Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ticaniler CHP üyesiydi

Mustafa Kemal’le ilgili dolaşıma girmeyi başarmış en kişisel hikâye, ilk karşılaşmalarında Mustafa Kemal’in kısa boyunu görüp, ince sesini duyduktan sonra kahrolan, ancak bağrına taş basan Demirci Mehmed Efe’nin, paşanın kahvesini çok şekerli istemesi üzerine dayanamayıp “işte bunu bana etmeyecektin Paşam!” demesidir herhalde. İçinde Safiye Ayla, Zsa Zsa Gabor veya içki, eğlence gibi kelimelerin geçtiği zararsız dedikodular ise kaşların havaya kalkmasına yeter de artar. Azılı Mustafa Kemal düşmanı Rıza Nur’un, ‘Bozkurt’ kitabının yazarı Amerikalı H.C. Armstrong’un, hatta nispeten beğenilen ‘Atatürk’ kitabının yazarı Lord Kinross’un yenilip yutulması hakikaten zor iddialarını ağza almak için ise kelleyi koltuğa almak gerekir. Yıllardır tartışılır: Mustafa Kemal o kadar güçsüz bir şahsiyet midir ki, bu tür iddialarla imajı sarsılsın?

Mustafa Kemal’in imajını korumak için yapılan en müthiş icat ise 31 Temmuz 1951’de yürürlüğe giren 5816 Sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun olmalı. Türk Ceza Kanunu’nda bu konuda yeterince madde varken neden ihtiyaç duyulduğu anlaşılmayan beş maddelik kanunun ilk maddesi “Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir, bu suça azmettirenler asli fail gibi yargılanır” diyor. 2. Madde ise “bu suçun iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasıyla işlenmesi halinde verilecek cezanın iki kat artırılacağını” söylüyor. Büyük Doğu hareketinin lideri, İslamcı şair Necip Fazıl Kısakürek 1960’ların başında bu maddeden 1,5 yıl hapis yatmıştı. Geçen yıl, Milli gazete yazarı Hakan Albayrak ‘Bir Cenaze Namazı’ başlıklı yazısında Atatürk’ün cenaze namazının kılınmadığını öne sürdüğü için 15 ay hapse mahkum oldu. Aykırı Yayınları’nın sahibi Seyfi Öngider, ‘İki Şehrin hikâyesi/Ankara-İstanbul Çatışması’ adlı kitabından, John Tirman’ın ‘Savaş Ganimetleri: Amerikan Silah Ticaretinin İnsani Bedeli’ adlı kitabını yayımlayan Aram Yayıncılığın sahibi Fatih Taş, “Atatürk ulusçuluğunu faşizmin bir versiyonu olarak tanımladığı” gerekçesiyle hem bu kanundan hem de “Türklüğü, Türkiye Cumhuriyetini, Askerleri, güvenlik güçlerini aşağılamak” iddiasıyla 301.maddeden yargılanıyor. Kanun, Bağcılar Başsavcılığı’nın, ‘Latife Hanım’ kitabının yazarı İpek Çalışlar ve onunla röportaj yapan Hürriyet gazetesinin sorumlu müdürü Necdet Tatlıcan hakkında 4,5 yıl hapis cezası istemiyle açtığı dava ile tekrar gündemde.

Celal Bayar

Kanunun mucidi Celal Bayar, buna neden ihtiyaç duyduğunu gazeteci Erkin Umsan’a şöyle anlatmış: “İktidarımızın ilk yıllarında, Kemal Pilavoğlu adında birinin yönettiği tarikat mensupları ellerine geçirdikleri çekiçlerle Atatürk heykellerine saldırıyor, huzursuzluk çıkartıyorlardı. Hükümet, bunlara karşı gerekli tedbirleri alıyordu. Fakat olayların birbirini kovalaması, toplumda sinirli bir hava estirdi. Pilavoğlu isimli tarikat şeyhi, 26 müridi ile yakalanıp adliyeye sevk edildi. Yine bu aylarda yeraltı faaliyeti yapan bir gizli Komünist Partisi de ele geçirildi ve 188 üyesi adliyeye sevk edildi. Bütün bunlar gösteriyor ki; demokrasinin getirdiği hürriyet havası içinde aşırı akımlar ortalığa yayılmışlardı. Toplumu aşırı cereyanların zararlarından korumak lazımdı. Bunun için sağ ve sol akımlara karşı Ceza Kanunu’ndaki cezaları ağırlaştırmak, Atatürk heykellerine ve Atatürk’e karşı harekete geçeceklere karşı da Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkartmak gerekiyordu... Atatürk’ün kurduğu ana muhalefet partisi ise bu kanun karşısında yer aldı. Demokrat Parti içinden bazı milletvekilleri de, şahsi düşüncelerine bağlı kalarak bu kanunun çıkmasını engelliyordu... Kanun müzakeresi aylarca sürdü. Bir gecede 17 Atatürk heykeline birden saldıranlar, o gün bugün ortada yoktur.” (Yeni Asır, 10 Kasım 2003)

