından alır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Türk milliyetçiliğine taraftır. İkincisi, laiklik sorunu. Laiklik elbette kendi başına bir sorun teşkil etmiyor. Ama laikliğin Türkiye’deki uygulamaları, kendini “laik” diye tanımlayan bazılarının söylediği gibi “katı laiklik” uygulamaları bu milletin dini ile devletin arasını açmaya yetiyor. Allah’ın emirleri yerine, aslında laiklikten kaynağını almayan ve fakat laik uygulama diye dayatılan bazı kanunsuz emirler ile dindarlar, Allah’ın emirleri ile devletin dayatmaları arasında tercih yapmak zorunda bırakılıyor! Aslında bu iki temel sorunun kaynağı bugünkü Türkiye’nin İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin eseri olmasıdır. Eğer Türkiye, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin eseri olsaydı, belki başka büyük sorunlarımız olabilirdi ama, o meclisin yapısı gereği bugün yaşadığımız bu iki büyük sorunumuz olmazdı. Şimdi... Yargıtay Başkanı Osman Arslan’ın, “Laiklik ilkesi ile din ve vicdan özgürlüğü kavramının tarifinin açık ve net olarak yapılması zorunludur” sözleri bugüne kadar hiçbir şekilde tarifinin yapılmaya yanaşılmadığı laiklik konusunda önemli bir açılım getiriyor. Bu cümleler Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ihmal edilmiş ve fakat toplumu sürekli derinden etkilemiş, din devlet çatışmasına sebep olmuş bir konunun sarahate, açıklığa kavuşturulmasını istiyor. Ama... Türkiye’de laikliğin tarifi yapılırsa rejimin sihri bozulur. Bu da tarifinin yapılmasını zorlaştıran en büyük etken. Çünkü, Türk tipi laiklik tarifi dine dayatmanın sınırlarının asla belli olmadığı bir laiklik tipidir. “Efradını cami ağyarını mani” bir tarif yapmaya kalkıldığı zaman Türkiye’de dindarlara laiklik adına yıllardır ne büyük zulümler yapıldığı ortaya çıkar. Laikliğin tarifinin elbette anayasada olması gerekiyor. Bu konu “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır” denilerek geçiştirilecek bir konu değil. Ayrıca bugünkü anayasamızın her maddesinden istenildiği zaman laikliğe atıf yapabilirsiniz. Çünkü... Hüsamettin Cindoruk TBMM Başkanı iken ona sormuştum: “Laikliğin anayasada tarifinin yapılması gerekmez mi?” diye de o da bana bu cevabı vermişti: “Buna ne gerek var, zaten Anayasa’nın her tarafı laiklik.” Doğru olabilir, her noktadan laikliğe giden bir yol bulmam mümkün. Ve laikliğin sert uygulamaları olmadan da bu rejimin ayakta kalması mümkün değil. Bu sertlik Türkiye’de uygulanan laikliğin belirsizliğinden kaynaklanıyor. Çerçevesi, sınırları belli bir konuda bir hukuk devletinde kim sınırların dışına çıkmaya cesaret edebilir ki... Yargıtay Başkanı’nın sözleri Türkiye’de gerçekleşmesi şimdilik mümkün olmayan bir isteği dile getiriyor. Her ne kadar gerçekleşmesi mümkün olmasa da dile getirilmeye başlanması bile bir aşama kabul edilebilir.

Bugün, 8 Eylül 2006

Nuh GÖNÜLTÜŞ

09.09.2006


 

Avrupa diyalog taraftarı

(...)Alman Dışişleri Bakanı Steinmeier ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül dün bir diyalog başlatıyor. Farklı din ve kültürler arasındaki anlayışı geliştirme girişimi.(...)

Steinmeier dün basın toplantısında, amacı gerçekleştirmek üzere, “iki ülkenin sanatçı ve bilim adamlarının katkısını” aradıklarını açıklıyor.

Ülkelerin sanatçıları ve bilim adamları çerçevesinde, topluma mal olmuş sanatçıları ararken, Almanlar Fatih Akın ile Muhabbet’i de aralarına almak istiyor. Atak, çok yönlü. Bir yandan ortak din diyaloğunu içeriyor, diğer yandan Türkiye-AB bağlantısı var.

İKİ HOŞ ÖRNEK

Din diyaloğunda, iki hoş örnek var.

Almanya’dan gelecek olan Hıristiyan din adamları, bizim burada ilahiyat fakültelerinde, kendi dinlerini anlatacak. İslâm dinine duydukları hoşgörüyü dile getirecek. Buna karşılık, bizim oradaki imamlar da, Almanya’daki kiliselerde İslamiyeti anlatacak.

Dindeki hoşgörüyü anlatmanın ikinci ayağında, Almanlar bir başka tezi ileri sürüyor.

Sadece İslam’ı yücelten, bizim buradaki dinci basınla görüşmeler yapmaya hazırlanıyor.

Oysa, her dinin peygamberi ve kutsal kitabı var.

Her insanın, duyduğu inanç var. Onlar da, en az Müslümanlar kadar, kendi dinlerine saygı gösterilmesini bekliyor. Çok doğal.

AB İNATÇILARINA

Almanya’da hem toplum içinde, hem de siyasal anlamda, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkanlar var. İlk akla gelen örnek, iktidardaki Merkel’in partisi.

