Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Hesabını kim verecek?

Önceki yıllarda “Genelkurmay” yahut “Türk Silâhlı Kuvvetleri”ni rüyasında görünce bile ayağa kalkıp “hazır ol!”a geçenlerin son zamanlarda askere yönelttikleri eleştirileri görünce onlarla aynı çerçevede görünmemek için sesimizi çıkarmıyorduk ama...

Aşağıda değineceğimiz konuyu deşmezsek görevimizi yapmamış oluruz diye düşünüyoruz.

PKK’ya karşı sürdürülen mücadelenin biliyorsunuz mazisi 1984 yılına kadar gider.

Bu sütunu o yıllardan beri izleyenler anımsarlar ki, son olarak Pülümür’de yaşanan “karakol baskını” türünden olaylar sürüp gidince o zaman da yetkilileri uyaran pek çok yazı yazdık. Elbet “sorumlu şudur” demek iddiasında değildik. Ama bir baskında 8-10 asker şehit düşer, ikincisinde 5, üçüncüsünde 15 asker kaybedersek, orada en azından dikkat edilmesi gereken bir husus yahut bir zafiyet söz konusu olmalıdır diyorduk.

Mutat üzere yazdıklarımız nedeniyle bir tepki almadık.

Derken, yukarıda sözünü ettiğimiz türden baskınlarda yeni şehitler verince “Peki ama bu tür olaylarda örneğin ilgili birliğin başındakilerin sorumluluğu araştırılmıyor mu?” türü sorular yönelttik, hatta yetkilileri göreve çağırdık.

Tabii yine ne ses çıktı, ne sonuç aldık.

Ve... En kötü olay 24 Mayıs 1993 tarihinde meydana geldi. PKK, Elazığ-Bingöl karayolunda ilerleyen ve içinde acemi eğitim sonrasi birliklerine götürülmekte olan askerlerin bulunduğu iki aracı durdurarak 33 askeri hunharca kurşuna dizip öldürdü.

İyi anımsarız:

“Bu vatan evlatlarının akıbetinin bir sorumlusu yok mu? O acemi erlerin korunması için gerekli önlemler alınmış mıydı? Alınmadıysa bunun hesabını kim verecek?” anlamında bir yazı yazdığımız için rahatsızlık yaratmışız.

Nitekim o tarihte—yanılmıyorsak—Genelkurmay’da, basınla ilişkilere bakan Kurmay Albay Doğu Silahçıoğlu bizi aradı. “Sorumlular hakkında bir işlem yapılıp yapılmadığını soruyorsunuz. Ben size haklarında soruşturma başlatılanların isimlerini veriyorum” dedi ve yanlış anımsamıyorsak bir albay, iki yarbay, birkaç da binbaşı ve yüzbaşının isimlerini yazdırarak “Gördüğünüz gibi olaya el konuldu ve işlemler başlatıldı” dedi.

Teşekkür ettik. Ama açılan soruşturmanın nereye vardığını uzaktan izledik.

Birkaç yıl “bu konuya hangi mahkeme bakacak?” sorusuna yanıt arandı. Kısaca dosya bir mahkemeden ötekine havale edildi.

Tam ucunu yakalayacağımız sırada yine izini kaybettik.

Ve... Sonucun ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedik.

Hatta yanılmıyorsak noktayı “zamanaşımı” koydu.

Şimdi dönüp dolaşıp yıllar sonra aynı noktaya geliyor, aynı basit soruyu sormadan edemiyoruz:

Pülümür’deki karakol baskınında ihmali olan var mı? Varsa hesabı sorulacak mı? Sorulan hesabın sonucu kamuoyuna açıklanacak mı?

Hürriyet, 8 Haziran 2007

Oktay EKŞİ

09.06.2007


 

Güneydoğu’ya OHAL geri dönüyor...

PKK vurdukça vuruyor. Her şehit veya yaralı haberi de kamuoyunu ayağa kaldırıyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Yüreklerden çıkan çığlıklar, bütün yurtta yankılanıyor: PKK’yı durdurmak için, Kuzey Irak’a girelim...”

