Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ankara kriterleri mi?

Şunun şurasında, Avrupa Komisyonu’nun “Türkiye İlerleme Raporu”na bir hafta kaldı ve ortada herhangi bir “ilerleme” görülmüyor. Reform sürecini savsaklamak ya da eski enerjisini yitirmiş olmakla eleştiren hükümette bir gayret de gözükmüyor.

Tersine, iç politika tribünlerine dönük incir çekirdeğini doldurmayacak laflarla vakit geçiriliyor sanki. 301 konusundaki katı tutumuyla Türkiye’nin başının gereksiz yere ağrımasında önemli ölçüde hisse sahibi olan Adalet Bakanı Cemil Çiçek, 301’in üzerinden “şöhret elde etmek isteyenler” olduğundan söz ederek, Orhan Pamuk ve Elif Şafak’a göndermede bulunuyor.

“Kim 301’den bir şey oluyorsa, bir Batı ülkesinden hemencecik bir ödül veriyorlar.”

(...)

Siz dünya çapında bu kadar tanınmış isimleri, 301’den yargılarsanız, bu olay da dünyanın her yanında, Türkiye’nin “demokrasi uygulaması” ve “yargı sistemi”nin üzerine düşen bir “kara leke” olarak yankılanır ve “ifade özgürlüğü” konusu da, gelir Avrupa Birliği’nin gündemine 301’le ilişkili olarak girer.

Bunda şaşacak ne var? Ondan sonra kalkıp, kafayı 301’e yoracağınıza, bir de uluslararası ödül kazandılar diye bu kişileri “manevi suçlu” halinde sunarsanız, Türkiye’de özgürlüklere nasıl yol aldıracağız. Çiçek’in ikide bir ileri sürdüğü, “Onların yasalarında da benzeri maddeler var” savının geçerliliği olabilir mi? Hangi AB üyesi ülkede, o ülkenin uluslararası kalibredeki ünlü yazarları ve aydınları, o “benzer maddeler”den yargı önüne çıkarıldılar?

***

Bu kakafoniye, anlamsız bir şekilde zaman zaman Başbakan Tayyip Erdoğan da dahil oluyor. Bayram günlerinde, 301 konusunda herhangi bir çalışma olmadığını söylerken, kendilerine bu konuda hiç somut öneri yapılmadığını bildirdi. Yasa değişikliği hazırlamak durumunda olan kendileri. Birilerinin ellerine, “şu 301 şöyle değiştirilsin” diye yazılı bir metin mi vermesi gerekiyor? Bu konunun, AB zemininde ne kadar öncelikli olduğunu, önceki hafta gittiğimiz Lüksemburg’taki toplantıda bizzat gözlemledik. Abdullah Gül bilmiyor mu? Tayyip Erdoğan’a anlatmadı mı? Başbakan’ın sevdiği bir cümle var. “Kopenhag Kriterleri’nin yerine Ankara Kriterleri’ni koyar, yolumuza devam ederiz.” Bu laf tabii. İç politikada, kulaklara hoş gelen bir melodi ve AB’ye karşı “yaralı onurlar”a sürülen bir merhem cinsinden. Ama doğru değil. Kopenhag Kriterleri’ni bile doğru dürüst yerine getiremeyen bir ülkede, Tayyip Erdoğan’ın bile fazla kalamadığı, boğucu-baskıcı siyasi hava kirliliğinden muzdarip Ankara’nın hangi kriteri, bir “demokratik oksijen” olabilir ki? Tayyip Erdoğan, şimdi de “Maastrich Kriterleri olmazsa İstanbul Kriterleri’ni uygular, yola devam ederiz” cinsinden yeni ve hoşuna gittiği besbelli yeni bir cümle üretti. İçi doldurulamayan, tanımı yapılamayan Ankara-İstanbul kriterlerinden söz edeceğinize, var olan ve Türkiye’nin önünü açacağı besbelli mevcut kriterlere, Kopenhag ve Maastricht’e uyum sağlamaya çalışsanız ya.

