Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Hukuka siyasî görev vermek!

SAYIN Oktay Ekşi’nin yazısında okudum. Hukuk tarihimiz bakımından çok önemli ve sembolik bir olay. Oktay Ağabey’den dinleyelim:

“Merhum Prof. Dr. Muammer Aksoy önemli, bilgili ve ciddi bir hukukçu idi. Ama 1980 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimi krizi sırasında erken seçim isteyenlere karşı çıkarken, ‘Erken seçim Anayasa’ya aykırıdır’ diyerek herkesi şaşırtmıştı...” (Hürriyet, 2 Ocak 2006)

Ben şaşırmadım! Çünkü merhum Prof. Aksoy’un ve başka hukuk profesörlerinin “herkesi şaşırtan” birçok ‘fetva’larını biliyorum.

Demokrat Parti’nin 27 Mayıs cuntası kararıyla yargılanmasını sağlamak için de fetvalar vermişlerdi: “Doğal hakim ilkesine uymayan inkılap mahkemesi kurulabilir! Geçmişe yürüyen ceza kanunları çıkarılabilir! Bunlar aksi ispat edilinceye kadar suçludur!..”

Hukuk adına ordinaryüs profesörlerin, profesörlerin, hukuk fakültesi dekanlarının imzaladığı fetvalar! Ve ardından Yassıada’da ‘siyaseten katl’ kararları!

Yargının politizasyonu

Bunlar bazı hukukçunun kişisel yanılgıları değildi. Türkiye’deki hukuk eğitiminin ve ‘hukuk ideolojisi’nin dışavurumlarıydı.

27 Mayıs, yeni kurulan Anayasa Mahkemesi’ne ‘devrimci’ üyeler atadı ve Anayasa Mahkemesi de 1965 yılında “27 Mayıs’ı eleştirmek suçtur” diye karar verebildi!

1970’lerde merhum Ecevit seçim meydanlarında “Türkiye’de yargı devrimci, ilerici unsurların elindedir” diye konuşurken haklıydı! Yargı, seçilmiş AP iktidarına karşı siyasi muhalefet yapıyordu o yıllarda!

28 Şubat sürecinde yüksek yargının bazı mensupları Genelkurmay’a gidip ‘brifing’ aldılar, alkışlayarak dönüp adalet kürsülerine oturdular. Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, “Yargı 312. maddeyi zorlama yorumlarla uyguluyor” diyerek o dönemin gerçeğini tarihe tescil etti!

Türkiye ihtilal bildirileri gibi hazırlanmış siyasi iddianamelere aşina bir ülkedir maalesef!

Tarafsızlık felsefesi?

Halbuki, yargının temel vasfı “tarafsızlık”tır. Çünkü yargının işlevi, hem vatandaşların hem vatandaşla devletin arasında çıkabilecek ihtilaflarda “tarafsız hakem” rolü oynayarak adaleti, hürriyeti, toplumsal huzuru ve devlete güveni sağlamaktır.

Bizde ise hukuk eğitimi “tarafsızlık felsefesi” ile değil, “koruma ve kollama” ideolojisiyle oluşturuldu! “Yargı bağımsızlığı” kavramı da felsefi içeriğinden soyutlanarak bu siyasi misyonun ‘dokunulmazlığı’na dönüştürüldü!

Elbette artık 1960’larda değiliz... Türkiye 1980’lerin ortalarından itibaren dışa açılarak, AB sürecinde evrensel hukukla daha fazla ilişki kurarak “liberal tarafsızlık felsefesi” ile tanışmaya başladı.

Bir bakıma, hukuk kültürümüz, çok gecikerek de olsa, totaliter-jakoben Rousseau’nun dar kalıplarını aşarak “liberal tarafsızlık” ilkesinin filozofu John Locke ile tanışma sürecindedir; bunu akademik tez ve yayınlara bakarak da görmek mümkün.

Bizde de “yargının tarafsızlığı” kültürü, yetersiz de olsa, artık gelişiyor. Bakın, “Bu Meclis cumhurbaşkanı seçemez” şeklindeki siyasi görüşü Anayasa hükmü gibi göstermek ve cumhurbaşkanı seçiminde Anayasa Mahkemesi’ne görev yüklemek isteyen hukukçular, artık yine hukukçuların tepkisiyle karşılaşıyor.