Kimse, bu işin ince hesabını yapmıyor. Kuzey Irak’ta bu operasyonun, ne kadar büyük olursa olsun, PKK’nın Türkiye içindeki cinayetlerini bitirmeyeceğinin farkında değiller. Türkiye’nin Kuzey Irak bataklığına saplanması durumunda bir daha belini doğrultamayacağını da bilmiyorlar. Tek istedikleri, PKK’nın cezalandırılması. Tabii bu da, hükümetin ve askerin omuzlarına büyük bir yük getiriyor.(...)

OHAL geri geliyor...

Dikkat edecek olursanız, seçimlere doğru PKK saldırıları giderek artıyor. Buna karşılık, güvenlik güçleri yeni önlemler alıyor. Karşılıklı tırmanma sürüyor.

Genelkurmay Başkanlığı, Şırnak, Siirt ve Hakkari illerinin üzerindeki hava sahalarını belli koordinatlarda 3 ay boyunca sivil hava trafiğine kapattı. Resmi gerekçesi, bölgedeki harekatlar sırasında kullanılan top ve füzelerin sivil hava unsurlarına zarar vermemesi.

Ancak, görünen köy kılavuz istemez. PKK’nın saldırıları bu tempoda devam ederse, TSK’nın 10 yıl önceki “Olağanüstü Hal” uygulamasına geri dönmesi kaçınılmazlaşır. İşte ilk işaretleri geliyor. Bir süre sonra da bölgeye giriş çıkışlar artacak ve çatışmaların yoğunlaşması durumunda TSK, OHAL vasıtasıyla bölgedeki kontrolünü yeniden kurma opsiyonunu tekrar kullanacaktır. (...)

PKK’nın amacı ne?

Seçim sürecinde mümkün olduğunca ses getirecek eylem yapmayı planlıyor. Yeni bir taktik uyguluyor. Küçük gruplarla, vur kaç yapıyor. Uzaktan kumandalı mayınlarla can alıyor. Böylece hem “ben varım” mesajını verecek. Hem de, bölgedeki taraftarlarını kendine daha bir sıkı bağlayacak. Adaylarının oy oranını arttıracak. Ayrıca Barzani’ye, TSK Kerkük’e müdahale ederse ben de bu bölgeyi kana bularım mesajı yolluyor. Barzani’nin desteğini güvenceye alıyor. Aynı zamanda Türkiye’yi Kuzey Irak’a sokmaya çalışıyor. Irak bataklığına dalmış bir Türkiye’yi ABD ile çatıştırarak, daha fazla kanatacağını hesaplıyor.

TSK, ne önlem alıyor?

Türk Silahlı Kuvvetleri, Kuzey Irak’ın nasıl bir tuzak olduğunu, tek taraflı bir kararla, büyük bir operasyon yapıp Kuzey Irak’ı istila etmenin ne kadar riskli olduğunu çok iyi biliyor. Ancak ABD’den destek bulamadıkça, kamuoyu baskısı karşısında zorlanıyor. Büyük, uzun vadeli ve tek taraflı bir askeri müdahalenin PKK’yı yok etmeyeceğini hesaplıyor. Sınır boyunca bir tampon bölge kurup, giriş çıkışları kısıtlamayı planlıyor. Asıl hedefi ise, bölgedeki alan hakimiyetini yeniden kurmak. 10 yıl önceki stratejiye geri dönülüyor. Kuvvet yığılıyor ve havadan başlayarak, gerektiğinde OHAL’e kadar gidecek bir dizi önlem hazırlanıyor.

Hükümet ne düşünüyor?

Hükümet hâlâ, ABD ile anlaşıp ortak bir çözüm peşinde. Tampon bölge kurulması için Washington’u ikna etmeye çalışıyor. Bu arada da Kuzey Irak’a yönelik bir harekattan kaçınıyor.

Hiç değilse, seçimlere kadar büyük bir askeri harekât istemiyor. Ancak PKK’nın suikastları AKP’yi de sıkıştırıyor. Askere istediği iç yetkileri vererek, 22 Temmuz tarihine kadar durumun kontrolden çıkmamasını planlıyor.

