Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Güzellik tanımı ve toplum idaresi

Güzellik temel bazı kurallar ve kabuller çerçevesinde şekillenen bir kavram olmakla birlikte içinde bir izafilik ve kişiye görelik tarafı hep bulunan bir kavramdır. Bu anlamda toplumun ve ferdin kabulleri, genel kültür yapısı, inançlar gibi pek çok faktör etkili olur. Bir toplumun çok yanlış ve çirkin gördüğü haller başka bir toplumda kabul gören el üstünde tutulan durumlar olabilir.

Yine ferdin o anki ruh halinin algıladığı her hangi bir nesne ya da olayı güzel veya çirkin tanımlama açısından çok önemi olmalıdır. Aynı iki olay farklı ruh halleri ile farklı şekillerde tanımlanabilir. Bu ve benzeri şartlar içerisinde güzelliğin mutlak tanımı ya da mutlak güzelliğe ulaşma imkânı maddî âlemde ve varlıklar planında pek mümkün gözükmemektedir. İnsanoğlu mülk âlemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk âlemi tanımlanmakta ve insanın bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte ve bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Hâlık-ı Âlem’i tanıyıp , O’na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mânâ ifade edecek tarzda şekillenmiştir.

Aslında mutlak güzellik eşyanın gerisinde yer alan ve ona ruh veren esmada olmalıdır. Bu anlamda şuur sahibi her insanın temel konumu eşyada esmaya doğru bir yolculuk olmalıdır. Bu temel konum hiç değişmez. Hangi sosyal statüde olursanız olun, hangi ırk ve milletten olursanız olun, renginiz ve zevkleriniz ne olursa olsun sizi tanımlayan temel kimliğiniz bu olmalıdır. Bu tanım dünyaya yön verdiği sanılan insanlar için de yakın çevresi dışında hiç kimsenin bilmediği insanlar içinde geçerlidir. O halde bütün güzellik tanımları ve hayat tarzının üzerine oturtulacağı temel kabuller bu tanım üzerinde şekillenmelidir.

Bu durumda, eşyadan esmaya ulaşma konumunda olan insan, âlemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Âlemlerin Yaratıcısı’nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes’in de varlık âleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk âleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Hâlık-ı Kâinat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar. Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlar, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Hâlık-ı Kâinatıda bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.

Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezeli irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünki, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan , değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefs’ül emiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabb’ül âleminin kabulleri ve yüklediği değerlerdir.

Bu temel düstur eğer siyasette ve toplum idaresinde de nazara alınmazsa ve esbaba riayet adı altında sebepler ön plana çıkarılıp onlara çok büyük önem atfedilirse büyük hatalar yapılması ihtimali ve Âlemlerin Rabbi yerine küçük firavuncukların memnun edilmesi gibi dehşet verici bir hataya düşme ihtimali vardır. Din adına hizmet ya da devlet idaresi için ortaya çıkan herkesi bu müthiş varta her an beklemektedir. Bu hal kaygan zeminde kendisini ve etrafındakileri istikamet üzere götürmek gibi zor ve çetrefilli bir iştir. Bu durumda kişinin ve liderin dayanacağı en büyük güç âlemin her an ve zerre zerre Âlemlerin Rabbi tarafından şekillendiriliyor olduğunu unutmamaktır. Bu algı sadece O’nu razı etmek endişesi ile şekillenen bir hayat tarzı oluşturacak ve hissedilen bu güçle emrolunduğu gibi dosdoğru olmanın vicdanî rahatlığı ile hem idarede hem de ferdi hayatta işler daha kolaylaşacaktır.

19.01.2007


 

Taberani (873-970)

Asıl ismi Süleyman olan Taberan hakkında çok fazla ayrıntılı bilgi yoktur. Çok sınırlı bilgiler mevcuttur. İlk eğitimi, çocukluğunda kimlerden ders aldığı, eğitim amacıyla nerelere gittiği kesin olarak bilinmemektedir. Hakkındaki bilgiler daha çok gençlik dönemi, ilmi hizmetleri ve rivayet ettiği hadislerle sınırlıdır.

