Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Zalimler, Cehennemî azabı daha dünyada yaşarlar

Cennetin tarif edilmez lezzetlerinden ve Cehennemin kahredici azaplarından bir kısmı dünyada numuneler ve gölgeler şeklinde yaşanıyor. Bu türden acılar ve lezzetler ise genel olarak maddî âlemin kurallarının dışında işliyor. Dünyada Cennet lezzeti yaşatan haller daha çok fedakârlık, feragat, işte öne atılıp mükâfatta geri çekilmek, çıkar beklemeden vermek gibi hallerle yaşanır. Tüm bu haller maddî açıdan kayıplar üzerine kuruludur. Oysa maddî âlemin mutluluk felsefesi daha fazlasına sahip olmak üstüne kurulmuştur. Daha fazlası, çok daha fazlası şeklinde kazandıkça artan bir hırsla maddeye ve sahiplenmeye yönelen benlik ve madde ile bağlantılı hazlarında hedonizm bataklığına uzanan bir nefis, aslında bir zan üzerinde hareket etmekte, gerçek mutluluğu yalancı ve geçici lezzetlerde aramaktadır.

"Daha yok mu (Hel min mezid?" diyen benliğin en bariz örneği, kendinden kilometrelerce uzaktaki topraklara göz dikip, savaşla, saldırganlıkla ele geçirmeye çalışan zihniyet olmalıdır. Binlerce masum insanın hayatının zehir edilmesi, vatanından, hürriyetinden, evlatlarından ya da anne babasından ayrılığı, acıları, feryatları ve çığlıkları üzerine tesis edilmeye çalışılan bir mutluluk arayışı, benliğin alçalabileceği en aşağı konumu ifade ediyor olsa gerek. Oysa, sahip olduklarının kıymetini bilip, bunların aslında birer ihsan olduğunun farkında olarak, bir hediye almanın mutluluğu ile talepkarane tevekkül ve Kâinat Sultanı tarafından ödüllendirilmeye mukabil teşekkür hali, dünya saadetlerinin en güzeli olmalıdır. Gücünü kendinden bilip, vehmi kuvvetle insanların mal, can ve ırzlarına kastetmek ve sonucunda mutlu olacağına inanmak, ancak insanın kendini tanımamasının sonucu ortaya çıkabilecek bir düşünce olabilir. Mutluluğu maddî güçte, daha çok toprakta, petrolde, teknolojide arayan anlayışlar kendilerine ve insanlığa hayatı zehir etmektedirler.

İnsanların göz ardı ettiği önemli bir nokta; dürüst, namuslu, yardımsever bir ferdin maddî pozisyonu ne olursa olsun huzur ve mutluluk hali yaşadığı, diğer taraftan mutluluk ve iyi bir yaşantı amacıyla hedeflenen hiçbir maddi konumun, elde edildiği noktada beklenen mutluluğu vermediğidir. Dünyada gerçek mutluluğun kaynağı güzel ahlâk; insanları içten içe kahreden asıl zehir ise ahlâksızlıktır. Son zamanlarda televizyonlarda seyrettiğiniz dehşet verici manzaralarda, insafsız bombaların kurbanı olan cesetlerin yüz ifadelerinde masumluğun ve mazlumluğun verdiği derin mutluluğu dikkatle baktığınız da görebilirsiniz. Maddi çekişmelerin, kuvvet yarışlarının, hırsla yürüyen menfaat çatışmalarının olmadığı bir alemden yansıyan bir mutluluk ve rahmani bir huzurdur sanki gözlenen. Aynı mutluluğu yardım ettiğiniz bir insanın müteşekkir bakışlarında ruhunuza ve kalbinize akan ılık bir sıcaklık ya da tatlı tatlı esen bir meltem rüzgarı gibi hissedersiniz. Yine acziyetinizi tam hissedip, sebeplerden ümidinizi kesip Rahmanü'r-Rahim'in dergâhına yöneldiğinizde çaresizliğin gerisinde büyük bir gücü hisseder, bütün kâinatı ve sayısız zerreleri idare eden sonsuz kudretin emniyetini yanınızda hissedersiniz. Bu, en sıkıntılı anlarda yaşanan tarif edilmez bir mutluluktur. Bu türden haller Cennet saadetlerinin dünyada numuneleri olmalıdır.