Posta, 8 Haziran 2007

M. Ali BİRAND

09.06.2007


 

İdare-i maslahat listeleri

Hemen hemen her gazete, partilerin, özellikle de Adalet ve Kalkınma Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin milletvekili aday listelerini ‘Merkeze yönelme arayışı’ cümlesiyle yorumladı.

Gazetelere inanacak olursak, seçimde iddialı üç partinin üçü de, seçmen gözündeki algılanma biçimlerini törpüleme ihtiyacı duydular. Bu ihtiyacı gidermek için de, ‘merkez’den adaylar seçerek listelerine yerleştirdiler.

İlk bakışta doğru gibi gözüken bu liste okuma biçimi bana göre gerçeğin tam ifadesi değil. Bana göre, listelerde yapılan vitrin düzenlemeleri, partilerin değişimcilikten ürkmelerinin ve ‘idare-i maslahatçılığa’ hazırlanmalarının belirtisi.

AKP ile başlayalım... Bu partinin listelerinde büyük bir deprem olması kaçınılmazdı. Çünkü parti 2002 seçimine daha kuruluşunu tamamlayamadan alelacele girmiş, açıkçası örgüt tarafından veya genel merkez tarafından yeterince tanınmayan isimler milletvekili adayı olmuşlardı.

Seçimde alınan beklenmedik başarı, listeler yazılırken sırf yer doldurmak amacıyla umutsuzca yazılmış pek çok ismin de milletvekili olarak Meclis’e girmesini sağlamıştı. Tabii kimsenin bu durumdan şikâyeti yoktu ama bugünkü değişim de kaçınılmazdı.

AKP’nin bu seçim için verdiği 550 kişilik listesinde taş çatlasa sayıları 15’i geçmeyecek isim üzerinden ‘merkeze gelme’ analizleri yapılıyor. Oysa listeyi ‘merkeze gelme’ diye değil de, savunmaya çekilme diye okumak lazım bence.

Mevcut haliyle zaten Türk siyasi tarihinde görülmemiş ölçüde disiplinli olan AKP grubunun daha da disiplinli olması, aykırı hiçbir sesin çıkmaması, Tayyip Erdoğan ne derse onun yapılması hedeflenmiş. Ve Erdoğan da belli ki partisine yönelik kimi eleştirilerden etkilenmiş, bu eleştirileri gidermek veya asgariye indirebilmek için kendince önlemler almış, yani savunmaya geçmiş durumda.

AKP, çoğu çevrede kelimenin olumlu veya olumsuz anlamıyla ‘değişimin partisi’ olarak tanımlandı. Oysa değişim için yeni yüzlere, taze isimlere ihtiyaç var. Bu liste, AKP’nin önümüzdeki dönem değişimci kimliğinden çıkıp günü kurtarmacı bir zihniyete geçebileceğini gösteriyor bana.

Ya CHP? Bence bu partide durum daha da karışık. Sonuçta önümüzde günahıyla sevabıyla son 4.5 yıldır performansını bildiğimiz bir parti var. Her konuda 4.5 yıl boyunca pek çok söz söyledi CHP.

Mesela Avrupa Birliği’ne açıkça karşı çıkmadıysa bile bir hayli eleştirel oldu, AB reformlarının bazılarını engellemek istedi. Son örnek, 301. madde değişikliği. Deniz Baykal bu maddeyi açıkça savundu. Yine CHP, geride kalan 4.5 yılda zaman zaman açıkça Amerikan karşıtlığı sergiledi. Ekonomi politikalarında özelleştirmelere karşı çıkıldı, kriz sonrası gerçekleştirilmiş kimi yapısal reformlardan vazgeçilmesi gerektiği söylendi.

Ama bugün CHP, bir yandan listelerine aldığı merkez sağın pragmatist teknokratlarıyla, bir yandan da genel başkanının ağzından ulusalcı söylemden uzaklaştırıyor kendini. Birden bire küreselleşme gerçeğinden, AB’nin faziletlerinden, yabancı sermayenin gerekliliğinden konuşulmaya başlandı.