Süleyman’ın 873 yılında Şam’ın Taberiyye kasabasında doğduğu nakledilmektedir. Babasının adı Ahmed’dir. Doğduğu kasabadan ayrılıp Isfahan’a yerleştiği belirtilmektedir. Ancak, memleketinden ne amaçla ayrıldığı ve Isfahan’a hangi sebeple yerleştiği hakkında fazla bilgi yoktur.

Taberanî’nin ünlü bir kişiliğe sahip olması, çok sayıda hadis rivayet etmesi ve güçlü hafızası ile şöhret bulması, iyi bir eğitim gördüğüne işaret etmektedir. İlmi dirayeti ve ulaştığı seviye aynı zamanda, dönemin büyük âlimlerinden ders aldığını da hatıra getirmektedir. Ders aldığı hocalar arasında; Ebu Züra es-Sakafî, Haşim bin Mürsed et-Taberanî, İshak ed-Debrî, İdris el-Attar, Hafs bin Ömer, Beşir bin Musa, Abdullah bin Mahmud, Ali bin Abdülaziz el-Begavî, Yahya bin Eyyüb el-Allat gibi ünlü isimler sıralanmaktadır. Bunların dışında da bazı kimselerin ilminden istifade ettiği belirtilmektedir.

Süleyman, isimleri sıralanan ünlü simalardan ders aldığı gibi, kendisinden de çok sayıda âlim istifade etmiştir. Bu vesile ile İbn Ukde, Ebu Nuaym el-Hafiz, Ebu Huleyfe el-Cemhî, Ebu Hüseyn bin Fazişah, Abdan ve daha bir çok kişi kendisinden hadis öğrenerek nakilciler arasında yer almışlardır.

Hadis toplama ve bunları öğrenmedeki hassasiyeti bilinen Süleyman; güvenilir, sağlam, hadis ilminde hüccet olarak kabul gördü. Binlerle ifade edilen hadis-i şerifi ezberine aldığı ve bunları hıfzettiği bilinmektedir. Bu hadisleri öğrenirken, sadece hadis metnini ezberlemekle kalmadı, bunları senetleri ile birlikte hıfzetme yoluna gitti. Göstermiş olduğu gayret ve özellikle hadis ilminde kat ettiği mesafeden dolayı şöhreti her tarafa yayıldı. İslâm âleminde bilinen ve tanınan alimler arasında yer aldı.

Taberanî, ilim uğruna her sıkıntıya göğüs gerdi. Maddî ve mânevî önemli sıkıntılar çekti. Yıllarca hasır üzerinde uyuduğu ve bu gayreti sonucu binlerce hadisi ezberine aldığı belirtilmektedir. İlim uğruna rahat yaşamayı terk etti. Hayatı boyunca sade bir hayat yaşadı. Hadis öğrenmek ve ilmini biraz daha arttırmak için otuz üç sene boyunca seyahatlerde bulundu.

Taberanî, Allah’ın rızasını her şeyin üzerinde tuttu. Bir taraftan ilim öğrenirken diğer taraftan insanların hidayet yolunu bulmalarına yardımcı olmaya çalıştı. Talebeleri, hakkındaki övgü dolu sözlerini eserlerine kaydettiler. Yüz yıla yakın bereketli bir ömür sürdükten sonra 970 yılında Isfahan’da vefat etti. Vefat ettikten sonra, Isfahan’da türbesi bulunan Peygamber Efendimizin (asm) sahabelerinden Hammad ed-Devrî’nin kabrinin yanına defnedildi.

Risâle-i Nurda Taberanî’nin naklettiği bazı hadislere de yer verilmektedir. Kendisi için, “mevsuk ve sahih muhakkik”, “İmam-ı Taberanî” ifadeleri kullanılmıştır. Risâle-i Nurda kendisinden aktarılan şu iki hadis-i şerife yer verilmektedir:

“Hazret-i Ebu Hüreyre der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bana emretti: ‘Mescid-i şerifin suffesini mesken ittihaz eden yüzden ziyade fukara-yı muhacirîni dâvet et.’ Ben dahi onları aradım, topladım. Umumumuza bir tabla taam konuldu. Biz istediğimiz kadar yedik, kalktık. O kâse konulduğu vakit nasıl idi; yine öyle dolu kaldı. Yalnız parmakların izi taamda görünüyordu.” (Mektubat, s. 116).