Yakın geçmişte burun kıvırdığımız Yunanistan bile Maastrich kriterlerini Simitis döneminde uygulamayı başardı. Türkiye niçin başaramasın? Asıl önemlisi, bu tür içi boş “retorik”le zaman yitirmek. “Türkiye ilerleme Raporu”na bir hafta var, AB Zirvesi’ne ise yaklaşık bir buçuk ay. Türkiye’yi haklı bir zemin üzerinden-altını çiziyoruz: haklı bir zemin üzerinden sürekli kusurlu, gedikli bir ülke olarak eleştiri altında bırakmanın ne yararı bulunuyor? AB’ye karşı biz Türkiye olarak, AB’nin ayıplı yanları, gedikleri nedeniyle çok haklı kozlarla silahlanabilecek durumdayken, niye silahsızlanalım?

***

Bütün bunlar, bir “tren kazası”na doğru hızla yol aldığımız düşünülerek yapılmış eleştiriler değiller. Zira, başta bir “tren kazası” olacağı kanısında değiliz. Bunu, sadece Türkiye değil Avrupa Komisyonu da istemiyor ama bizce daha önemlisi, 2006 sonunda, mevcut “uluslararası siyasi iklim” ve özellikle Ortadoğu’daki gelişmeler göz önüne alındığında, Avrupa’nın da bunu göze alabileceğini hiç sanmıyoruz. Yani, sorun, AB ile “müzakerelerin askıya alınacağı” endişesinden kaynaklanmıyor. Çünkü, müzakereler, zaten fiilen askıda. Fiilen durmuş, yürümez vaziyette.

Sorun da bu zaten. Türkiye’nin tıkanması görüntüsü. AB’de yeterince hatta gereğinden de çok “Türkiye karşıtı” mevcut. Türkiye’de de AB karşıtı. Her ikisi, zımni ve kutsal ittifak içinde, aslında bir “balayı” yaşar durumdalar.

Böyle bir dönem, Türkiye’ye zarar vermesi bir yana; eninde sonunda “siyasi kabağın” Ak Parti’nin başında patlayacağı anlamına geliyor. Ama Ak Parti’nin başındakiler, bunu görmüyorlar ya da buna bir şeyler demiyorlarsa, bize de “Ankara ve İstanbul Kriterleri”nin uygulanmasını beklemek düşecek demektir...

Bugün, 1.11.2006

Cengiz ÇANDAR

02.11.2006


 

Kime gösteri yapıyoruz?

Gezegenin bu bölgesi biraz acayip! Sayalım. Burada bir yılda kaç bayram, kaç kutlama kaç yıldönümü var? 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim, 10 Kasım... Sonra yıldönümleri...

27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat... 60, 71, 82, 97... 29 Ekim 1920’den bu yana meydana gelen ve “Bundan sonra hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak” dedirten olayları da bu yıldönümlerine katarsak yılın epey bir bölümünün resmi bayramlar, ideolojik yıldönümleri, darbelerin gündönümleri vs... ile geçirmiş oluyoruz. İşte gezegenin burasında tarih biraz da bunların tarihi...

Askeri darbelerin, yıldönümlerinin kutlamaların tarihi... Cumhuriyet kavramı ile süslenen ve aslında bu kavram ile yakından uzaktan ilgisi olmayan bu düzen gerçekte, gezegenin bu bölgesinde baskının, halkı ezmenin, üçkağıtçılığın, dolandırıcılığın, istikrarsızlığın, demokrasiden uzaklığın bir simgesi olarak kayıtlara geçiyor! “Cumhuriyeti koruma ve kollama” da işte böyle bir düzeni korumak için geliştirilmiş ilginç bir görevdir. Burada özgürlükler ancak bu koruma ve kollama görevini yerine getirdiğini iddia edenler ve bunların uygun gördüğü kişi ve çevreler için var. Düzenlerinden halkın geniş yığınlarının memnun olmadığını gördükleri zaman “Cumhuriyetimiz tehlike altında” diyenler, sürekli bu azınlığın menfaatine çalışan sistemi korumak için bütün yasalara ve anayasaya aykırı fiilleri işlemekten çekinmezler.

