Hangi türde ve hangi derecede olursa olsun askeri müdahalelere kesin ve kategorik olarak karşıyım. Ne kadar haklı ve doğru görünürse görünsün, hiçbir gerekçe, askeri müdahaleleri yanlış, hukuk dışı ve siyasal açıdan sakıncalı olmaktan kurtaramaz. Bu görüşümü daha ayrıntılı olarak açıklamayı, gerekçeler ileri sürmeyi de yersiz ve lüzumsuz buluyorum.
Türkiye’de bu konuda fikir üretenlerin, çok küçük bir iki istisna dışında benimle aynı görüşü paylaştıklarını biliyorum. Halkımız da, çoğu zaman, kullandıkları oyları ile askerin müdahalesine karşı olduğunu göstermiştir. Durumun böyle olmasına karşın, Türk Silahlı Kuvvetleri sivil yönetime ve demokrasiye değişik derecelerde müdahale etmekten kendini alamamaktadır.
Bu yazımda müdahalelerin büyük zararlarını ve her birinin toplumumuzu yıllarca geriye götürdüğünü anlatmayacağım. Askeri müdahalelerin yanlışlığı ve sakıncalı olduğu kanımca tartışmasız kabul edilmelidir. Ancak, yakın tarihimiz göstermiştir ki, tüm sakıncaların devamlı dile getirilmesi bile müdahalelerin sürüp gitmesini engellememektedir. Bu nedenle, bu yazımda konuyu tamamen değişik bir açıdan ve değer yargılarından arınmış biçimde ele alacağım.
1960 yılında 22 yaşındaydım.
Yaklaşık elli yıl tüm ihtilalleri, darbeleri, müdahaleleri bizzat yaşadım. 2007 yılının Nisan ayı sonunda darbeler tarihine ilişkin önemli saydığım bir gözlemimi okurlarla paylaşmak istedim. Türk demokrasi tarihinin son elli yıllık dönemini incelediğimde vardığım sonuç şudur:
Hiçbir askeri müdahale bizzat kendi saptadığı amaçlara ulaşamamıştır.
Bu gözlemimi ayrıntılı olarak açıklamak isterim. Her askeri müdahalenin iki türlü amacı vardır. Bunlardan birincisi kamuoyuna açıklanan ve idealist bir amaçtır “kardeş kavgasını önlemek”, “teröre son vermek”, “Anayasanın belirlediği rejimi korumak”, “irticaı önlemek” kısacası 1960 ihtilalinden sonra yasa hükmü haline getirilen genel amaç: “Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak”
Askeri müdahalelerin ikinci amacı ise açıkça söylenmeyen ama herkesin bildiği ve birinci amaçtan belki de daha önemli olan somut hedeftir. Örneğin, 27 Nisan muhtırasının somut hedefi sayın Abdullah Gül’ün, ya da eşi türbanlı olan herhangi birinin, cumhurbaşkanı olmasını önlemektir.
Bu “somut hedefler” çerçevesinde 1960 2007 dönemindeki müdahaleleri incelemek istiyorum.
1960 ihtilâli
1960 ihtilalinin idealist amacı uygulanan baskı rejimini kaldırmak ve demokrasiyi yeniden kurmaktı. Somut olarak ise, baskı rejiminin sorumlusu olarak görülen Demokrat Partiyi siyaset dışına çıkarmak ve sivil iktidarı Cumhuriyet Halk Partisine devretmek hedeflenmekteydi.
Demokrat Parti kapatıldı. 1961 seçimlerine Cumhuriyet Halk Partisi en güçlü iktidar adayı olarak girdi. Ama beklenen oranda oy alamadı. İki üç yıl askerlerin desteği ile yaşadı. Demokrat Parti ise Adalet Partisi adı altında yeniden örgütlendi ve 1965’te büyük çoğunlukla iktidarı ele geçirdi. Üstelik 1965 seçimlerinde Adalet Partisi’nin aldığı oyların önemli bir bölümü halkımız tarafından askeri müdahaleye tepki olarak verilen oylardı. İhtilal olmasa ve normal seçim yapılsaydı, büyük bir olasılıkla Cumhuriyet Halk Partisi 1961’de aldığı oylardan daha fazlasını alarak iktidara gelecekti.
Kısacası hedefe ulaşılamadı.