Çok şükür hukuk kültürümüz artık eskisi kadar ‘tek fikirli’ değil.

Milliyet, 4.1.2007

Taha AKYOL

05.01.2007


 

Anayasa Mahkemesi ve eşitlik

Anayasa Mahkemesi hukukó eşitliğe ilişkin yerleşik yorumunu, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun bazı maddelerini iptal eden son kararında da tekrar etmektedir. Buna göre, Anayasa’nın 10. maddesinde tanımlanan ‘kanun önünde eşitlik’ ilkesi herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulmasını değil, fakat sadece aynı veya benzer durumda olanların aynı kurallara tabi kılınmalarını gerektirmektedir. Dolayısıyla, kişilerin konumlarına göre farklı kurallara tabi kılınmaları eşitlik ilkesine aykırı değildir.

Eşitlik konusuna bu yaklaşmakta prensip olarak bir yanlışlık olmamakla beraber, kanaatimce Mahkeme buradan hareketle ‘(k)imilerinin hukuksal konumlarından kaynaklı değişik kurallara bağlı tutulmaları(nın) (onların-M.E.) diğer çalışanlardan ayrıcalıklı duruma gelmeleri anlamına gelme’diğini belirtmek suretiyle acele bir sonuca ulaşmıştır. Çünkü farklılık otomatik olarak ‘aynı kurallar’dan ayrılmayı zorunlu kılmaz; bunun ayrıca gerekçelendirilmesi gerekir. Kişilerin konumları veya statüleri arasındaki farklılık özel olarak düzenlenen konuyla ilişkilendirmeden ve o farklılığın bu konuda niçin farklı kuralları gerekli kıldığı ikna edici biçimde açıklamadan böyle bir farklılaştırmayı temellendirmiş olmazsınız.

Başka bir ifadeyle, bir ‘gerekçe’nin gerçekten de gerekçe olması için ‘ilkeler’i tekrarlaması yeterli değildir; onların ayrıca hukukó bir muhakeme mantığı içinde somut olayın verilerine bağlanması da şarttır. Anayasa Mahkemesi’nin emeklilik bakımından memurların diğer çalışanlardan ayrı tutulması için gösterdiği gerekçe ise ikna edici değildir. ‘Emeklilik’ daha önceki statülerinin sona ermesinden sonra ilgili herkesin girdiği yeni ve ortak (yani, ‘aynı’) bir statü olduğuna göre, hala eski konumları esas alınarak memurların farklı bir düzenlemeye tabi tutulması niçin gerekli olsun?.. Yüksek mahkemenin bize, ‘memur emeklileri memur emeklileri oldukları için ayrı düzenlemeyi hak etmektedirler’ demek yerine, memurun emeklisinin neden diğer emeklilerden farklı olması gerektiğini açıklaması gerekir.

Ayrıca, yüksek mahkemenin memur emeklilerinin farklı bir düzenlemeye tabi tutulmaları ‘gereği’ni Anayasa’nın 128. maddesine dayandırması da isabetli değildir. Her şeyden önce, bu madde memurların memurluk statüsü içindeyken tabi olacakları hukukó rejimle ilgilidir. Kaldı ki, emeklilik konusunu, memurların kanunla düzenlenmesi gereken ‘diğer özlük işleri’ kapsamında düşünsek bile, bu, sözkonusu düzenlemenin memurlara özgü ayrı bir kanunla yapılmasını zorunlu kılmaz.

Anayasa Mahkemesi’nin kararı anayasa yargısının işlevi açısından da yanlıştır. Bu kararında mahkeme özetle diyor ki, emeklilik konusunda memurlar için farklı bir düzenleme yapılması anayasaya aykırı değildir. Yani, farklı düzenleme anayasal bir zorunluluk değil, olsa olsa bir ruhsattır. O zaman da bu bir iptal gerekçesi değil, tam aksine yasama organının takdir yetkisini genişleten bir durumdur. Dolayısıyla, kanunda en azından bu bakımdan iptale konu olacak bir durum yoktur.