“İmam-ı Taberanî ve Ebu Nuaym, Delâil-i Nübüvvet’te, Numan ibni Beşir’den haber veriyorlar ki: Zeyd ibni Hârice, çarşı içinde birden düşüp vefat etti. Eve getirdik. Akşam ve yatsı arasında, etrafında kadınlar ağlarken, birden; ‘Ensıtu. Ensıtû. (Susunuz. Susunuz.)’ dedi. Sonra, fasih bir lisanla; ‘Muhammedün Resulullah; esselâmü aleyke yâ Resulallah.’ diyerek bir miktar konuştu. Sonra baktık ki, cansız, vefat etmiş.” (Mektubat, s. 156).

Taberanî’nin naklettiği hadislerden bazı örnekler;

“Müslümanlar arasında sevgi ve dostluk, atadan evlâda miras kalır.”, “Kişinin parmakla gösterilir olması, kötülük olarak ona yeter.”, “Allah İslâm Dini için kolaylıktan hoşlanmış; güçlüğü ise çirkin görmüştür.”, “Her takva sahibi, Muhammed’in (üzerine rahmet ve selâm olsun) ehl-i beytindendir.”, “Kişi, hanımının ve çocuklarının rızkını karşılamak için çalışmaya çıkarsa, Allah yolundadır. Yaşlı anne ve babasının bakımını sağlamak için yola çıkarsa, Allah yolundadır. Nefsini harama karşı korumak niyetiyle çalışmaya çıkarsa, Allah yolundadır. Eğer insanlara gösteriş ve başkalarına öğünmek için yola çıkarsa, Allah yolunda değil, şeytanın yönlendirdiği yoldadır.”

19.01.2007


 

Bediüzzaman'a göre Avrupa Birliği-4

Halk ne istiyor?

Bir çırpıda sayılabilecek, işsizliğin azaltılması, vize kuyruklarında beklemeksizin serbest dolaşım, millî gelirin artması, sermaye ve teknoloji (know-how) transferi gibi artılar bir kenara atılamayacak veya sıralaması geriye bırakılamayacak unsurlardır. Ancak bizce asıl etken, halkın yönetici sınıfın elinde baskıya dönüşen idârî mekanizmalardan bu vesile ile kurtulmak istenmesidir.

Serbest olsa, ülke nüfusunun hatırı sayılır bir yüzdesinin, Avrupa ülkeleri pasaportu hamili olmak için varlıklarının önemli bir bölümünü gözden çıkaracaklarını sosyolojik bir vakıa olarak yorumlamak gerekir. Halk; kendi haline bırakıldığına, şimdiye kadar sürüp gideni değiştirmeye hâkim sınıfın isteksiz olduğunun farkındadır. Bu sınıfı alt etmek için gücü yoktur, fakirdir. Diğer seçeneklerin yeterince (seçim, bize göre demokrasi) etkin olamadığı kanaatindedir. Konjonktürün de yardımıyla hâkim güce bir çelme takmak ve tuşa getirmek istemektedir.1

Avrupa Birliğine üyelik sürecinde bazı kayıpların da olacağı bilinmektedir. Burada önemli olan faydanın zararları fazlasıyla telâfi etmesidir. Bediüzzaman’ın Avrupa’yı iki sınıfa ayırmasından şunu anlamalıyız; oradaki güzelliklere ve iyiliklere sahip çıkalım, kötülüklere ve çirkinliklere de karşı duralım.

Bediüzzaman, kuvvetin kanunda olması gerektiğini, aksi takdirde istibdadın ortaya çıkacağını söyler. Belki bizi AB’ye yönelten de budur. Çünkü bizde kuvvetin kanunda olmamasından kaynaklanan bir istibdat, Avrupa’da ise, meşveret edilerek işlerin yürütüldüğü bir mekanizma vardır.

Bediüzzaman’ın söylediği “Bu millet esirlikten kurtulduğu gibi ecirlikten de kurtulacaktır.” Sözü ile serbest demokratik ve girişimci bir geleceğin inşasını bize önermektedir. Çünkü yine ekonomik açıdan İslâmî yöntem olan “malikiyet” de AB’nin prensiplerinden birisidir. Dolayısıyla Türkiye-AB yakınlaşması ekonomi açısından da gelişmeye sebep olacaktır.