Şimdi... Eğer gezegenin bu yöresi Cumhuriyet ile yönetilmiş olsaydı, buranın bir cumhuriyet olduğuna yönelik her vesile ile sayısız büyük vurgular yapılmasına, her yıl bilmem kaç defa cumhuriyet olduğumuzu hatırlatan törenler düzenlenmesine, açıklamalar yapılmasına, muhtıralar verilmesine gerek kalmazdı. Önceki gün yine 29 Ekim’di. Tüm yurtta, KKTC ve Türkiye’nin yurtdışı temsilciliklerinde kutlandı. Bu kutlamalarda İstanbul ile Ankara’nın farkı bir kere daha ortaya çıktı. Ankara...

Ne o öyle tanklar, toplar, uçaklar... Kime gösteri yapıyoruz. Dosta güven düşmana korku salıyoruz güya. Bu tarz kutlamaları artık sadece Kuzey Kore yapıyor, İran yapıyor!

Bugün, 1.11.2006

Nuh GÖNÜLTAŞ

02.11.2006


 

Devlet mi, birey mi önce gelmeli?

Önce bir haber:”Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki Türk yargıç Rıza Türmen, 301’inci maddenin tek başına sorun olmadığını belirterek, hakim ve savcıları eleştirdi: ’Türkiye’deki hákimlerde daha çok devleti koruma içgüdüsü, Avrupa’dakilerde ise daha çok bireyin düşüncesini koruma anlayışı var’ dedi.” (Sabah-31.10.2006)

Strasbourg’da 8 yıldır Türkiye’yi temsil eden Türmen’in bu sözleri Türkiye’de sadece hákim ve savcıların değil; bürokrasinin hemen her kademesinin ve hatta vatandaşların önemli bir bölümünün Türkiye’de belirli olgulara atfettikleri önem sırasını vurguluyor.

Bana göre; Batılı olmanın temel kriteri bir ülkenin vatandaşlarının zihniyet haritasındaki sıralamadır.

Bireyi devletten daha önemli gören algılama Batılı, devleti bireyden önemli gören algılama ise Şarklı zihniyet haritasını ifade eder.

* * *

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası birlik ve beraberliği tarif ederken “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” (Madde 3) diyor.

Bölünmezlik sıralamasında devlet ilk sırada, ülke (toprak) ikinci sırada, millet ise son sırada.

* * *

Türmen söylemeye çalışıyor ki, eğer hákimler veya savcılar 301. madde çerçevesinde yapılan şikayetlere birey açısından bakabilseler, bir sürü davayı açmayacaklar. Ama, devletin aşağılanması ile ilgili bir iddia ortaya atıldığında savcı veya hákim bu iddiayı değerlendirmemeyi göze alamıyor, topu mahkemeye atıyor.

(...)

Bir tarihte Anglosakson geleneğin devleti bireyin (vatandaşın) emrine verdiğini açıklamak için İngiltere’de genelkurmay başkanlarının millete açıklama yaptıklarında hazırladıkları metni “sadık hizmetkarınız” (your obedient servant) diyerek imzaladıklarını yazdığımda, Genelkurmay Başkanlığı aramış ve “ne demek istediğimi” sormuştu!

Ben de şahsen milletin sadık hizmetkárı olarak anılmaktan şeref duyacağımı belirtmiştim!

* * *

“Devlet mi önde gelir, birey mi?” İşte soru bu!

Hürriyet, 1.11.2006

Cüneyt ÜLSEVER

02.11.2006


 

“Askere nasıl hesap veririm?”

Genelkurmay Başkanı diyor ki: “Silahlı kuvvetlerin tamamının komutanı olarak ben konuşmazsam, dağda-bayırda çarpışan askere, subay-astsubaya, yani orduya, askerlere ne ve nasıl hesap veririm…”

Temel soru budur…

Sadece bu sözler bile “ordunun sosyolojik ve politik anlamda ne denli siyasi bir yapı olduğu”nun göstergesidir.