Aynı savaş tablosunu izleyen ve dehşet verici manzaranın sebebi olduğunu düşünen insanların ruhlarında ve kalplerinde gerçek mutluluğu bulabilmeleri mümkün mü? Hangi zafer hırs, saldırganlık ve haksızlık zehirleri ile kemirilen ruhlarına bir inşirah, kararmış kalplerine bir aydınlık verebilir? Bu kişilerin yüzlerine bakıldığında da derinlerden gelen bir huzursuzluk, kasavet, ateşler içinde yanan bir ruh, karanlık içindeki zulmet halinin zulüm şeklinde insanlığa yansıtıldığı bir manzara ruhunuza yansır. Bu hali, çocuğunuza tokat attığınızda, personelinizi azarladığınızda ya da kavgada birini fena halde patakladığınızda siz de yaşarsınız. Böyle zamanlarda kendinizi çok mutlu ve huzurlu hissettiğiniz oldu mu? Bu durumlarda içinizi kemirircesine size azap veren boğucu ruh hali, Cehennem azaplarından bir numune olmalıdır. Bir çocuğa attığınız tokadın ruhunuza verdiği sıkıntıdan, dünyayı bir savaş meydanına çeviren zalimlerin yüzlerce masum çocuğun cesedi karşısında neler hissedebileceğine pay biçin. İçinde zerrece insanlık duygusu kalmış ve aklî melekeleri yerinde her insan, bu kahredici azabı ruhunun derinliklerinde hissedecektir.

Savaşlar, menfaat çatışmaları, paylaşım kavgaları garip bir şekilde mutluluğa yönelik çelişkili bir ruh halinin sergilendiği hallerdir. Mutluluğu maddî lezzetlerde ve maddî güçte arayanların, gerçek mutluluğu bulma şansları yoktur. Hayatını ve mutluluğunu maddeye ve daha fazlasına bağlamış insanlar en büyük zaferlerde ve maddi kazanımlarda bile hasarettedirler, hırslarının ve sonu gelmez arzularının kölesidirler. Bu, insan ruhunu içten içe kahreden, şatafatlı saraylar, ışıl ışıl dünyalar içinde alemini karartan bir haldir. Daha dünyada yaşanan bu Cehennemî ruh halinin Mahkeme-i Kübra sonrasında alacağı şekil, akıllara durgunluk verecek mahiyette, tarifi imkânsız bir azap olmalıdır.

Bu noktadan bakıldığında her zaman; fakir kalınsa da gasp edenlerden olmak yerine izzetle malına sahip olmak, eziyet görülse de zalim değil mazlum olmak, dünyayı paylaşamayan aç canavarlar olmak yerine, elindekilerle mutluluğu yakalayan ve Veren'i bilmekle teşekkür ve ondan talep etmenin hazzını yaşayan mütedeyyin kullar olmak tercih edilmelidir. İnsanlık tarihine şöyle bir göz attığınızda Firavun, Hülagu, Cengiz Han veya Karun olmayı mı, yoksa başta Hazret-i Muhammed (a.s.m.) olmak üzere nübüvvet silsilesini, peygamberler yolunu takip ederek Hazret-i Hasan, İmam-ı Azam, Gavs-ı Geylani, Bediüzzaman mı olmayı arzu ederdiniz?