İslâm dininin emrettiği medeniyet bizim esas hedefimiz olduğu için prensiplerini iyi bilmemiz gerekiyor. İslâmla barışık medeniyette; menfaat yerine fazilet, heveslerin tatmini yerine Allah rızası, ırkçılık yerine sınıf, din, vatan ortak paydalarında beraberlik, çatışma yerine yardımlaşma esastır. AB, bunun son ikisine büyük ölçüde riayet ediyor. Fakat medeniyetleri fazilet ve hüda üzerine tesis edilmediğinden seyyiatı hasenatına galip gelmiştir. Bu da demek oluyor ki onlar da İslâm düsturlarına muhtaçtırlar. Onlardaki eksik kısım medeniyetlerinin iç yüzünü öyle karıştırmış ki oluşan ihtilalci kitle, İslâm hakikatlerine iltica etmezlerse, medeniyetleri yerle bir olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Fransa’da yaşanan isyan olayları bunun bir örneğidir.

7.3. SÜRECİMİZİN GELECEĞİ

Hükümetlerin AB sürecinde samîmî olması ve müzakere sürecini, Türkiye’nin azamî kazancıyla ve istikrarlı politikalarla, üyelikle sonuçlandırmaya gitmesi gerekmektedir. Bu arada ülkemizde Avrupa’yı istemeyenlerin oyunlarına karşı uyanık olmak ve bu konuda halkın bilinç düzeyini artırmak gerekmektedir. Bu bağlamda, statükocuların Silahlı Kuvvetleri kendi menfaatlerine alet ederek, demokratikleşme yolunda atılan adımlara engel olmalarına özellikle dikkat edilmesi gerekmektedir.. AB sürecinde dönülmez bir yola girilmiştir. Her ne kadar Türkiye müzakere sürecinde eksik kalsa da, Avrupa içinde bazı kesimler ayak sürüse de, AB ve Türkiye’nin ortak aklı müzakere sürecinin tam üyelikle sonuçlanacağına dair kuvvetli ümit vermektedir.

Gerek Türkiye’nin jeopolitik önemi, gerekse Türkî cumhuriyetler ile İslâm ülkeleri üzerinde tarihinden ve dininden gelen büyük etkinliği sebebiyle AB tarafından göz ardı edilemeyecektir.

AB üyeliği vatandaşa ne getireceğini başlıklar halinde verecek olursak;

* Adalet müessesesinin hızlı ve âdil bir yapıya kavuşması (İdeolojik ve kişiye göre farklı değerlendirmeler terk edilmek zorundadır),

* Serbest rekabet ortamında tüketici seçme imkânına sahip olması,

* Yerli sanayi iyi oldukça, kendini ıslâh etmek zorunda olması,

* Avrupa standartlarını mal ve hizmetlerde yakalama gereği,

* İnsan hakları alanında düzenlemeler, teba değil vatandaş olma talebi,

* Müessir denetleme mekanizmasını vatandaşın kullanabilmesi,

* İçimizdeki (fert, topluluklar, kurumlar) istibdadın son bulması,2

* Üretimin, nemalanmada asıl unsur olarak yerleşmesi,

* Vatandaşımızın fert olduğunun şuuruna varması, bireyselliğin keşfi,

* Farklı özelliklerin zenginlik olarak algılanarak, iç tehdit değerlendirmelerine ayrılan büyük paraların kalkınmaya aktarılması,3

* Yabancı sermayenin Türkiye’ye akması,

* Organize olmuş ve insana (özelde vatandaşına) ‘iyi’ önyargısı (!) ile bakan insan merkezli kalkınma modeli,

* Fikirlerin serbestçe tartışılmasıyla hakikatlerin ortaya çıkması,4

* Şiddete dayalı uygulamalardan uzaklaşma ve ilişkilerde yumuşak ve sulhkârâne yaklaşımın benimsenmesi,5

* Vergilerin harcandığı yerlerin ödeyenlerce denetlenmesi,

* Ehliyet ve liyakatin ön plana çıkması,

* Gelir dağılımının daha âdil olması, 

şeklinde sıralamak mümkündür.

AB üyeliği devlet aygıtına ne getirir?

