Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Sonra da vahyolunacak şeyi Allah'ın kuluna vahyetti. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı.

Necm Sûresi, 10-11

31.01.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Biriniz ölümü temennî etmesin. Eğer iyi biri ise belki iyiliğini arttırır. Kötü birisi ise belki tevbe eder.

Câmiü's-Sağîr, c: 3, 3882

31.01.2007


Kerbelâ hadisesinin kaderî hikmeti nedir?

Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise:

Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın.

Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.

Üçüncü Suâliniz: “O mübarek zatların başına gelen o feci, gaddârâne muamelenin hikmeti nedir?” diyorsunuz.

Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin’in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:

Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, “Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için eşhas feda edilir.”

İkincisi: Onların saltanatı unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddârâne bir düsturu olan, “Milletin selâmeti için herşey feda edilir.”

Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı an’anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarında bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti.

Dördüncü bir sebep de, Hazret-i Hüseyin’in taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin efradına “memâlik” tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i sâire Hazret-i Hüseyin’in cemaatine intikamkârâne ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddârâne ve merhametsizcesine, meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.

Mezkûr dört esbab, zâhirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyât-ı mâneviye o kadar kıymettardır ki, o facia ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, “Az birşeyle pek çok şeyler kazandım” diyecektir.

Mektûbât, s. 58-59

Lügatçe:

nokta-i nazar: Bakış açısı.

cem’: Toplamak, biraraya getirmek.

saltanat-ı mâneviye: Manevi sultanlık, saltanat.

aktab: Velilerin üzerinde tasarruf edebilen büyük mürşidler, kutuplar.

merci: Kaynak.

gaddârâne: Zalimcesine, hiddet ederek.

eşhas: Şahıslar.

unsuriyet: Irkçılık.

an’ane: Gelenek.

memâlik: Memluk olanlar, köleler.

gurur-u milliye: Millî gurur.

milel-i sâire: Diğer milletler.

müşevveş: Karmakarışık, düzensiz.

asabiyet-i milliye: Irkçılık damarı.

esbab: Sebepler.

zâhirî: Görünüşte, görünüşe ait.

netâic-i uhreviye: Ahirete ait neticeler.

terakkiyât-ı mâneviye: Manevi ilerleme, yükselme.

31.01.2007


Mars’ta hayat yok (mu?)

Bilim adamları, Mars’ın yüzeyinde çeşitli derinliklerde yaptıkları kozmik radyasyon seviyesi ölçümlerinin ardından, yüzeyde ve birkaç metre altında hayatın varlığının, kozmik radyasyonun öldürücü miktarından ötürü imkâsız olduğuna karar vermişler.

Londra Kolej Üniversitesi’nden Lewis Dartnel başkanlığında yapılan ve sonuçları Geophysical Research Lettrs dergisinin bugünkü sayısında yayımlanacağı söylenen araştırmada, Dünya’nın tersine Mars’ın uzun zamandır küresel bir manyetik alan veya kalın bir atmosfer tarafından korunmamasının sonucu olarak uzaydan milyarlarca yıldır gelen radyasyona karşı savunmasız olduğu belirtilmiş. (www.ntvmsnbc.com)

“Bildiğimiz en dayanıklı hücrelerin bile Mars’ın yüzeyindeki kozmik radyasyondan ötürü bu kadar yaşamalarına imkân yok” diyen Lewis Dartnell, acaba Allah’ın yarattığı canlı çeşitlerinin sadece bildiklerimiz ve gördüklerimizle sınırlı olmadığını da düşünmüş müydü?

Tamam, belki insanın ve diğer bildiğimiz canlı çeşitlerinin ‘Kızıl Gezegen’de hayatlarını devam ettirmelerinin imkânı yoktu, ama orada yaşayabilecek farklı birtakım özelliklere sahip canlılar olamaz mıydı?

Bu sorunun cevabını, Hikmet ve Hakikat ilmine vakıf Bediüzzaman, 1920’lerde Sözler isimli eserinde şöyle cevaplıyordu:

“Mâdem şu bîçare perişan küremiz (dünyamız), sergerdan zeminimiz bu kadar hadd ü hesâba gelmez zevi’l-hayat (hayat sahipleri) ile zevi’l-ervâh (ruh sahipleri) ve zevi’l-idrâk (idrak/anlayış sahipleri) ile dolmuştur; elbette sâdık bir hadîs ile ve katî bir yakîn (bilgi) ile hükmolunur ki, şu kusûr-u semâviye (gezegenler) ve şu bürûc-u sâmiyenin (yıldızların) dahi kendilerine münâsip zîhayat (hayat sahibi), zîşuur (şuur sahibi) sekeneleri (sakinleri) vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi o nurânî sekeneler bulunur. Nâr (ateş), nuru yakmaz. Belki ateş ışığa meded verir.” (29. Söz, 1. Maksat, 1. Esas)

Evet, nasıl ki Cenâb-ı Hakk’ın, suda yaşayacak özelliklere sahip balık gibi canlıları yaratması gayet makul ise; Mars’ın yüzeyindeki kozmik radyasyonda yaşayabilecek özelliklere sahip bir takım canlıları yaratması da, aynı derecede makul ve hakikatten uzak değildir.