1971 darbesi
12 Mart 1971 darbesinin idealist amacını belirlemek biraz daha zor. Açıklanan amaç şiddetlenmekte olan sağ sol kavgasını önlemekti. Ama darbe önce sol görüşün hâkim olduğu bir biçimde başladı, sonra bir gece içinde sağa döndü ve giderek faşistleşti. Bu dönüşümden sonra somut hedef güçlü bir sağ iktidar kurmak olarak belirlendi.
Kurulan partiler üstü hükümet Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi desteği ile ülkeyi yönetti. Ama her kesimde askerlere karşı direnmeler başladı. Askerlerin adayının cumhurbaşkanı seçilmesini bizzat Adalet Partisi engelledi. 1973 seçimlerinde ise Ecevit’in önderliğindeki CHP büyük başarı kazandı. Bu seçimlerde de halkın askerlere olan tepkisi CHP’ye verilen oya dönüştü. Sonraki seçimlerde ise Ecevit bu kez bileğinin hakkı ile oylarını daha da arttırdı.
Sonuç: Somut hedefe yine ulaşılamadı.
1980 ihtilâli
1980 ihtilalinin idealist amacı kısmen 1970 darbesine benziyordu. Kenan Evren ve dört kuvvet komutanı 1970 darbesinin başarısız olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle çok daha radikal davrandılar. Yeni bir Anayasa yaptılar. Atatürkçülük adı altında klasik bir cunta rejimi yarattılar. Somut olarak ise ülkenin siyaset yapısını tamamen değiştirmeyi, destekleri ile kurulacak otoriter anlayışa dayalı bir partinin iktidara gelmesini hedeflediler. Bu hedefe ulaşmak için tüm partileri kapatıp siyaseti yasakladılar. Daha sonra seçimlere girecek partileri engellediler. En çok çekindikleri sol parti olan SODEP’i seçimlere sokmadılar. Onun yerine göstermelik bir sol parti ile, nedense çok da önemsemedikleri, sağ görüşlü Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisine izin verdiler. Sonuç ne oldu? 1983 seçimlerinde şimdi ismini dahi hatırlayamadığım Konsey’in partisi parlamentoya ancak üçüncü parti olarak girebildi. Küçümsedikleri Turgut Özal ise tek başına iktidara geldi. Bu seçimde de halkın oyları yine gerçek siyasi tercihlerini yansıtmıyordu. Parlamento askerlere karşı tepki oyları ile oluştu.
Milli Güvenlik Konseyi’nin ikinci somut hedefi daha uzun dönemliydi. Siyasi Partiler Kanunu ile Seçim Kanunları düzenlendi. Seçim ittifakları yasaklandı ve yüzde 10 baraj getirildi. Bu düzenlemelerin amacı parti sayısını azaltmak ve bir partinin tek başına iktidara gelmesini kolaylaştırmaktı. 1983’ten sonraki seçimlerde hem parti sayısı arttı, hem de koalisyonlar devri yeniden başladı.
Yani: Somut hedeflerin ikisine de ulaşılamadı. Üstelik, yapılan düzenlemelerle ortaya çıkan olumsuzluklar bugün dahi etkilerini göstermektedir. Milli Güvenlik Konseyinin kendi partisini korumak için getirdiği yüzde 10 baraj 22 yıl sonra Silahlı Kuvvetler’in çok da tasvip etmediği AKP’nin çok güçlü olarak iktidara gelmesini sağlamıştır.
28 Şubat 1997 kararları
28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu kararları da açık bir müdahaleydi. Burada idealist hedef irticaı önlemek olarak açıklandı. Somut hedef ise Necmettin Erbakan’ı ve “Milli Görüş” hareketini tasfiye etmekti. Erbakan siyaset dışı kaldı. Kurulan partiler peş peşe kapatıldı. Ama sonunda Milli Görüş kökenli AKP tek başına iktidara geldi.
Ne oldu? Somut hedeflerin tam tersi gerçekleşti.
27 Nisan 2007 muhtırası
27 Nisan tarihli Genelkurmay “gece yarısı muhtırası”nın açıklanan idealist hedefi 28 Şubat kararı ile aynıdır: İrticaı engellemek. Somut hedef ise Abdullah Gül’ün, ya da eşi türbanlı olan birinin, cumhurbaşkanı olmamasını sağlamaktır. Bunun yanında AKP’nin siyasi gücünü zayıflatmak da bir hedef olarak görülebilir.
Bu somut hedeflerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini birlikte göreceğiz. Ama elli yıllık darbeler tarihinden alacağımız derslere dayanarak bazı tahminlerde bulunmak çok zor olmasa gerek.