CHP bir yandan yaptığı vitrin düzenlemesiyle ve bir yandan da söylemiyle geçen 4.5 yılının hırçınlığının izlerini silmeye çalışıyor. Ama unutmayın, gerçekte ‘vitrin’ diye konuştuğumuz isimler birkaç kişi. Geri kalanı eski CHP.

Ve son olarak MHP... Bu partinin ‘merkez’e geliş çabası ise AKP’nin çabası birbirine benziyor: Yerleşik imajdan tam olarak vazgeçmeden o imajı yumuşatmak.

(...)Henüz tam olarak seçim meydanına çıkmayan ve neyi beklediği de hiç anlaşılmayan bu parti, mümkün olduğu kadar sütre gerisinde kalarak ‘sessiz güç’ izlenimi veriyor.

Ama herhalde birileri MHP’ye geçmiş iktidar dönemini, Koray Aydın’ı, Başbakan Erdoğan tarafından ‘kafatasçılık’ diye nitelenen milliyetçilik anlayışını hatırlatacak. MHP bu hatırlatmaları kavgasız gürültüsüz cevaplayabilecek mi, bunu göreceğiz.

Ama bence MHP listesinde de durum aynı: Değişiyor izlenimi verip değişmemek.

Radikal, 8 Haziran 2007

İsmet BERKAN

09.06.2007


 

Demokratlık oylanacak

Seçim zamanı meydanlar lafa boğulur. Vaatlerin toz dumanında gerçeği görmek zorlaşır. Ayrıca, siyasette sağlıklı değerlendirme için söylenene değil, özellikle iktidarda iken yapılana bakmaktır doğru olan.

Ama söz de önemsiz değildir.

Milletvekili aday listelerinin kesinleştiği şu günlerde kulaklara ziyadesiyle çalınan bir sözcük var:

Merkez!

Sağı merkeze çekmekten, solu merkeze çekmekten söz ediliyor; merkezde konumlanarak daha çok oy umut ediliyor.

Bunun için CHP, siyasal yelpazenin sağından, muhafazakar kanadından İlhan Kesici, Lütfullah Kayalar gibi bazı tanınmış isimleri aday gösterdi.

Buna karşılık AKP, sosyal demokrat kanattan Ertuğrul Günay’ı, Prof. Zafer Üskül’ü, Haluk Özdalga’yı ön plana çıkardı.

Umduklarını bulacaklar mı?

22 Temmuz’u beklemek lâzım.

Bu yazımın konusu farklı.

Sağ ve sol tarifleri üzerinde durmak istiyorum. Bugün siyasal mücadeleye damgasını vuran sağ ve sol mu? Yoksa başka şeyler mi?

Örneğin Türkiye’de demokrasi...

Laik-antilaik kavgası mı..

Devletin ekonomideki rolüne bakış, sağın ve solun tanımında ne kadar pay sahibi olabilir? Yoksa siyasete bugün asıl damgasını vuran sağ ve soldan daha çok bir ülkenin dünyaya açık ya da kapalı olması konusundaki bakış mı?

Dünyaya sırtını dönen, ekonomide korumacılığa sarılan, dışa kapanırken yabancı düşmanlığına açılan siyasal akımla, bunun tam tersi olan akım mı bugün siyasetteki ana saflaşmayı belirliyor?(...)

Laf uzadıkça uzayabilir.

Sözü, bize getirip yazıyı bağlamakta yarar var. Seçim sürecinde yol alan Türkiye’de siyasete asıl damgasını vuran, vurması gereken nedir?

Sağ-sol mu? Merkez mi? Laik-antilaik kavgası mı? İşsizlik mi? Açık-kapalı ekonomi mi? Şiddet ve terör mü?

Siyasetin güncel mücadelesinde bunların hiç kuşkusuz payı var. Ama bence bunların hepsi tek bir paydada toplanabilir:

Demokrasi!