Bu ülkede bu nedenle Genel Kurmay Başkanları’nın temel endişelerinden birisi ordunun bütünlüğünü sağlamak, bunu “ordu bünyesinin siyasi eğilim ve siyasi taleplerini dengeleyerek izleyerek” yapmak olmuştur.

27 Mayıs darbesi bir grup subayın gerçekleştirdiği, Ankara sokaklarında askeri birliklerin birbirine ateş açtıkları bir darbeydi. 12 Mart Muhtırası ordu içinden gelmekte olan bir başka darbeyi engellemek için verilmişti. 12 Eylül’ü hızlandıran ana faktör de ordu içi kırılma ve bölünme ihtimali olmuştur.

Peki, Türkiye, Türk siyaseti ve demokrasisi, ordunun bu özelliğinden dolayı yarattığı daimi gerginliklere ve yaptığı müdahalelere katlanmak zorunda mıdır?

Bu özelliğin temelinde ordunun kendisini “askeri işlevi”nden çok “siyasi işlevi”yle tanımlaması yatmaz mı?

Bu özellikten doğan sorunun bertaraf edilmesi sistemin sivilleştirilmesi kadar, ordu iç bünyesinin “depolitize” edilmesinden geçmez mi?

Devam edelim…

Sorun her şeyden bir denetim sorunu olarak karşımıza çıkmaz mı?

Ordunun bölünmesinden duyulan endişe, bu bölünmeyi engelleyebilecek denetim mekanizmalarının eksikliğini akla getirmez mi?

Bizim bu sorulara yanıtımız devasa bir “Evet”tir…

Ve bu durumda ilk tartışılması gereken konu, “askerin devlet içindeki özerkliğini besleyen, bu kurumu fiili denetime kapatan ve bu kuruma siyaseti fiilen denetleme imkanı veren ‘aşırı merkezi’ yapısıdır”. Yani Model Batı ordularının uygulamanın tam tersine Türk Genelkurmay Başkanı’nın “silahlı kuvvetlerin tamamının komutanı” olmasıdır. .

Yeni Şafak, 1.11.2006

Ali BAYRAMOĞLU

02.11.2006


 

‘Genelkurmay başkanının adını bilmiyorum’

AB sürecinde değişmeyen gündemlerimizden biri, ülkemizdeki asker-sivil ilişkileri. 8 Kasım’da resmen açıklanacak olan ve her zamanki gibi yine vaktinden önce basına sızdırılan son İlerleme Raporu taslağında da bu konudaki eksiklerimiz önümüze konacak.

Taslak belgede, son dönemde peş peşe konuşan komutanların isimleri zikredilmiyor; ama askerin her konuda görüş bildirdiğine dikkat çekiliyor. Askere büyük yetki veren İç Hizmet Kanunu’nun hâlâ değiştirilmemiş olmasına ve jandarmanın yetkilerinin genişliğine de değinen raporda, askerin sık sık yaptığı siyasi çıkışlar şu ifadelerle eleştiriliyor:

“Asker, açıklamalarını sadece ordu, savunma ve güvenlik konuları ile sınırlı tutmalı. Bu açıklamalar hükümetin yetkisi dahilinde yapılmalı. TSK siyasi etkisini korumaya devam etti. Üst düzey yetkililer, Kıbrıs, laiklik, Kürt sorunu ve Şemdinli olayları gibi dahilî ve haricî siyasî mevzularda kanaatlerini izhar etti.” (Zaman, 30.10.2007)

AB Türkiye Temsilcisi Büyükelçi Hans Jörg Kretschmer de 4 yıllık görev süresinin sonunda Ankara’dan ayrılırken yine konuya temas ederek, askerin reformlara direnmesinden yakındı.