05.01.2007


 

Ukayl bin Ebu Tâlib (?-680)

Hazret-i Ali, henüz çocuk yaşta olmasına rağmen hemen iman etmiş ve Peygamber Efendimize (asm) tabi olan ilk Müslüman çocuk sıfatını almıştı. Buna karşılık Ukayl hemen Müslüman olmadı. Hazret-i Ali’den de 15-20 yaş daha büyüktü. İman etmemekle birlikte, Peygamber Efendimize karşı samîmî duygular beslemekte ve İslâma sıcak bakmakta idi. Müslüman olanlara tahammül sınırlarını aşan işkencelerin yapılıyor olmasının, hemen Müslüman olmasını geciktirmesine ve daha sonra iman etmesine sebep olduğu nakledilmektedir. Dolayısıyla İslâma sıcak bakmasına rağmen, hemen duygularını açığa vuramadı.

Ukayl, iman etmezden evvel Müslümanlara karşı saldırgan bir tutum izleyen, öldürme dahil her yola başvuran müşriklerin bu tür eylemlerin hiçbirine katılmamakla birlikte, istemeyerek de olsa Bedir Savaşında müşriklerin yanında yer aldı. Savaşta Müslümanların eline esir olarak düştü. Maddî durumu hiç iyi değildi. Dolayısıyla fidye parasını dahi veremedi. Serbest kalması için gereken fidye parasını amcası Abbas ödedi. Bundan sonra serbest kalıp Mekke’ye dönebildi.

Ukayl, 628 yılında imzalanan Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Müslüman oldu. Mute Gazası’na katıldı. Dönüşünde rahatsızlandı ve bu rahatsızlığı uzun süre devam etti. Bu sebepten dolayı Mekke’nin fethi. Huneyn ve Taif gazalarına katılamadı. İman ettikten sonra Mekke’de yaşamaya devam etti. Peygamber Efendimizi her fırsatta ziyaret etmeyi ihmal etmedi. Çok fazla görüşme olmadığı için ve geç Müslüman olması hasebiyle sınırlı sayıda hadis nakletti.

Peygamber Efendimizin (asm) amcası Ebu Talib, Kureyş’in ileri gelenlerinden olmakla birlikte maddî noktada çok iyi durumda değildi. Aynı şekilde Ukayl’in de malî durumu iyi değildi ve fakirdi. İman ettikten sonra da bu durumu aynen devam etti. Sürekli bir şekilde maddî sıkıntı çekti. Bu durumunu bilen Peygamber Efendimiz kendisine maaş bağladı. Ukayl da kendisine bağlanan bu maaş ile geçimini sağlamaya çalıştı.

Ukayl ile Peygamber Efendimiz arasında karşılıklı muhabbet ve sevgi vardı. Gerek iman etmezden, gerekse iman ettikten sonra hep Peygamber Efendimize karşı sıcak duygular besledi. Sevgisini gösterdi. Bağlılığını göstermeyi ihmal etmedi. Peygamber Efendimiz de her fırsatta ona sıcak davrandı. Onu sevmesinin iki sebebi olduğunu buyurdu: Birincisi yakın akrabası olduğu için, ikincisi de amcası Ebu Talib’in Ukayl’ı sevdiğini bildiği için.

İman edip İslâm dairesine dahil olduktan sonraki Ukayl, Sünnet-i Seniye konusunda çok titiz davrandı. Bunları hayatına tatbik etti. Gücü nispetinde çevresindekileri uyararak Cahiliye döneminden kalma adet ve kötü alışkanlıklardan arınmalarını, uzak durmalarını tavsiye etti. İslâmın reddettiği eski dönem alışkanlık ve adetleri topluma zarar vermekten başka bir işe yaramamaktaydı.

Ukayl, bazı konularda çok aranan ve saygı gören bir kişiliğe sahipti. Eskiden soy kütüklerine ve nesebe çok fazla değer verildiğinden bu konuda bilgi sahibi olanlara özel önem verilir ve kendilerine başvurulurdu. Ukayl da bunların önemli olanlarından birisiydi. Nesep konusunda önemli bilgilere sahipti. Yine eski dönemde önem atfedilen; örf ve âdetler, meşhur günler, destan ve hikâyeler hakkında da geniş bilgi sahibi idi. Bu bilgilere sahip olması kendisini daha da özel kılmakta ve daha fazla saygı görmesine sebep olmaktaydı. Kendisine yöneltilen sorulara tatminkâr cevaplar verirdi.