Sınırların tehlikede olduğu, komşuların hepsinin düşman olduğu söyleminden yola çıkan değerlendirmelerden halen uzaklaşılamamıştır. Türkiye AB’ye girdiğinde Yunanistan, Bulgaristan, Kıbrıs ile aynı yapı içinde yer alacaktır. Sosyal olaylardaki hız, yüksek olduğu kadar dramatikdir de. Bundan 15 yıl önce bir numaralı düşman olarak görülebilen bir Bulgaristan’ın, NATO’ya dahil olması için en ziyade uğraşan Türkiye’dir. Türkiye üzerinde toprak emelleri olduğunu gizlemeyen (bu hayalleri sermaye olarak kullanan, tehdit ve tehlike değerlendirmelerinden beslenenlerin ellerini güçlendiren) komşularımız da, gözlerine kestiremeyecekleri, karşılarına almakta menfaatlerinin epeyce haleldar olacağını bildikleri bir yapı ile didişmekten kaçınacaklardır. İçeride, mekanizma küçüleceğinden, israfın azalmasının yanı sıra, kaynakların daha rasyonel kullanılması ile, millî gelirden fert başına düşen pay artacaktır. Üretmeyen, devamlı daha çok borç ve bu paradan yandaşlara daha çok ulufe ile mevcudiyetini muhafaza ettiren üst yapı, tabiri caizse titreyip kendine gelecektir.

Sürecin tedbir alınması ve uyanık davranılması gereken yönleri:

* Gümrük duvarı ile korunan bazı sanayii kuruluşları, kendini ıslâh edemezse batar, işçileri bir süre açıkta kalır.

* Daha gelişmiş ülke mallarına aç pazar, ortalık sakinleşinceye kadar, gümrük duvarlarıyla kendini korumaya aldıran yerli ürünlere rağbet etmez.

* Hatırı sayılır bir büyüklükte olduğu bilinen kayıt dışı ekonomi, kanun dışılığı da barındırmaktadır. Avrupa normlarının adım adım dahi olsa uygulanması, azımsanamayacak sayıdaki vatandaşı sektör değiştirmeye itecek, bunun sıkıntıları, statüko yanlılarınca, seçilmişlere ve en nihayet millete fatura edilebilecektir.

Sürecin tehlikeleri:

* Statükodan beslenen kesimler, üyelik sürecini kökünden bitirmek için provokasyonlar yapabilir.

* Geçiş sürecinde meydana gelecek hoşnutsuzluklar körüklenebilir ve kaos ortamı oluşturmak isteyenlerce kullanılabilir.

* Aslında dindar da, müsbet anlamıyla milliyetçi de olmayan AB muhaliflerince, dînî ve millî hassasiyetler, istismar edilebilir. Meselâ, aslında kurban kesilmesine, dinden gelen ne olursa zıddını savunmak güdüsünden hareketle karşı olduğu bilinen kesimler; “AB’ye girilince kurban yasaklanacak.”, acılı yemeği, modern Batılı tüketim hayatına aykırı kabul edenlerce “Avrupa’da isot yasak, kokoreç yasak.’’ türünden yayınlar yapabilir. Vatandaşa; “En iyisi biz başımızdaki sopaya razı olalım, hatta şükredelim.’’ dedirtmek istenebilir.

* Çözüm bekleyen Kıbrıs ve Ege ile ilgili sorunlarda, acelecilik ve hazırlıksızlık, iç direnç odaklarını dış destekle dengelemek ihtiyacı, Türkiye’nin harcadığı onca zaman, para, insan, emek karşılığında alabileceklerinin eksilmesine yol açabilir.

* 150 bin sayfaya baliğ olduğu söylenen AB mevzuatı ve muktesebatını, iyice incelemeden; “Canım onlar bize göre değiştirecek değil ya, biz uyacağız onlara.” veya “Bizim kendi kendimize adam olacağımız yok.’ kolaycılığı ile teslim olunabilir.