Anayasa yargısının işlevi, belli bir yönde yasal düzenleme yapılabilecekken öyle yapılmadığı için yapılmış olan düzenlemeyi iptal etmek değildir. Mahkemenin işi yapılmış olanın anayasaya aykırı olup olmadığını denetlemektir. Teknik adıyla söylemek gerekirse, anayasa yargısı organları ‘pozitif yasama’ için değil (çünkü o yasama organının işidir), ‘negatif yasama’ için vardır.

Star, 4.1.2007

Mustafa ERDOĞAN

05.01.2007


 

Saddam’ı asanlar işgalciler, Menderes’i asanlar kendi askerimizdi!

Doğrusunu isterseniz Saddam’ın idam görüntülerini izlerken benim de hatırıma, gözlerimin önüne rahmetli Başbakan Adnan Menderes’in idamı geldi.

Ne adına olursa olsun, kim idam ediliyor olursa olsun, taraflı mahkemeler tarafından verilen idam cezasının ne kadar rencide edici, insan ruhunda ne kadar yıkıcı etkiler yaptığını söylemeliyim.

Saddam’ın idamını seyredip de, Amerika’ya, İngiltere’ye, Kürtler’e, Şiiler’e, W.Bush’a, Tony Blair’e lanet okumayan insan kaldığını sanmıyorum. Bunda etkili olan elbette Saddam’ın vakur duruşuydu.

İnsanın insana düşmanlığı işte bu kadar şiddetli oluyor. Saddam elbette Irak’ı zalimce yönetti. Bunda kuşku yok. Ama konumuz bu değil. Saddam’ı asan Şiiler son sözünü, Şahadet cümlesini söylemesine bile müsaade etmediler. Şahadet kelimesini onun ağzına tıktılar! Saddam ve Adnan Menderes’in idamları...

İki olay arasında bağ kurmama yol açan çağrışım her ikisinin de bir ülkenin lideri olarak idam edilmiş olmasıydı. Saddam’ı lider yapan dikta metotlar, askeri müdahaleler, entrikalar vesaire vesaireydi. Fakat Adnan Menderes’i lider yapan ise halktı. Dikta bir sistemden sonra tercih hakkına sahip olan Türkiye’nin ilk tercihiydi Adnan Menderes.

Saddam Hüseyin’in idam edilmesi ile Adnan Menderes’in idam edilmesi arasında elbette Saddam ve Menderes kadar fark var. Her ikisinin de idamı vesilesi ile iki kişiliğin karşılaştırılması pek doğru bir yaklaşım olmaz.

Saddam’ı asanlar onun ülkesini yalanlarla işgal gerekçesi oluşturan işgalci güçler olan İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri ile onların yerli işbirlikçileri olan Kürtler ve Şiiler’di.

Ya Menderes’i idam edenler! İşte onlar bizim kendi askerimizdi. Saddam’a mücadele gücü veren şey, onu mahkûm edenlerin, onu iktidarından edenlerin, onu hücreye tıkanların düşmanları olmasıydı. O düşmanları ile mücadele ediyordu. Motivasyonunu bu itme gücünden alıyordu. Ama Adnan Menderes öyle değil.

Menderes kimin askerine “Cehenneme gidin” diye bağıracaktı. Kimin askerine “siz kimsiniz ulan, kimsiniz de beni yargılıyorsunuz” diye bağıracaktı. Adnan Menderes gibi nazik bir beyefendiden kendi ordusunun mensuplarına -darbeci de olsa-böylesi ağır sözler söylemek beklentisi içinde olmak ne kadar doğrudur bilemiyorum.

Bu şöyle acayip bir durum çıkarıyor karşımıza. Adnan Menderes’ten kendi askerimize Saddam’ın işgalcilere davrandığı gibi davranmasını beklemek...

Her ikisi de adil olmayan mahkemelerce yargılanıp idama mahkûm edildi.

Her ikisinin düştüğü durumu karşılaştırırken herhalde Adnan Menderes’in durumunun daha acı olduğunu kabul etmeliyiz. Bir daha söylemek gerekiyorsa, Saddam’ı asanlar onun düşmanlarıydı, ya Menderes’i asanlar neyin, kimin düşmanıydı? Saddam ve Menderes’in kendisini asanlara karşı davranışlarını yazan yazar arkadaşa, Menderes’i “Korkak bir kedi”, Saddam’ı “Cesur bir aslan” ilan edenlere bu sorunun cevabını düşünmelerini tavsiye ederim.