Eski dönemden kalma gelenek ve görenekler, örf ve âdetler konusunda iyi bilgi sahibi olduğundan, iman ettikten sonra hangilerinin İslâm ile bağdaşıp hangilerinin bağdaşmadığını iyi bilmekteydi. Dolayısıyla, İslâmiyetle bağdaşmayanları terk etmede sıkıntı yaşamadı. Sadece bulunduğu mahalde değil, komşu kabilelerden de sık sık bilgisine başvurulur ve özel hürmet gösterilirdi.

Risâle-i Nurda Ukayl’in ismi, sahabeler arasında cereyan eden olayların yorum ve değerlendirilmesi konusunda geçmekte, Sünnet ehlinin özellikle Cemel ve Sıffin savaşları konusundaki tahlillerine açıklık getirilmektedir. Söz konusu olaylarda, her iki tarafta da büyük sahabelerin ve cennetle müjdelenenlerin bulunduğu hatırlatılmaktadır. Hâdiselerin değerlendirilme ve yorumlanmasında çok dikkatli olunmasına, büyük sahabelere farkında olunmadan adavet beslenebileceğine işaret edilmektedir.

Hazret-i Ali (ra) ile diğer sahabeler arasında vukua gelen ihtilâfta, karşı tarafta Hazret-i Zübeyr (ra) ve Hazret-i Talha (ra) gibi cennetle müjdelenen sahabeler de bulunmaktaydı. Ukayl’in ilk başlarda kardeşi Hazret-i Ali’nin karşısında yer aldığına işaret edilmektedir. (Emirdağ Lâhikası, s. 179-180). O dönemde yaşanmış olaylar hakkında yorum yapılırken nefsin karışabileceği, ileri geri konuşulup bazı sahabelere karşı düşmanlık beslenebileceği hususlarına dikkat çekilmiş ve bu konuda hataya düşülmemesi gerektiği uyarısında bulunulmuştur.

Ukayl, Hazret-i Hüseyin (ra) ve Yezid arasında meydana gelen olaylara da şahit olmuş ve bu dönemde Hazret-i Hüseyin tarafını tutmuştur. Seksen yıl yaşadığı nakledilen Ukayl 680 yılında vefat etmiştir.

05.01.2007


 

Bediüzzaman'a göre Avrupa Birliği-2

4- AVRUPANIN MEVCUT DURUMU

Bediüzzaman, her konuda olduğu gibi, Avrupa konusunda da toptancı bir sınıflandırmayı reddeder. Avrupa’yı müsbet ve menfî olarak ikiye ayırır. Birisi, İsevîlik hakikî dininden aldığı feyiz ile insanlığa faydalı san’atları, adalet ve hakkaniyete hizmet eden bilimleri takip eden Avrupa; diğeri ise, medeniyetin kötülüklerini güzellik zannederek, insanları sefahete ve dalâlete sevk eden karanlık felsefenin etkisi altındaki bozulmuş Avrupa’dır.1

4.1. MÜSBET AVRUPA

Avrupa’nın bilim ve sanatta uzmanlaşmaya dayalı başarılarından gelen olumlu yönleri, bunun yanında demokrasi, adalet ve insan hakları bağlamında evrensel değerlere getirdikleri standartlar ve uygulamalar, Avrupa’nın müsbet yönlerinin temelini teşkil eder.

İnsanî ve dînî değerleri önemseyen, bilim ve teknolojide üstün başarılar elde eden, temel haklara saygılı, pozitif, rekabete açık, katılımcı, halkın önceliklerine göre yapılanan, kamu erkini, hizmet görme ve koordinatör örgüt niteliğinde gören ve demokratik standartları arttıran müsbet bir Avrupa, Türkiye’nin gelecekteki müttefiki olmaya namzettir.