22 Temmuz seçimlerine giden bir Türkiye’de ne sağ-sol, ne de laik-antilaik kavgasıdır belirleyici olan. Gerçek saflaşma ya da ayrışmanın demokrasi konusunda olduğunu düşünüyorum.

Temel sorun demokrasi!

Demokrasi bu ülkede rayına oturamazsa, Türkiye’nin önü açılmaz çünkü...

Sağ-sol mu, laik-antilaik mi derken, demokrasinin altını bir kez daha kalınca çizmek iyi olur diye düşünüyorum.

Milliyet, 8 Haziran 2007

Hasan CEMAL

09.06.2007


 

Asker, Kuzey Irak’ta kimi vuracak?

(...)Türk ordusunun Irak’a yapacağı müdahalenin, en azından niyet düzeyinde, sadece PKK kamplarıyla sınırlı olmadığı, Barzani’yi ve “Irak’taki Kürt düzeni”ni hedeflediği açık…

Nitekim bu, son konuşmasında Genelkurmay Başkanı tarafından da dile getirildi.

Irak’a yapılacak kapsamlı bir askeri bir müdahalenin hedefleri ve sonuçlarıyla, Türkiye’yi orta vadeli bir çatışmanın ve otoriter bir düzenin içine sürükleyecek güçte olduğunu unutmamak gerekir.

Peki devlet ve asker böyle bir noktaya neden sürükleniyor ya da ilerliyor?

Şu açık: Devlet açısından Türkiye’nin Kürt sorunu her geçen gün biçim değiştiriyor. ABD’nin Irak’taki varlığı ve politikası bu açıdan dengelerin önemli ölçüde değişmesine yol açtı. Ana faktör Kuzey Irak’ta oluşan, adım adım devletleşmeye doğru ilerleyen özerk Kürt siyasi varlığı.

Asıl önemlisi, bu çerçevede, Türkiye, Suriye’deki Kürtlerin hemen tümü için sosyal, kültürel ve siyasi nitelikli uluslararası bir Kürt alanının oluşmasıdır, bir çekim merkezi meydana gelmesidir.

Açıkçası ortaya “kimlik ötesi bir siyasi aidiyet çerçevesi” çıkmaktadır.

Bu durumda Türkiye’deki Kürt hareketi, meselesi ya da ayaklanmasının (hangi terimi tercih ederseniz edin) dün olduğu gibi sadece PKK’dan, Öcalan’dan ibaret olduğunu söylemek imkansızdır.

Siyasi ilişkiler açısından bakılacak olursa, Barzani, Talabani, Peşmergeler Öcalan’a karşı devletin kullanabileceği aktörler olmaktan çok, yeni Kürt alanının birbirini tamamlayan, dirsek teması içindeki aktörleri olarak karşımıza çıkıyor.

Ve bunların her biri Türkiye’nin iç siyasi aktörü haline geliyor ya da Türkiye’nin Kürt sorunu uluslararası nitelik kazanıyor.

Asker Kuzey Irak’a biraz da bu nedenle girmek istiyor.

Bu durumda askeri müdahalenin dev bir ayaklanma ya da savaş anlamını taşıdığı, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerini kökten etkileyeceği açıktır.

Velhasıl iş ciddidir, Türk siyasetini altüst edebilecek

Yeni Şafak, 8 Haziran 2007

Ali BAYRAMOĞLU

09.06.2007


 

Geçici güvenlik bölgesi ilânından hükümetin haberi yok muydu?

Başbakan Erdoğan, çarşamba gecesi Haber 24 kanalında canlı yayındayken ekrana “son dakika haberi” düştü. Genelkurmay, Hakkari, Siirt ve Şırnak’ta bazı koordinatları, “geçici güvenlik bölgesi” ilan etmişti.