Bayar’ın sözünü ettiği “gizli komünistleri” çoğumuz biliriz ama “Kemal Pilavoğlu’nun tarikatı” da ne ola? Bilindiği gibi, 1940’lar, Kemalizmin gayri-meşru ilan ettiği İslami hareketlerin tekrar kamusal alana çıkma çabalarının hız kazandığı yıllar. 1946’da çok partili döneme geçişle birlikte güç kazanan bu hareketlerden en önemlileri, her ikisi de Nakşibendilikten gelen, Said-i Nursi’nin önderliğini yaptığı Nurculuk ile Süleyman Hilmi Tunahan’ın önderliğini yaptığı Süleymancılık tarikatları idi. Kemal Pilavoğlu adlı, hukuk fakültesinden terk şahıs tarafından 1930’larda Ankara’nın Çubuk ve Keskin ilçeleri ile Çankırı Şabanözü’nde örgütlenen üçüncü büyük tarikat ise Ticanilik diye anıldı. Adını, Şazeli-Halveti kökenli Ahmed et-Ticani (1737-1815) tarafından, Cezayir’in güneybatısındaki Ain Madi kasabasında kurulan Ticaniye tarikatından alan hareketin asıl tarikatla ilişkisi oldukça şüpheli. Güya rüyasında Ahmed Et-Ticani`ye intisap ettiğini gören ve ondan tarikat ruhsatı alan Pilavoğlu ve müridleri 1943’te, tarikat faaliyetleri suçundan mahkemeye verildiler ancak kısa bir süre sonra serbest bırakıldılar. Bir süre sonra “heykel puttur”, “laiklik dinsizliktir”, “Hilafeti kaldıran Atatürk mel’undur”, “Türkçe ezan küfürdür” sloganları ile tekrar ortaya çıkan Ticanilerin ilk büyük eylemi 1949 Şubatında TBMM genel kurulunda Arapça ezan okumak oldu. Ardından, Bayar’ın dediği gibi, çeşitli yerlerdeki Atatürk heykellerine saldırmaya başladılar.

Ticaniler CHP üyesi

O dönemde Nurcular Demokrat Parti’yi destekliyordu. Peki Ticanilerin siyasi bağlantısı var mıydı? Bu konudaki inanması güç iddialar şöyle: İktidarının son yıllarında dinci çevrelere sempatik görünmek için din derslerinin yeniden konmasına, yeni ilahiyat fakültelerinin, imam hatip okullarının ve Kuran kurslarının açılması için hazırlıklara başlayan CHP hükümeti seçimleri yenileme kararını aldığı 1 Mart günü, tekke ve zaviyeleri kapatan 5566 sayılı kanunda değişiklik yaparak bazı türbelerinin ziyaretine izin vermişti. 26 Nisan 1950 tarihli Zafer gazetesinde çıkan bir habere göre ise, Ticanî Tarikatı’nın Şeyhi Kemal Pilavoğlu ve müridlerinden bir grup İsmet İnönü’nün onayıyla partiye üye yapılmış, tarikat üyeleri köylerde toplantılar düzenleyerek parti propagandası yapmışlar, köylüleri CHP’ye üye yazmışlardı. Gazetenin iddiası, seçim gürültüsü içinde kaynayıp gitti. 14 Mayıs’ta “Yeter söz milletin!” diyen DP iktidara gelince, gazete konuyu tekrar gündeme getirdi. Pilavoğlu’nun avukatlığını yapan Yılmaz Akpınar’ın CHP Balıkesir milletvekili Muzaffer Akpınar’ın oğlu olması dedikoduları destekliyordu. (Daha sonra, Yakup Kadri de ‘CHP ve Genel Başkanı-Siyasi İncelemeler ile Politika’da 45 Yıl’ adlı eserlerinde, CHP ile Pilavoğlu ilişkisine değinecekti.) Ancak, Ticanilerin seçimden sonra iyice gemi azıya alması CHP’ye pozisyon değiştirme fırsatı verdi. Kırılan heykellerin sayısı arttıkça, CHP’nin “mürtecileri ve iktidarı kınayan” protesto mitinglerinin sayısı arttı. Sonunda, Celal Bayar Atatürkçülük şampiyonluğunu kazanması için altın tepside sunulan fırsatı fark etti ve 5816 sayılı kanunu çıkardı. Pilavoğlu ve 74 müridi, kanun uyarınca 5 Mart 1952’de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde mahkum oldu. Anlaşılan DP’ye özenen cin fikirli CHP’liler bu konularda acemi oldukları için yanlış ata oynamışlardı çünkü ileride daha iyi görüleceği gibi, Nakşibendiler, desteklerini Nurcular ve Süleymancılara, dolayısıyla DP’ye vereceklerdi.