4.2. MENFÎ AVRUPA

Sefahat ve dalâletten gelen inkâr fikri ve ahlâksızlık cereyanları ile ifsat komitelerinin kışkırtmalarıyla güdümlenen siyâsî desiseler de Avrupa’nın menfî yüzünü teşkil etmektedir.

Buna bağlı olarak Avrupa’nın menfî özellikleri şöyle sıralanabilir:

* Olumsuzluk aşılaması

* Bireyselliği bencillik olarak algılaması

* İslâm Medeniyetinin karşıtı olması

* Hak yerine kuvveti esas alması

* Heva ve hevese öncelik vermesi

* Menfaatten beslenmesi

* Hayatı bir mücadele olarak görmesi

* Yardımlaşma ve dayanışma duygularından mahrum olması

* Başkalarını yutmakla beslenen ırkçılığı desteklemesi

* Tecavüzkâr olması

Menfî Avrupa medeniyeti; hayatı suistimal eden, tüketimi ve israfı arttıran, öncelikli olmayan ihtiyaçları zarurî hale getiren, görenek ve tiryakilik cihetiyle insanları fakirleştiren bir medeniyettir. Bu yüzden insanları zulme, harama, zengin-fakir çatışmasına itmiştir2 ve yine insanların yüzde seksenini zahmet ve meşakkate düşürmüştür.3

4.3. BAŞKALAŞAN AVRUPA

18 Nisan 1951 de Paris’te, Fransa, Almanya, Belçika, İtalya, Hollanda ve Lüksemburg arasında Avrupa Kömür ve Çelik Birliği anlaşması imzalandığında Birleşik Avrupa idealinin felsefesini yapanlar ile ileriyi gören hayalci âkil adamlar (visioner olarak adlandırılabilirler) dışında kimse bugün kristalleşen durumu tahmin edemiyordu. 1950’de Fransa Dışişleri Bakanı Robert Shuman’ın, Ruhr havzasındaki zengin kömür ve demir madenlerinin Almanya ile birlikte bir milletler arası organizasyon tarafından işletilmesi gerektiğini, buna diğer demokrasi ile yönetilen Avrupa ülkelerinin de katılabileceğini açıklamasıyla süreç başlamıştır. Asıl saik ise savaşın temel ham maddesi olan bu madenlerin üretim ve kullanım yetkisinin devletler üstü bir organa verilmesiyle, Avrupa Birliğinin başarılması, muhtemel bir Almanya-Fransa çatışmasının önlenmesi ve yeni bir iktisâdî/siyâsî yapının gerekliliğine olan inançtır.

Avrupa Kömür ve Çelik Birliğinin başarısının gözle görülür hale gelmesinden sonra, maden dışındaki sektörleri de kapsayacak bir bütünleşme aşamasına geçilmesine karar verilmiş ve 1957 de imzalanan Roma Anlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EUROATOM) kurulmuştur. Ekonomik topluluk kurmanın son hedefi; sübvansiyonları, piyasanın işleyişine müdahaleleri, üreticiler, tüketiciler ve kullanıcılar arasındaki tüm farklı uygulamaları, imzacı devletler arasındaki tüm gümrük duvarlarını kaldırmak ve müşterek bir pazara ulaşmaktır.

Üye devletler arasındaki gümrük birliği, bütün sanayi dallarında ve tarım ürünlerinin çoğunda, Roma Antlaşmasında öngörülen tarihten önce, 1968’de gerçekleştirmiş, ulaştırma ve enerji alanlarındaki gecikmelere rağmen AET, geçiş döneminin sonu olan 31 Aralık 1969’dan önce, hedeflerinin çoğuna ulaşabilmiştir.4

Görülüyor ki; Avrupa problemleri ile yüzleşmiş, çatışma yönetimi disiplini içinde ekonomik rekabetin göz ardı edilmeyecek sonuçlarını da dikkate alarak sermaye ve kaynak birliğine girmiştir. Avrupa’nın sınırlarının genişlemesi ve kendi topraklarında da göç sebebiyle yaşanan kültürel çeşitlilik ve etkileşim, ister istemez Avrupa’yı da bir başkalaşma ve değişim sürecine sürüklemektedir.