(...)

Allah kimseyi bu duruma düşürmesin! Menderes’in makamını cennet yapsın, Saddam’ı da dilediği gibi...

Bugün, 4.1.2007

Nuh GÖNÜLTAŞ

05.01.2007


 

En zengin 100’ün çoğunun vergisi yok

ÖNCEKİ gün, bir iş adamı tanıdığım aradı;

- Hocam, Forbes Dergisi, Türkiye’nin en zengin 100 kişisini açıklamış. İlk 100’ün serveti 85 milyar dolarmış. Yukarıdan aşağı baktım; en zenginin serveti 3,5 milyar dolar, 100. sıradakinin serveti de 500 milyon dolar olarak belirtiliyor. Allah daha çok versin. Bu paralar bizim için, çok büyük rakamlar... Bir şeye dikkat ettiniz mi?

- Neye?

- Bunların çoğu, en çok vergi ödeyen 100 kişi arasında yeralmıyor. Öyle milyar dolar ya da 100 milyon dolar servetim yok ama ben yıllardır, en çok vergi ödeyenler listesinde yer alıyorum. Bir de bakıyorum, 500-600 milyon ya da daha fazla serveti gözükenler, en çok vergi ödeyenler listesinde yok. Bunu bana bir anlatır mısınız?

Telefonu kapattıktan sonra, internetten, bu yıl en çok gelir vergisi ödeyen 100 kişinin listesine bakıyorum.

Listenin birinci sırasında yer alan mükellef yani “Türkiye vergi rekortmeni” 10 milyon 320 bin YTL vergi ödemiş. İkinci 9 milyon 156 bin YTL, üçüncü de 6 milyon 955 bin YTL gelir vergisi ödemiş.

Listenin sonuna iniyorum; 100. sıradakinin ödediği vergi 980 bin YTL.

Evet... Türkiye’de en çok vergi ödeyenler listesinde, 100.sırada yer alan kişi, 980 bin YTL gelir vergisi ödemiş.

Vergi rekortmenleri listesini bir yana bırakıp, tekrar en zenginler listesine dönüyorum; o listede, 100. sıradaki en zenginin serveti 500 milyon dolar olarak belirtiliyor.

En zenginler listesinde, milyar doların üzerinde serveti gözüken 10 kişiye bakıyorum; dördünün vergi ödeyenler listesinde adları yok. Yani servetlerinin binde biri kadar vergi ödedikleri gözükmüyor!..

Masamın sol tarafına, “En çok vergi ödeyen 100 kişinin” listesini, sağ tarafına da “Türkiye’deki en zengin 100 kişinin” listesini koyuyorum. Ardından dikkatle inceliyorum; en zengin Türk’ün serveti 3,5 milyar dolar. 100. sıradakinin serveti de 500 milyon dolar. O da ne?

En zengin 100 kişiden, 73’ü, vergi rekortmenleri listesinde yok. Evet yanlış anlamadınız, sonuncusu 980 bin YTL’de biten, en çok vergi ödeyen 100 kişi arasında en zengin 100 kişiden 73’ü yer almıyor. Yani servetlerinin binde biri kadar vergi ödedikleri gözükmüyor. Bunların, son 5 yılda servetleri yüzmilyonlarca dolar artmış ancak ödedikleri vergi bir milyon dolar bile değil.

Sonra, Maliye’nin ilan ettiği “vergi rekortmenleri” listesinde yer alan, en çok vergi ödeyen 100 kişiye bakıyorum. Bunların da çoğu, “En zengin 100 Türk” arasında yer almıyor!..

Ülkemizde, gelir vergisi servet üzerinden alınmıyor. O nedenle, servetin belli bir oranında vergi ödenmesini beklemek doğru değil. Çok az kişi de listede gözükmek istemiyor. Faiz gelirleri de beyana tabi değil. Ayrıca, bazılarının serveti, ortak oldukları şirketteki, hisselerinin değerinden geliyor. Şirket, kar dağıtmayınca, gelir vergisi de ödemiyorlar.