Unvanları deli

1952’de Malatya’da gazeteci Ahmet Emin Yalman’ı yaralama suçundan 10 yıl hapis yatan İslamcı-milliyetçi eylemci Hüseyin Üzmez, ‘Şu Bizimkiler’ adlı kitabında aynı hapishaneyi paylaştığı Ticanileri bakın nasıl anlatıyor: “Bir de Kemal Pilavoğlu vardı, hapishanede. Kimine göre sahtekâr, yalancı ve ahlaksız; kimine göre de büyük veli... Şalvarlı, poturlu, sakallı, sakalsız tipler. Başlarında takke ile kalpak arası başlıklar, ayaklarında çarıklar, lastikler. Paçaları dizlerine kadar uzanan yün çorapların içine sokulu acayip kılıklı insanlar. Orta Anadolu insanları. Çoğunun adının başında bir de ‘deli’ eki var. Deli Sadık, Deli Yusuf, Deli Mevlut... Delilik onlarda bir unvan gibi... Hapishane idaresi onları çok ezerdi. Çok acırdık. Ama onlar hallerinden şikayet etmezlerdi. Hatta ölmedikleri için hayıflanırlardı. Şu zalim gardiyanların dayaklarıyla ölseler şehit olacaklardı...”

27 Mayıs İhtilali’nden sonra İhtilal Komitesi tarafından Bozcaada’ya sürülen Pilavoğlu, iddialara göre Orta Anadolu’dan getirttiği 130 kadar müridiyle ada ekonomisine egemen oldu. Adanın pastanesi, kasabı, manavı, fırını hep onundu. ‘’Şarap üretmek günahtır, üzümlerini şarapçılara verenler cehennemde cayır cayır yanar” diyerek Müslüman bağcıların yüreğine korku salan Pilavoğlu, adayı terk eden Rumların bağlarını teker teker satın alarak pekmezcilikten servet edindi. Adada kaymakamlık yapan Kutlu Aktaş’ın anlattığına göre, karısının ihbarı üzerine Bozcaada’daki evinin üst katında üç oğlan çocuğuyla basıldı ve “elle fiili livata” suçuyla yargılandı. (http://www.yeniasir.com.tr/a/dizi/siluet/siluet4.htm) ...

Ticani tarikatının bize bıraktığı miras ise, dinci akımlara yönelik saldırılarda sık sık tekrarlanan “mürteciler, Ticaniler” repliği ile 5816 sayılı Kanun oldu.

Radikal2, 27.8.2006

Ayşe HÜR

11.09.2006


 

Askerin ideolojik eğitimi gözden geçirilmeli

Geçen gün Kürşat Bumin yazısını Regis Debray’ın bir sözü ile bitirmişti: “Hasta bir cumhuriyetin varacağı yer kışladır.” Muhtemelen Fransa’nın zıpçıktı entellerinden biri buna “Bu durumda hasta bir kışlanın varacağı yer de cumhuriyet olmasın?” türünden kinayeli bir yanıt vermekte gecikmemiştir.

Ama bizim işimiz Fransa’daki tartışmaya akıl yetiştirmek değil... Gene de Batı dünyası ile ortak yönlerimiz var; çünkü askeri kurumların paylaştığı otoriter zihniyetin zamanımızda belirgin bir sıkıntı ile karşı karşıya olduğunu görüyoruz. Bunun nedeni askeri öğretinin otoriter anlayışı titiz bir tutarlılık içinde vazetmesi. Ancak bu öğretinin topluma ne denli anlamlı geldiği ve dünyanın zihni atmosferine ne denli adapte olabildiği ayrı konu. Oysa sağlıklılığın tanımı burada... Kendi içinde tutarlı bir zihni yapınızın olması sizi rahatlatabilir, ama bu anlayış dünyaya adapte olmakta zorluk yaratmaktaysa ikilemde kalırsınız: Adaptasyon ihtiyacı zihniyetinizi esnetmenizi gerektirirken içinde olduğunuz kurumsal yapı her esnemeyi ‘taviz’ olarak algılayıp sizi marjinalize edebilir...