Türkiye gibi farklı din ve kültürden gelen bir ülkenin Avrupa Birliğine katılması bu başkalaşım sürecini olumlu yönde tetikleyecek bir unsur olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliği içinde bütünüyle İslâm âlemini temsil edecek bir statüde yerini alması, Avrupa için medeniyetler buluşması bağlamında eşsiz bir deneyim olacaktır.

Avrupa dînî, millî ve kültürel temelleri açısından, içine aldığı milletlerin kimliklerine göre genişlemekte ve bununla bağlantılı olarak yeni duruma göre başkalaşma sürecini yaşamaktadır.

Olumlulaşan yüzü ile yeni Avrupa;

* Yeni kültürleri bünyesinde bulunduran

* Avrupa Müslümanlarını kabullenmeye çalışan

* Değişen dünyayı algılamaya yönelen

* Uluslar arası ilişkilerini yeniden değerlendiren

* İslâma bakışını gözden geçiren

* Farklılıkların kabulünde hazım kapasitesini artıran

* Yatay etkileşime dayalı diyalogla genişleme süreci yaşayan özelliklere sahip olarak karşımıza çıkmaktadır.

4.4. ROL PAYLAŞAN AVRUPA

Avrupa Birliğine Türkiye gibi bir İslâm ülkesinin girmesi karşılıklı bir kültür alış verişini doğuracağından, gelişecek ilişkiler de sosyal ve siyâsî yapıda bir rol paylaşımı düzeyinde sürecektir. Avrupa’nın sistematiği ile Birlikte yer alan ve hiçbir ülkede bulunmayan, Türkiye’nin sağlam toplumsal dokusu, ideal bir sentez oluşturabilir. Avrupa Birliğinin genişleme sürecinde Müslüman Türkiye’yi Birliğe dahil etmesiyle, Birlikte yaşanan mevcut ahlâkî çürüme ve kaosun, İslâmî değerlerden gelen sağlam etik ve aile kurumu yapısıyla birlikte bir toparlanma sürecine girecektir.

Türkiye’nin bu stratejik önemi, tarihî mirasından jeopolitik konumundan ve demokratik sürecinden kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı, ABD’nin ileri karakol görme hevesi geri teperken, Avrupa Birliği sürecinin kurumsal demokratik yapı etkisi, daha inisiyatifli stratejik müttefik olma rolüne getirmiştir. Bu sonuç, Avrupa Birliği içindeki güç kavgasında ABD’nin lehine olan pozisyonları dengelemiş ve karşı duruşun sessiz tepkilerini arttırmaya yönelmiştir.

Avrupa Birliğinin rol paylaşımını gözlemlediğimizde;

* Gelişmişlik farkı olan yeni ülkeleri bünyesine aldığı

* Türkiye’yi stratejik ortaklığa almak istediği

* Yeni işbirliği arayışlarına girdiği

* Kurumsal organizasyonlarda, taraflar arası mutabakat ve çeşitliliğe dayalı bir entegrasyon yapılanmasına açık olduğu fark edilmektedir.

5- AB SÜRECİNİN GELECEĞİ

5.1. SİYÂSÎ BİRLİK

Avrupa Birliği kuruluşundan beri gerek dış politikada gerekse kıt’asal anlamda bir siyâsî birliktelik idealiyle hareket etmiştir. Yeni genişleme sürecinde, Birliğe farklı ülkelerin katılmasıyla siyâsî birliktelik yaklaşımları konusunda tartışmalar yeni bir boyut kazanmıştır. Belki de Avrupa’nın yaptırımcı olamamasının ana sebebi olan siyâsî etkinliğini aktifleştirememesi yumuşak karnı olarak ifade edilmektedir. Bu sonuç Avrupa âkillerinin ve Avrupa projesinin siyâsî belirleyicileri için önemini gittikçe arttıran bir gündemdir.