Erken seçim deyimini çok yadırgıyorum. Seçimlerin üç ay önceye alınması erken seçim sayılır mı? Seçimler hangi ayda yapılırsa yapılsın tarihte 2007 seçimleri olarak anılacaktır. Genel seçimlerin cumhurbaşkanlığı seçiminden önce mi sonra mı yapılacağı, kısa dönemli yüzeysel siyaset açısından önemli olabilir. Bence hiç önemli değildir.
Burada önemli olan diğer bütün örneklerde gördüğümüz tepki oylarıdır. Yapılacak seçimlerde AKP siyaseten hak etmediği oyları da alacaktır. Alacağı oyların önemli bir bölümünün 27 Nisan muhtırası nedeni ile verilecek tepki oyları olacağını düşünmekteyim. İncelediğim müdahaleler tarihi bunu açıkça göstermektedir.
Muhtıranın somut hedeflerinin olası akıbetine gelince; ya yeni cumhurbaşkanımızın eşi türbanlı olacaktır, ya da böyle olmasa bile, AKP’nin görüşünü benimsemiş bir cumhurbaşkanı seçilecektir. Ayrıca, ikinci hedefin aksine AKP belki de hak etmediği halde ve salt muhtıra nedeni ile daha da güçlenecektir.
Sonuç
Askeri müdahalelerin zararları olduğu, demokrasiyi askıya aldığı ya da sekteye uğrattığı, toplumumuzu demokrasi açısından geriye götürdüğü her defasında bizzat müdahaleciler tarafından bile kabul edilmektedir. Tüm müdahalelerde bu durumun geçici olduğu, en kısa zamanda yeniden demokrasiye dönüleceği vurgulanır. Ama müdahaleciler şu fikri de vurgularlar: “Başka çaremiz yoktu. Milleti daha kötüden kurtarmak için bunu yaptık.” Son elli yıllık siyaset tarihimiz göstermektedir ki müdahaleler milleti hiçbir şeyden kurtarmamakta, hiçbir zaman hedeflerine ulaşamamaktadır. 27 Nisan sonrasında böyle olmayacağını gösteren hiçbir emare yoktur.
Dikkat ederseniz yazımın hiçbir yerinde kendi siyasal tercihlerimi belirtmedim. Sübjektif değer yargılarına dayanmadım. Ben sosyal demokrasiye inanmış bir aydınım. İrticaın Türkiye için bir tehlike oluşturduğunu düşünüyorum. Ama bu düşüncelerimin tarihi gerçekleri değiştiremeyeceğini de biliyorum.
Yazımı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin şimdiki ve gelecekteki komuta kademelerine yapacağım tavsiyelerle bitirmek isterim.
Tavsiyelerim
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eğitiminde tarih ve siyasal tarih önemli bir yer tutar. Subaylarımıza doğru ve yerinde olarak tarihten ders almaları gerektiği öğretilir.
Bu nedenle tavsiyelerimin bir ağırlığı olacağını düşünmekteyim. Bu tavsiyemin kendi ideallerimle, siyasal görüşümle hiçbir ilgisi yoktur. Sadece tarihi gerçeklere dayandığını düşünüyorum.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin değerli mensupları. İdealleriniz ve amaçlarınız ne kadar ulvi, değerli ve haklı olursa olsun, bu amaçlara ulaşmak hiçbir zaman askeri müdahale yolu ile gerçekleştirilemez.
Tarih göstermektedir ki, hiçbir müdahalede hedeflere ulaşılamamış, hatta çoğu kez hedeflerin tam tersi gerçekleşmiştir. Büyük bir olasılıkla 27 Nisan sonrasında da aynı sonuç ortaya çıkacak, buna karşılık, bir askeri müdahalenin tüm olumsuzlukları sebepsiz yere demokrasimizi zedeleyecektir.
Silahlı Kuvvetlerimizin komuta kademesine ve tüm mensuplarına şimdi ve gelecekte ‘müdahale’ olasılığını zihinlerinden tamamen silmelerini tavsiye ederim. Benimsenen amaç ve hedefler doğru, yerinde ve değerli olabilir. Ama müdahale yolu ile başarıya ve bu hedeflere ulaşmanın mümkün olmadığını yakın tarihimiz açık ve net bir biçimde göstermektedir.
AÜ Hukuk Fakültesi emekli öğretim üyesi
Radikal, 10.5.2007
|