Tamam ama birinci sıradaki zenginin 3,5 milyar dolar, 100. sıradaki zenginin ise 500 milyon dolar servetinin gözüktüğü bir ülkede, en zengin 100 kişiden, 73’ünün servetlerinin binde biri kadar vergi ödediğinin gözükmemesi de dikkati çekiyor. Ayrıca, bu servetin kaynağının sorulmasını engelleyen bir başka yasanın olması da son derece ilginç!..

Ne dersiniz, sizce de öyle değil mi?

Hürriyet, 4.1.2007

Şükrü KIZILOT

05.01.2007


 

DYP’nin ‘Aş, iş ve onurlu yaşam programı’

Doğru Yol Partisi (DYP), bugün uygulanan programa alternatif bir “ekonomik program” hazırlığı içinde. “Aş, iş ve onurlu yaşam” hedefine dönük olarak yapılan çalışmalarla oluşturulan program taslağını okudum.

(1) Bir siyasi partimizin, seçim öncesi, ciddi bir ekonomik program hazırlayarak halktan bu programa dayalı olarak oy isteme politikası önemli bir gelişmedir. Muhalefetteki “programsız” partiler DYP’nin hazırlığından ders almalıdır.

(2) DYP’nin program taslağı, bugün uygulanan politikaların, AKP hükümeti programının alternatifinin olamayacağı konusundaki görüşlerin ne kadar yanlış olduğunu sergilemektedir.

DYP’nin program çalışmalarını, Genel Başkan Mehmet Ağar’ın Baş Ekonomik Danışmanı, eski Dünya Bankası ekonomistlerinden Dr. Tanju Yürükoğlu yönetiminde bir uzmanlar heyeti yürütüyor.

Programla cumhuriyetin 100’üncü yılı olan 2023 yılı için bir Türkiye vizyonu ortaya konulmakta, sonra da bu vizyona erişebilmek için izlenecek politikalar, alınacak önlemler sıralanmaktadır.

Kamu reformu zorunlu

Ortaya konulan ekonomik ve sosyal dönüşümün başarısı, büyük ölçüde kurumların görevlerini ve sorumluluklarını yerine getirmelerine bağlı olacağından, kadrolaşma sonucu zayıflayan kurumların sağlamlaştırılması ve çağdaşlaştırılması hedef alınmaktadır.

Kamu çalışanlarının ve politikacıların etik bakımdan uymaları gerekli ilkelerin, halka karşı sorumluluklarının üzerinde durulmaktadır. Türkiye’nin en önemli sorunu olan işsizliğe çözüm amacıyla üretimde rekabet gücünün artırılması hedef alınmakta, bunu sağlamak için de iç tasarrufların artışını sağlayacak yeni vergi, döviz kuru ve faiz politikaları ortaya konulmaktadır.

Vergi reformu ve yargı reformu yanında bürokratik engelleri azaltmayı ve girişimciliği geliştirmeyi hedef alan tedbirler de programda önem verilen konulardır.

Bakanlar Kurulu’nun küçültülmesi, başbakan, 2 başbakan yardımcısı, 13 bakandan ibaret 16 kişilik bir kurul oluşturulması öngörülmektedir.

Temel sorun işsizlik

Yeni bir sosyal güvenlik reformu, sağlık ve eğitim sisteminde reform da programda ele alınan konular arasında. Asgari ücret üzerindeki yüklerin nasıl azaltılacağı, işverene maliyetinin nasıl düşürüleceği, işçinin eline geçecek paranın nasıl artırılacağı programda yer alan tablolarda açıklanmaktadır.

Programda işsizliğin nasıl azaltılacağının açıklandığı ayrı bir bölüm var. Sonunda, alternatif bir “kaynaklar harcamalar” dengesi verilmekte ve böylece hedeflerin nasıl finanse edileceği gösterilmektedir.

Programın en çarpıcı yanı, DYP iktidar olduğunda ilk 100 günde, ilk 2 yılda, 3’üncü ve 6’ncı yıl arasında yapılacak işlerin açıklıkla belirlenmesi. Bir partinin, alternatif bir program, hem de doğru dürüst bir program hazırlığında olması, seçime böyle bir programla girme kararı alkışlanacak bir karardır.

Milliyet, 4.1.2007

Güngör URAS

05.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004