Türkiye hiçbir aday ülke ile kıyaslanamayacak özelliklere sahiptir ve bize göre daha önce alınmış kararları değiştirebilecek bir pazarlık gücünü elinde bulundurmaktadır. Danimarka halkı, Maastricht anlaşmasını reddedince, AB yeni tadiller yapmak zorunda kaldı ve Kopenhag yönetimi, bu anlaşmayı yeniden halka götürdü. Tabiatıyla bunun için, milletin ve devlet mekanizmasının desteğini arkasında tam hisseden bilgili, cesur müzakerecilere ihtiyaç vardır.

AB’yi giriş müzakerelerinin başladığı bu aşamada, bazı kesimlerce korkulduğu üzere, dînî salâbetimizin zayıflayabileceği ve dînî yönden zayıf olan gençlerimizin Hristiyanlaşabileceği gibi hususlar dile getirilmektedir. Manevî yönden çürük temeller üzerine oturan Avrupa Medeniyetinin, manevî dinamikleri güçlü olan Asya Medeniyeti karşısında yeterince güçlü olamayacağı görülmektedir. Çünkü asıl amacın, Avrupa medeniyetinin güzellikleri ve beşere menfaati bulunan iyilikleri olduğunu, günahlar ve kötülüklerin olmadığını ifade eden Bediüzzaman, Avrupa ve Asya medeniyetleri arasındaki asıl işbirliği alanına vurgu yapar. Aksi halde bir işbirliğinin öz yerine kabukla iştigal olacağı ve bunun da taklidi netice verebileceği muhakkaktır.6

Kuvvetler ayrılığı prensibinin iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladığı günümüzde, Amerika’nın geri giden totaliterliği çözüldükçe İslâma bakışlarını gözden geçirme noktasına gelen Batı, AB’ne aday Müslüman ülke konumundaki Türkiye ile birlikte, İslâmiyet konusundaki ödevine daha olması gerektiği yerden bakma şansını yakalayacaktır. Avrupa’nın bakışı ve dünya haritasında okumaya ve anlamaya çalıştığı yeni ödevlerinin arasında öncelikle İslâmiyet gelmektedir.

Hızla yapılması gerekenler:

* Mevzuatı ayıklamak ve demokratikleştirmek, tutucuların anti-demokratik dayanaklarını kanun metinlerinden temizlemek ve daha önemlisi bunu uygulamaya yansıtmak,

* Kurumların kendi alanlarında kalarak, ülke yönetimini seçilmişlere devretmesi (AB tarafından yapılan bir araştırma, Türkiye’de siyasetin fonksiyonel olmadığını gözler önüne serdi).

* Geçiş sürecinin hemen sonrasındaki endişelerden kurtulmak için hızlı ve akıllı bir özelleştirme.

* Etnik köken ile ilgili kaygı, kibir ve önyargılardan, dînî kökenle ilgili bilgisizlikten veya içe kapanarak kendini koruma şeklindeki mutaassıp tavırdan bilinçle kurtulmak,7

* Kendi kültür ve medeniyetli ile öğünen, halkıyla ve onun değerleriyle barışık, bir iddiası, planı, projesi, başka insanlara bir mesajı olduğuna inanan, tahkik ehli insanların ve kanaat önderlerinin, açılacak büyük fikir ve bilgi arenasına idmanlı, donanımlı, sabırlı olarak girebilmek için gereken zihnî, fikrî ve kurumsal altyapıyı, bütün engellere rağmen, bir an önce azimle oluşturmaları gerekmektedir.8

Yukarıda saydığımız bu inkişafların yol haritası, AB ile şekillenecektir. Türkiye’nin dahil olduğu bir Avrupa, çift yönlü düşünme sürecine girecektir. Öteki dediği Asya’yı, yani İslâmı temel veri kabul eden bir ortaklık zemininde hem bizi kabullenecekler, hem de bizim ihmal ettiğimiz ve onların geliştirdiği medeniyetin olumlu sonuçlarını gerçekleştirme imkânımız olacaktır.

AB lehine ve aleyhine çok şeyler söylenmiş ve hâlâ söylenmektedir. Faydalarının yanında zararlarını da kabul ettiğimiz AB, bizim toplumumuzun gündeminde daha önce hiç karşılaşmadığı sorunları getireceği bir gerçektir. Şunu unutmamalıyız AB’nin faydalarının yanında zararları da olacaktır, ama faydası fazla olan şeyin terk edilmesi de doğru değildir.

19.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004