Tam da K.Irak’a girdiğimiz iddialarının yoğunlaştığı gün olduğu için, bir anda irkildik: Acaba neler oluyordu? Konu canlı yayında, anında Başbakana soruldu. “Bilgimiz dahilinde” anlamına gelen, ama yüzünde yakaladığım ifadeden “geçici güvenlik bölgesi”nin anlamını tahmin etmekle beraber, “tam teknik tanımını” hepimiz gibi bilmeyebileceğini sandığım Başbakanın, soruyu düşünerek yanıtlarken “hızlı bir beyin jimnastiğiyle çabuk toparladığını” gözlemledim. K.Irak’a asker gönderme yetkisi bile kendisinden “Genelkurmay Başkanının basın toplantısı”yla talep edilen Erdoğan, soruyu yanıtlamaya çalışırken, “yeni bir gol yiyip yemediğini” de anlamaya çalışıyordu. Adım gibi eminim, canlı yayından sonra birkaç adam arayıp, “kozmik bilgi” aldı. Ve rahatladı.

Rahatladı ama şimdi dikkat! Gözlerden kaçan bir şey var! Güneydoğu’daki terörist takibi yüzünden alınması gayet doğal olan “geçici güvenlik bölgesi kararı”ndan, Başbakanın ve Hükümetin haberinin olması gerekmiyordu! Güneydoğu’da “teknik” açıdan üç durum ilan edilebilirdi.

1- Askerî yasak bölgeler,

2-Özel güvenlik bölgeleri,

3- Askeri güvenlik bölgeleri.

Sonuncusu tercih edildi. Ve ne ilginçtir sadece bu sonuncusu için Bakanlar Kurulu kararı gerekmiyor, diğerlerine gerekiyor! “Geçici güvenlik bölgeleri” ilgili kanunlarda şöyle tanımlanıyor: “b. Belirli Süreler İçin (Geçici) Kurulan Asker” Güvenlik Bölgeleri: Mal ve can güvenliği bakımından girilmesinde sakınca görülen atış alanları ile tatbikât bölgeleri içinde atış ve tatbikâtın devam ettiği sürece Kara, Deniz ve Hava Asker” Güvenlik Bölgesi olarak sınırları ve kapsamı ilgili makamlarca uygun araçlarla ilân edilen alanlardır.”

Şimdi daha da dikkat! Az önce de belirttiğim gibi, “askeri yasak bölgeler” ve “özel güvenlik bölgeleri”, Genelkurmay Başkanlığı’nın göstereceği lüzum üzerine Bakanlar Kurulu Kararı ile kurulabiliyor veya kaldırılabiliyor. “Daimi” veya “Geçici” diye ikiye ayrılan “Askeri güvenlik bölgeleri” ise yetkili Komutanlığın teklifi ile Genelkurmay Başkanlığı’nca uygun görülmesi halinde kurulabiliyor veya kaldırılabiliyor. İşte, Genelkurmay, Bakanlar Kurulu kararına gerek olmayan bu üçüncüsünü tercih etti. Aldığı kararı da internet sitesinden duyurdu. Başbakan da canlı yayında öğrendi.

Şimdi, Güneydoğu üzerinden yapılan “örtülü çekişme” yi özetleyelim:

1- Genelkurmay Başkanı 12 Nisan’da basın toplantısıyla Hükümetten sınırötesi operasyon yetkisi istedi.

2- Başbakan Erdoğan ve Yardımcısı, çıktıkları canlı yayınlarda sorulması üzerine, “Askerden resmi talep yok” dediler

3- Genelkurmay Başkanı da “Resmi talebe gerek yok, 12 Nisan’da söylediklerim yeterli” dedi.

4- Genelkurmay sınır ötesi operasyon istediği bölgede Bakanlar Kurulu kararına gerek olmayan tek “askeri bölge çeşidi”ni ilân etti. Bunun anlamı, “Ben sınırdaki operasyonu işi bildiğim gibi götüreceğim”dir! Ertuğrul Özkök, bu haftaya “Başbakanla Genelkurmay Başkanı arasında Dolmabahçe’deki görüşmede neler oldu” yazısıyla başlamıştı. Başbakan da, “Genelkurmay Başkanı ile benim ve Allah’ın arasında kalacak” dedi. Alın size “geçici” bir ipucu! Bilmem anlatabildim mi?

Bugün, 8 Haziran 2007

Hakan AYGÜN

09.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004