Akıl, hikmet ve hakikat bunu gerektirmektedir. Bediüzzaman’a göre; ucu bucağı gözükmeyen uzay içerisinde küçücük bir yer kaplayan şu mavi gezegenimizin hayat ve idrak sahibi canlılarla dolu olması; uzayda büyük bir yer kaplayan sayısız gökcisimlerinin, yıldız ve gezegenlerin de şuur ve idrak sahibi mahluklarla dolu olduğunu göstermektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın şu koca kâinatı mükemmel bir düzen içerisinde sanatla süslemesi, o süslemeleri tefekkür ederek beğenecek ve hayret içerisinde takdirlerini sunacak mahlukların varlığını gerektirir. İnsan tek başına bütün bu kâinattaki güzellikleri tefekkür ve takdir edemeyeceğine göre, elbette o sayısız yıldız ve gezegenlerde yaşayan, oraların hayat şartlarına uygun varlıklar olmalıdır.

Aslında bu gerçek, bir balığın suda yaşaması kadar ‘normal’ (‘harika’ desek daha doğru olacak) bir hadisedir. Ancak, eşya üzerindeki ülfetimiz, yani alışageldiğimiz algılarımız ne yazık ki bizi böyle düşünmekten alıkoyabiliyor. Balığın suda hayatını devam ettirmesine—gözümüz önünde sürekli cereyan eden bir hadise olduğu için—ihtimal verebiliyorken; nedense Güneş’te ya da meselâ ‘kozmik radyasyon’da bir canlının yaşamasına pek ihtimal veremiyoruz. Halbuki bu hadise bize, Allah’ın suda yaşayan bir canlıyı yaratması kadar ‘normal’, hatta belki de aklımıza daha uygun gelmelidir. Çünkü hayat gözle görülemeyen manevî bir varlıktır. Manevî varlığın, yine gözle göremediğimiz manevî bir varlıktan—sözgelimi esirden, nurdan, hatta belki de radyasyondan—yaratılması ise, akla daha uygun gelmelidir.

İşte gözle göremediğimiz şuur ve hayat sahibi bu varlıklar, Kur’ân’da ‘melek ve ruhâni’ olarak isimlendirilmiştir.

İsmail TEZER

31.01.2007


ESMA-İ HÜSNA

Nâzır

Allah (c.c.), Nâzır’dır. Yani kullarının her işini, her fiilini, her hâlini, her tarzda, her an, her yerde gören, gözeten, gözetleyen, işlerine bakan ve denetleyendir. O bütün kâinatı ve her şeyi bir anda görür ve gözetir. Hiçbir şey ve hiçbir kimse Onun görmesinden ve nezâretinden kaçamaz, hâriçte kalamaz. Onun mutlak nezâretini hiçbir şey engelleyemez, görüşüne hiç kimse müdâhale edemez. Bütün kâinat, en büyükten en küçüğe kadar, her an Allah’ın nezâreti ve murâkabesi altındadır.

Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Nâzır ismi,1 Kur’ân’da fiil biçimiyle gelmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Sonra onların ardından, amellerinize nezâret edelim (bakalım) diye sizi yeryüzünde halîfeler kıldık.”2

Bedîüzzaman’a göre, maddeden sonsuz derece uzak; kayıtla sınırlandırılmaktan, karanlıklardan ve noksanlıklardan yüce; bütün nûrlar ve bütün nûrâniyât Onun kutsî isimlerinin nûrlarının bir gölgesi; bütün vücut, bütün hayat, bütün ruhlar âlemi ve bütün mîsal âlemi yarı şeffaf, cemâlinin aynası; sıfatları her şeyi ihâta etmiş; isimleri bütün kâinatı kuşatmış olan Cenab-ı Allah’ın küllî irâdesi, sınırsız kudreti ve sonsuz ilmi ile sıfatlarının tasarrufundan ve fiillerinin şümûlünden hiçbir şey saklanamaz, hiçbir şey gizlenemez. Ona hiçbir iş ağır gelmez, hiçbir fert uzak olmaz, hiçbir şahsiyet külliyet kazanmadan Ona yaklaşamaz.3 Cenâb-ı Hak ilim ve kudretiyle her şeye nihâyetsiz yakın, hâzır ve nâzırdır. Küçük büyük hiçbir şey, kudret dâiresinden hârice çıkmaz, kibriyâsı ve büyüklüğü her şeyi ihâta etmiştir.4

Cenâb-ı Hakkın, Hakîm-i Mutlak, hâzır ve nâzır olduğu için, hiçbir duâyı cevapsız bırakmadığını ve her duâyı hikmetine göre kabul buyurduğunu beyan eden Bedîüzzaman, Allah Teâlânın, yalnız ve kimsesiz varlıkların vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevâbıyla ünsiyete ve huzura çevirdiğini, fakat insanın işgüzarca tahakkümüyle değil, terbiye edici hikmeti gereği insana, duâsının hemen ardından ya istediği aynı şeyi, ya da daha evlâsını verdiğini kaydeder.5 Bediüzzamn Saîd Nursî’ye göre, şehâdet ve gayp âlemleri olmak üzere, bütün kâinat her an, tek bir sayfa gibi Allah’ın nazarındadır ve huzurundadır.6 Îmânın altı rüknü, gayp ve şehâdet olmak üzere bütün âlemleri kuşatmaktadır.7 Her şeyi ihâta eden sonsuz bir ilme istinat eden Kur’ân, bütün eşyayı birden gören, ezel ve ebet ortasında bütün hakikatleri bir anda müşâhede eden Allah Teâlânın kelâmıdır.8

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 242

2- Yunus Sûresi: 14

3- Sözler, s. 179

4- A.g.e., s. 153

5- A.g.e., s. 287

6- Şuâlar, s. 527

7- Sözler, s. 401

8- A.g.e., s. 401

31.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004