Biz ve Almanlar, bu karşı çıkmayı törpülemek üzere, Türkiye AB’ye girerse, bundan sağlanacak yararları anlatmayı planlıyor.

MERKEL’İN GİRİŞİMİ

Bu arada Merkel’in iki girişimi var.

Biri, yaz başında programa alınan, Almanya’daki İslami örgütlerle toplantı. Ülkesi neresi olursa olsun, Türk, Faslı, Cezayirli, Mısırlı, Almanya’da yaşayan bu insanları temsilen, onların oradaki örgütleriyle toplantı yaparak, onları dinlemek, sorunların öğrenmek. Ortak çözüm aramak.

İkincisi ise, önümüzdeki hafta ortasında Frankfurt’ta. Alman Başbakanı Merkel, gelecek hafta Frankfurt’ta Euro D’nin onuncu kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen davete katılıyor.

Amerika ve Bush, kültürler arasını ne kadar geriyorsa, Avrupa o ölçüde gerginliği azaltma çabasında.

Hürriyet, 8 Eylül 2006

Yalçın DOĞAN

09.09.2006


 

Atatürk Alevî-Bektaşi meşrepli idi

Atatürk’ün ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Charles Sherrill’le yaptığı ve din hakkındaki görüşlerini açıkladığı söyleşinin yarattığı tartışmalar devam ediyor. Tarihçiler ve aydınların Atatürk hakkındaki görüşleri şöyle:

Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu:

Mustafa Kemal, zaferden öncesi ve sırasında dindar olarak ortaya çıkıyor. Zaferden sonraki Mustafa Kemal ile Atatürk, farklı. Elimde 1930’lu yılların ‘Lise 2 Medeni Bilgiler’ kitabı var. Bu kitapta, milleti millet yapan unsurlar arasında din yoktur. Tarih kitabında, Hazreti Muhammed Hicaz peygamberi olarak gösterilir. Kuran, peygamberin fikirleri olarak ifade edilir. ‘Muhammed’in karıları’ denilir. Bu kitaplarda dine hakaret yok, ama dindarlık da yok. Atatürk dindar değildi, ama dünya işlerine müdahil olmasını istemediği bir tanrı inancı var.

Tarihçi Cemal Şener:

Atatürk dindar değil, laik, demokrattı. Bunun sebebi Alevi-Bektaşi meşrepli ve Türkmen kökenli olmasıdır. İslam coğrafyasında laik cumhuriyet varsa bu da Mustafa Kemal’in bu meşrepten olması nedeniyledir. Dindar değildi, laik insanlarınki kadar tanrı inancı vardı. Yaşam biçimi Sünnilerinkinden çok Alevi-Bektaşilere yakındı.

Yazar Abdurrahman Dilipak:

Atatürk Müslüman mı idi? Sanmıyorum. Dini eğitimi bir aylık elifbe ile sınırlı. İslamı övücü sözleri de var, dinsiz olduğu anlamına gelebilecek sözleri de. Balıkesir’de hutbe okudu. 1946 Türk Dil Kurumu sözlüğünde, din maddesinde ‘Türkün dini Kemalizmdir’ yazılı. Mustafa Kemal birleşik dünya devletleri için katıksız ve lekesiz bir dünya dininden söz eder. Türkçe ezan, laiklik tartışmaları, diyanetin devlete bağlanması, din eğitimi, tarih telakkisi bir arada düşünüldüğünde, net bir görüş çıkmaz. Hakkında bilinmeyenler bilinenden fazla diye düşünüyorum.

Yazar Ayşe Hür:

Söyleşinin satıraraları, Atatürk’ün deist olduğunu düşünenleri destekliyor ancak ateist olması ihtimalini de dışlamıyor. Zaten dindar olmadığını kişisel pratiklerinden ve uygulamalarından biliyoruz. Ama yeri geldiğinde dini, toplumu mobilize etmek için kullanan bir pragmatisttir. Tüm rasyonalistler gibi dini, toplumun modernleşmesi önünde büyük bir engel olarak görüyor.

***

Atatürk söyleşide ne demişti? <

Charles H. Sherrill, Atatürk’le 1933 yılında görüştü. Atatürk’ün dinle ilgili görüşlerini açıkladığı bu görüşme rapor olarak düzenlenip ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderildi. Rapor ilk kez ‘Tarih ve Toplum’ dergisinin son sayısında yayımlandı. Raporda, Atatürk’ün agnostik (bilinemezci) olmadığı, sadece tektanrıya inandığı belirtiliyor.

Raporda, Atatürk’ün Kuran’ın Türkçeye tercüme edilmesiyle ilgili görüşleri ise şöyle anlatıldı:

“Türk halkının ezberden okuduğu Arapça duaların manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kuran’dan Arapça bir bölüm okudu. Bu surede Hazreti Muhammed’in amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gidecekleri yazıyor. (Tebbet Suresi) ‘Düşünen bir Türkün böyle bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?’ dedi. Daha sonra şaşırtıcı bir beyanda bulunarak Türk halkının hiçbir şekilde dindar olmadığını, aralarından camilere giden az sayıda kişinin alışkanlıktan veya yüksek sesle söylenen duaların cezbine kapılarak camiye gittiğini ileri sürdü.”

Radikal, 8 Eylül 2006

09.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004