Her ne kadar Avrupa siyâsî birliğinin yazılı olmayan kriterleri arasında dînî birlik aransa da AB üye ülkelerinin ortak noktası olan dinleri, yani Hıristiyanlık, anayasal bir metin olamamıştır. Avrupa Birliği için en sık kullanılan tabirlerden biri “Hıristiyan Kulübü” tabiridir. Türkiye’de de bir kesim AB’yi bir Hıristiyan birliği olarak algılamak veya göstermek tarzında tasvip etmediğini belirtmektedir.

Halbuki, yukarıda özet olarak verdiğimiz bütün yapısal süreçle ilgili bilgiler doğrultusunda Avrupa Birliğinin geldiği noktada ne bir medeniyet birliği, ne de bir din birliği olduğu söylenebilir. AB tam anlamıyla ekonomik ortak çıkarlar, dünya siyaseti üzerindeki hassas dengeler, barış ve güvenliğin tesisi gibi gayeler üzerine bina edilmiştir. Gerçi Avrupa içinde de Birliği farklı bir yapılanmaya sürüklemek isteyenler vardır, ama etkin olan kanaat Birliğin mahiyetinin bu şekilde olması yönündedir.

Avrupa Birliğinin oluşumunda kültür ve değerler anlamında geçmişin mirası olarak Hıristiyanlığın elbette ki etkisi vardır. Ancak menfî Avrupa fikriyatı, dini de dışlamış ve seküler bir yapıyı öne çıkarmıştır. Sonrasında demokratikleşme sınırlarının genişlemesi ve büyüyen ortaklık, tek dinli seçeneğin yazılı metne dönüştürülmesine imkân vermemiştir. Bunun en büyük delillerden biri de, yıllardır hem Jean Paul’un, hem de yeni Papa Benedictus’un devrinde Papalığın ısrarlarına rağmen Avrupa Anayasasına Hıristiyanlıkla ilgili bir maddenin koyulamamış olmasıdır.

Ayrıca 2005 yılında Türkiye ile müzakere masasına oturarak Müslüman bir ülkeye bir nev’i yeşil ışık yakan AB’den hâlâ bir “Hıristiyan Kulübü” olarak bahsetmek de pek mantıklı görünmemektedir. Zaten böyle bir anlayış AB’nin geleceği açısından büyük bir sıkıntı doğuracaktır. Çünkü halihazırda Avrupa topraklarında bir çok ülkenin nüfusuna eşit, hatta daha fazla oranda Müslüman yaşamaktadır ki, bu da Birliğin din eksenli bir oluşuma girişmesine karşı en önemli engellerden biridir.

Rusya’nın dağılması, Orta Asya’daki uyanış, Ortadoğu’da demokratikleşmenin ağır geçen sancılı dönemindeki değişim ve halkların sesini duyurma çabaları, Balkanlardaki yeni yapılanmalar, uzak doğudaki kalkınma dinamikleri ile Çin gerçeği karşısında, dünyanın değişen yüzü ve oluşan taraflar karmaşasında, güç odakları kayma riski yaşamaktadır. Bu süreçte Avrupa Birliğinin kendini yenileme, yeni şartları dikkate alma ve değişen dengelerin içinde etkinliğini koruma adına yeni ödevlere hazırlanma zorunluluğu vardır.

5.2. EKONOMİK BİRLİK

Küreselleşen ekonomi pazarı, sınırları ortadan kaldırmış ve ekonomik anlamda dünyayı tek bir ülke haline getirmiştir. AB ilk kuruluş aşamasında başlattığı ekonomik birlik ve ortak pazar mantığı ile bu sürece kolaylıkla entegre olabilmektedir. Avrupa Birliğinin Türkiye açısından da önemli olan özelleştirme sürecini desteklemesi, ekonomik birliğin bir katma değeri olarak sayılabilir.