Türkiye’de tuhaf olan bir durum, demokratik bir ülkede asker-sivil ilişkilerinin nasıl olması gerektiği konusunda bir mutabakatın olmaması. 50 yıllık çok partili demokrasi tecrübemize, 4-5 askerî müdahaleyi sığdırmayı beceren bir ülke olarak bu konuyu sağlıklı bir şekilde tartışmayı maalesef bilmiyoruz. Örneğin bir önceki Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’le ilgili bir kesimin en büyük şikayeti demokratik iradeye gösterdiği saygıydı. Özkök Paşa, hükümete karşı sert tavır almadığı, kamuoyu önünde sert açıklamalar yapmadığı için sürekli eleştirildi. Aynı çevreler, Org. Büyükanıt için ise daha göreve gelmeden siyasi hesaplar yapmaya başladı. Hatta sivil iktidara karşı, demokrasinin gereklerini hesaba katmayan tavırlar alması yönünde teşviklere giriştiler.

Bu konuda medeni dünyanın uygulamaları da sağlıklı bir şekilde değerlendiremiyoruz. Sivil-asker ilişkileri konusunda demokratik teamülleri fazla önemsemeyen bazı çevreler, son günlerde İngiliz Genelkurmay Başkanı Sir Richard Dannatt adını adeta kutsamaya başladı. Onlar, Dannatt’ın Irak’ta İngiliz askeri bulundurmanın dünyadaki güvenlik sorununu daha da ağırlaştırdığı ve bu ülkeden bir an önce çıkılması gerektiği yönündeki sözlerine, demokratik bir ülkede askerin her konuda konuşabildiğinin delili olarak sarıldılar.

Halbuki aynı çevreler İspanya’da hükümetin Katalan bölgesiyle ilgili düzenlemeyi eleştiren Kara Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Jose Mena Ag’ado’un görevden alındığı gerçeğini dikkate almadılar. Benzer şekilde, İsrail Başbakanı Olmert’i Lübnan savaşıyla ilgili olarak eleştirdiği için Kara Kuvvetleri Komutanı Yiftah Ron Tal’in görevinden azledildiğini görmezden geldiler.

Pazartesi günü gazetemizi ziyaret ederek yayın toplantımıza katılan Avrupa Parlamentosu’nun Türk kökenli üyesi Cem Özdemir ile konuştuğumuz konular arasında asker sivil ilişkileri de vardı. 1965 Almanya doğumlu Özdemir, Avrupa’da yükselen Türk siyasetçi kuşağının parlak simalarından biri. 1981’de Alman Yeşiller Partisi’nde siyasete başlamış. Bir dönem Alman Federal Meclisi’nde milletvekilliği yapmış. Kısaca Alman siyasetinin oldukça içinden bir isim.

Özdemir, Avrupa’da asker-sivil ilişkilerinin nasıl olduğunu anlatırken, demokratik normlara göre askerin siyasi konularda konuşmaması gerektiğini; görevinin, alanıyla ilgili konularda karar verici durumdaki siyasilere tavsiyede bulanmak olduğunu; Genelkurmay Başkanı’nın Savunma Bakanı’na bağlı olduğunu ifade etti. Hiçbir ülkede İspanya’da yaşanan son örneği de hatırlatan Özdemir, vatandaşların birçok Avrupa ülkesinde genelkurmay başkanının ismini dahi bilmediğini söyledi. Sonra da bir Alman siyasetçi olarak kendisinin Alman Genelkurmay Başkanı’nın adını bilmediğini belirtti. Sözlerini tamamlayınca dayanamayıp sordum. “Bunu mecazen mi söylüyorsunuz. Yoksa gerçekten Alman Genelkurmay Başkanı’nın adını bilmiyor musunuz?” Soruya biraz şaşırmıştı. Cevabı, gerçekten Genelkurmay Başkanı’nın adını bilmediği şeklindeydi.

Bugünkünü geçelim, herkesin 10 yıl sonra o makama gelecek ismi konuştuğu Türkiye ile Avrupa arasındaki fark işte bu.

Zaman, 1.11.2006

Abdülhamit BİLİCİ

02.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004