Dolayısıyla dünyanın giderek demokrat ilkelere açıldığı bir dönemde askere verilen ideolojik öğretinin de gözden geçirilmesinde büyük yarar var. Ele alabileceğimiz son örnek yeni Kara Kuvvetleri Komutanı’nın tören konuşmasıydı... Buna göre bizdeki öğretiyi 5 maddelik bir önerme dizisi halinde özetleyebiliriz: 1) Atatürkçü Düşünce Sistemi olmasa Cumhuriyet ve devrimler olmazdı; 2) Cumhuriyet ve devrimler olmasa Türk ulusu olmazdı; 3) Türk ulusu birlik ve bütünlük anlamına geldiği için ulus-devlette cisimleşmiştir ve onunla özdeştir; 4) Ulus-devlet olmasa üniter yapı korunamaz; 5) Üniter yapı olmasa azınlıkçılık ve bölgecilik olur. Dolayısıyla bu bakış açısına göre azınlıkçılık ve bölgecilik yapanlar üniter yapıya, yani ulus-devlete, yani Türk ulusuna, yani Cumhuriyet ve devrimlere, yani Atatürkçü Düşünce Sistemi’ne karşıdırlar... Bu öğretinin bir dogma haline gelebilmesinin sırrı ise büyük harflerle yazılan Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin ebedi ve ezeli bir doğru olarak kabul edilmesi, neredeyse bir inanç unsuru haline sokulmasıdır. Böylece toplum yüceltilmiş bir ideolojinin nesnesi haline gelmekte, o ideolojinin çizdiği çerçevede yaşamak üzere tanımlanmaktadır. Bu bakışın toplumsal değişime kapalı olmayı ima etmesi karşısında ise yukardaki önermelere bir destek gelmektedir: Buna göre Atatürkçü Düşünce Sistemi “dinamik bir dünya görüşü” olduğu için çağdaşlığa sürekli olarak uyum gösterir. Ne var ki bu düşünce sisteminin dayanakları olan milliyetçilik, laiklik ve devletçilik tamamen otoriter zihniyet içinde algılanmaktadır. Diğer bir deyişle ‘çağdaşlık’ otoriter bir dünya içinde tanımlandığı sürece Atatürkçü Düşünce Sistemi gerçekten de ‘dinamik’ bir uyumu taşıyabilir... Ama ‘çağdaşlık’ demokratlığı ima ettiği andan itibaren söz konusu ‘dinamizm’ toplumsal değişimin engellenmesi olarak ortaya çıkmaktadır...

Diğer taraftan bu önermeler dizisinin TSK ile niçin bağlantılı olduğu da sorulabilir. Gerçekten de bu önermeler kabul olunsa bile, askere biçilen özel rolün meşru kılınması zordur. Ne var ki yukardakilere ilaveten bir ‘ön’ önerme mevcut ve Türkiye’de ordunun işlevi bundan güç almakta: ‘TSK olmasa Atatürkçü Düşünce Sistemi ayakta kalamaz’. Dolayısıyla değişmekte olan toplumun tüm yeni talepleri sistem üzerinde bir tehdit olarak tanımlanırken, TSK da bu sistemin ve ardındaki ideolojinin sahibi ve koruyucusu haline gelmekte. Sonuç değişimin ve siyasetin ‘karşısında’ olmaya eğilimli, bu anlamda bir ‘meta’ siyasetin öznesi haline gelebilen ve böylece gerçek anlamdaki tüm siyaset imkanlarını kısıtlayabilen bir ‘askerlik’ anlayışıdır...

Zaman, 10.9.2006

Etyen MAHÇUPYAN

11.09.2006


 

Bir yıllık gecikme

Bir yıllık gecikme

HÜKÜMET 19 Eylül’de Meclisi olağanüstü toplantıya çağırmaya hazırlanıyor.

Haberi duyduğumda takvime bakıyorum. Tam bir yıl geçmiş.