Avrupa Birliğinin var oluş dayanağı ekonomik birliktir. Bu açıdan bakıldığında, mal ve hizmetler ile sermaye ve iş gücünün serbest dolaşımı, ekonomik kalkınmanın temel dinamiklerini oluşturmaktadır. Ekonomik birlik, kalite ve rekabet zorunluluğunu getirmiştir. Mal ve hizmetlerin standardizasyonu ve bunun için gerekli olan akreditasyon sistemleri, para politikalarından ihracata, gümrük birliğinden yatırım ortaklığına kadar bir çok alanda ortak bir ekonomik politikalar geliştirmiştir.

Türkiye açısından bakıldığında Avrupa Birliği müzakere süreci öncesinde Gümrük Birliğine girilmiş olması, ekonomik entegrasyonun alt yapısını sağlamıştır. Maasthrit kriterlerinin sağlanıyor olması Türkiye’nin ekonomik tarama sürecini ve ilgili başlıklarda hareket kabiliyetini kolaylaştırmıştır.

5.3. DÜNYA ENTEGRASYONU

Hızlı bir değişim geçiren dünya, yeni oluşumlara ve çalkantılara gebedir. Adına, Yeni Dünya Düzeni veya Küreselleşme, ne denirse densin, toplulukların, devletlerin, milletlerin kendilerini ilgilendiren kararları tek başlarına ve politikasız alamadığı bir döneme çoktan girmiş bulunuyoruz. Evrensel değerler ve küresel köyün sakini olma dönemi, beraberinde paydaşlar ve zorunlu eklenmeler getirmiştir. Buna paralel olarak her ülke bulunduğu noktadan dışa doğru yeni çekim alanlarına dahil olmakta, beraberinde küreselleşmenin dinamik etkisine girmektedir. Avrupa Birliği de bu küreselleşmeye giden adımların çekirdeğini atmış, geçen süre içerisinde dünyadaki ortak yapılanmaların önemli bir partneri haline gelmiştir. Ekonomik, siyâsî ve sosyal dönüşüm projeleri ile dünya topluluklarının ortak amaç belirlemelerinde etkin bir rol oynamıştır. Bu süreçte Türkiye’nin dahil olmaya çalıştığı AB süreci, aynı zamanda evrensel değerler anlamında dünya ile entegrasyonun da önemli bir aşamasıdır.

İleriki dönemlerde dünya üzerinde bir denge unsuru olma iddiasında bulunan Avrupa Birliğinin önündeki en büyük realitelerden biri de İslâmiyet’tir. Bu konuda sağlam ve tutarlı politikalar geliştirmesi gerekmektedir. Zira Amerika’nın İslâm dünyası üzerine geliştirdiği işgalci politikalar ters tepmiş ve inisiyatif kısmen de olsa AB’ye kaymıştır. Bunun için İslâm Konferansı Örgütü üyesi Türkiye’nin AB’ye katılımı Birlik adına İslâm dünyası ile yürütülecek süreçlerde olumlu katkılar yapacaktır. Bu konuda atılacak en önemli ve öncelikli adım, medeniyetler farkını kabullenmek ve medeniyetler buluşmasına zemin hazırlamaktır. Dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birini kapsama alanına alan İslâm toplumları ile kurulacak sağlıklı bir diyalog, dünya entegrasyonunda Avrupa Birliğine güçlü bir katma değer sağlayacaktır. Aynı şekilde Avrupa Birliğinin de katma değer üretmeye açık olması gerekmektedir. Küresel güce sahip ülkeleri içinde barındıran Avrupa Birliğinin 3. dünya ülkeleri olarak tabir edilen gelişmişlik düzeyi az olan fakir ülkelerle ilişkilerinde yapıcı ve destekleyici bir tutum sergilemesi, gelecekte dünya entegrasyonunda artı değer sağlayacak, huzur ve barış puanı olarak hanesine yazılacaktır.

Dipnotlar:

1 - Nursî, Bediüzzaman Said, Lem‘alar, s: 115.

2 - Nursî, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası-2, s: 99, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

3 - Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s: 132, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

4 - www.abgs.gov.tr

05.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004