Olağanüstü toplantı, dokuzuncu uyum paketinde bulunan AB uyum yasalarının, Avrupa Birliği’nin ekim raporundan önce çıkartılmasını amaçlıyor.

Aralarında Vakıflar, Sayıştay yasaları gibi tartışmalı birçok konunun bulunduğu 12 tasarı teklifi on beş gün içinde Meclis’ten geçirilecek.

Böylece Avrupa Birliği Komisyonu’nun hazırlayacağı İlerleme Raporu’ndaki olumsuzlukları önleyeceğiz.

Avrupa Birliği’nin yasal değişimleri ancak “uygulamalar” temelinde değerlendirdiğini bir kenara bırakalım, böyle önemli değişiklikler yapılırken kamuoyunda daha fazla tartışılması gerekmez mi?

Örneğin Sayıştay yasası ne getirecek? Savunma giderlerinin şeffaflaşması ne anlama gelecek; Vakıflar yasasındaki değişikliklerin altyapısı hazır mı?

Ombudsmanlık yasasına kadınlar arafından yapılan eleştiriler dikkate alınacak mı?

İnsan haklarından yargıya kadar temel değişiklikler öngören 12 tasarı.

Bunları tartışmadan, değişikliklerin neler getireceğini anlayamadan demokratikleşme bilincinin yerleşmesi mümkün mü?

Tabii ki değil.

Bu bilince ulaşmadan yasaların uygulanması da kolay olmayacak. Avrupa istedi diye atılan adımların Avrupa üzerinde etkisi beklenenden az olacak.

***

AVRUPA Birliği, 3 Ekim’i 4 Ekim’e bağlayan gece yarısından sonra Türkiye ile müzakerelere başlama kararı aldı.

Ne kadar zor bir geceydi.

Kıbrıs dahil, önümüzdeki dönemde karşımıza çıkacak sorunların neler olacağı tüm açıklığıyla karşımıza kondu.

Bu sorunların üstesinden gelmek için 5 Ekim’den itibaren kolları sıvayarak işe koyulmak gerekiyordu.

Ama hiç te öyle olmadı. Baş müzakerecinin seçimi bile aylar aldı.

Sonrası da aynı geniş yüreklilik temposuyla devam etti.

İşlerin yavaştan alındığı, hükümetin AB sürecini tavsattığı eleştirileri ise Başbakan’ın sert tepkileriyle karşılaştı.

Bu yılın başlarında, Başbakanın bir danışmanının Kıbrıs konusunda neler düşünüldüğü yolundaki bir soruya verdiği yanıtını anımsıyorum. “İlerleme raporu ekimde. Ekime kadar vaktimiz var” demişti.

***

İŞTE bir ay sonra ekim.

AB’nin Türkiye ile müzakerelere başlama kararının üzerinden 11 ay, müzakerelerin başladığı 12 Haziran’dan bu yana ise üç ay geçti.

Biz 9. uyum paketini görüşmek üzere Eylül’ün ikinci yarısında harekete geçiyoruz.

Bu bir yıllık gecikme, pusulamızda sık sık sapmalara yol açmasının yanı sıra, sivil toplum örgütlerinin Avrupa kulislerindeki lobi faaliyetlerini de tavsattı.

Dünkü Hürriyet’te Zeynep Göğüş çok doğru bir noktaya işaret etmişti. Avrupa Parlamentosu’nun raporuna giren değişiklik önerileri lobilerin marifetiyle gerçekleşti. Bu yıllardan beri böyle. Ve biz yıllardan beri bu kulislerde var olmamız gerektiğini biliyoruz ama bir türlü var olamıyoruz. Neden? Çünkü önceliklerimizi gözden kaçırıyoruz.

Bir süre önce Avrupalı bir parlamenter, Kıbrıslı Rum ve Yunanlı parlamenterlerin Türkiye adı geçen her belgeyi satır satır izlediklerini ve işlerine gelmeyen her sözcüğün üzerinde durarak değiştirmek için çaba sarf ettiklerini anlattı. “Biz bunu yapamıyoruz. Her şeyi inceleyemiyoruz. Türkiye’nin de aynı uyanıklığı gösterecek ekipler oluşturması gerekiyor” dedi.

Meclis’in 19 Eylül’deki toplantısı ile AB süreci hükümetin gündemine yeniden girer umarım.

Belki bir yıllık yan gelip yatmanın telafisi mümkün olur.

Hürriyet, 10.9.2006

Ferai TINÇ

11.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004