Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Gökte de ilâh Odur, yerde de ilâh Odur. Onun hikmeti her şeyi kuşatır, O her şeyi hakkıyla bilir.

Zuhruf Sûresi: 84

02.07.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Allah bir kulunun ruhunu bir yerde almak istediğinde onun için orada bir ihtiyaç meydana getirir.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 236

02.07.2007


Kur’ân kâinatı okuyor

Bil ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ifadesinde çok şefkat ve merhamet var. Çünkü, muhatapların ekserîsi, cumhur-u avamdır. Onların zihinleri basittir. Nazarları dahi dakik şeyleri görmediğinden, onların besâtet-i efkârını okşamak için, tekrarla, semâvat ve arzın yüzlerine yazılan âyetleri tekrar ediyor, o büyük harfleri kolaylıkla okutturuyor. Meselâ, semâvat ve arzın hilkati ve semâdan yağmurun yağdırılması ve arzın dirilmesi gibi bilbedâhe okunan ve görünen âyetleri ders veriyor. O huruf-u kebîre içinde küçük harflerle yazılan ince âyâta nazarı nadiren çevirir, tâ zahmet çekmesinler.

Hem üslûb-u Kur’ânîde öyle bir cezâlet ve selâset ve fıtrîlik var ki, güya Kur’ân bir hafızdır, kudret kalemiyle kâinat sayfalarında yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur’ân, kâinat kitabının kıraatidir ve nizâmâtının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelîsinin şuûnâtını okuyor ve fiillerini yazıyor. Bu cezâlet-i beyaniyeyi görmek istersen, hüşyar ve müdakkik bir kalble, Sûre-i Amme ve “De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allahım...” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.) âyetleri gibi fermanları dinle.

Mesnevî-i Nuriye, Zühre, 11. Nota, s. 142

***

Eğer ölümü öldürüp, zevâli dünyadan izâle etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle; dinleyelim. Yoksa sus! Kâinat mescid-i kebîrinde, Kur’ân, kâinatı okuyor. Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zebân edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Haktan gelip, Hak diyen ve hakikati gösteren ve nurânî hikmeti neşreden odur.

Sözler, 7. Söz, s. 36

Lügatçe:

cumhur-u avam: Halkın çoğunluğu.

dakik: İnce ve derin.

besâtet-i efkâr: Fikirlerin basitliği, sadeliği.

hilkat: Yaratılış.

bilbedâhe: Ap açık bir şekilde.

huruf-u kebîre: Büyük harfler.

âyât: Âyetler.

cezâlet: Tutuk olmayan, âhenkli, akıcı ve güzel ifade.

selâset: İfadedeki akıcılık, açıklık, kolaylık.

kıraat: Okuma.

nizâmât: Nizamlar, düzenler.

tilâvet: Okumak, takip etmek.

Nakkaş-ı Ezelî: Zaman ve mekânla kayıtlı olmayan ve her şeyi nakış nakış işleyen Cenâb-ı Hak.

şuûnât: Şuunlar, keyfiyetler, haller.

cezâlet-i beyaniye: Kelimelerin ve cümlelerin ahenk içerisinde ve akıcı olması.

hüşyar: Uyanık, akıllı, zekî.

müdakkik: Dikkatle araştıran.

zevâl: Son bulma.

mescid-i kebîr: Büyük mescid.

vird-i zebân: Devamlı okunan zikir.

02.07.2007


ESMA-İ HÜSNA

Meşkûr

Allah (c.c.), Meşkûr’dur. Yani Kendisine çok şükredilen, her türlü şükre lâyık olan, bütün kâinatta kimden kime olursa olsun her şükür kendisine gidendir. Bütün hayat sahibi varlıkların sonsuz teşekkürleri ve tahiyyatları Cenâb-ı Hakka âittir, Ona gider.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği1 Meşkûr ismi Kur’ân’da fiil halinde gelmiştir.

Cenâb-ı Hak, şükür üzerinde önemle durmaktadır: “Orada hurmalıklar ve üzüm bağları var ederiz. Aralarında pınarlar fışkırtırız. Onun ve elleriyle yaptıklarının ürünlerini yesinler diye. Hâlâ şükretmezler mi!”2 buyuran Cenâb-ı Hak, bir diğer âyette de, “Şükreder ve îmân ederseniz Allah size niçin azap etsin?”3 diye sorar. Bir diğer âyet ise, “Rabbiniz, ‘Şükrederseniz, muhakkak arttıracağım. Nankörlük ederseniz, muhakkak azabım çetindir’ diye bildirdi”4 buyurulmaktadır.

Kâinatın şükrü netice verecek bir tarzda tanzim edildiğini beyan eden Bedîüzzaman, yaratılış ağacının en mühim meyvesinin şükür olduğunu, kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsının şükür olduğunu, her bir şeyin çok yönlerle şükre baktığını kaydeder.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, hayat sahibi varlıklar içinde en ziyâde rızka muhtaç insandır. Cenâb-ı Hak insanı bütün isimlerinin nakışlarını üzerinde toplayan bir ayna, bütün rahmet hazinelerini tartacak ve tanıyacak donanıma sahip bir kudret mu’cizesi, bütün isimlerin cilvelerinin inceliklerini ölçecek âletlere sahip bir yeryüzü sultanı olarak yaratmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın insana hadsiz bir “ihtiyaç hissi” verip onu maddî-mânevî rızkın hadsiz çeşitlerine muhtaç etmesi bundandır. İnsanı bu mâhiyeti ile en yüksek bir mevki olan yaratılanların en güzeli sıfatına lâyık yapan şey de, hiç şüphesiz şükürdür. Nitekim, Hâlık-ı Rahmânın kullarından istediği en mühim iş şükürdür.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, bütün şükredenlerin, netice veren şükürleri, Meşkûr olan Mâbud-u Ezelînin varlığına, kemâlâtına ve birliğine sayısız dillerle işâret etmektedir. Şükür olmazsa insan mertebece en aşağıya düşer ve şükürsüzlüğü ile büyük bir zulmü işlemiş olur.

Kâinatın neticesinin hayat olduğu gibi, hayatın neticesinin de şükür ve ibâdet olduğunu belirten Bedîüzzaman, şükür ve ibâdetin kâinatın yaratılış sebebi ve biricik gayesi bulunduğunu kaydeder. İbâdet Cenâb-ı Hakka mahsustur. Şükür O'na lâyıktır ve hamd O'na hastır. Cenâb-ı Hak, şükür ve ibâdetin doğrudan doğruya Kendi Zâtına tahsis edilmesi için hayatı bütün nitelikleriyle perdesiz olarak bizzat tasarruf eline almıştır. Zât-ı Rezzâk-ı Şâfî hayatla beraber minnettarlık ve teşekkür hislerini dâvet eden ve muhabbet ve senâ duygularını tahrik eden nimetlerden rızkı, şifâyı ve yağmuru da perdesiz, doğrudan doğruya ve bizzat Kendi tasarruf elinde bulundurmaktadır.

Bedîüzzaman’a göre, şükür ibâdetin özüdür ve nimet verene edilir. İbâdete ve şükre müstahak tek varlık ise, Cenâb-ı Allah’tır. Nimetleri veren Cenâb-ı Allah’a şükretmek, kul olarak sınırsız nimetlere erişmiş olmanın zorunlu bir sonucudur.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 255; 2- Yasin Sûresi: 34-35; 3- Nisa Sûresi: 147; 4- İbrahim Sûresi: 7.

02.07.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Amr b. As (ra) anlatıyor:

“Hendek savaşından yenilgiyle Mekke’ye döndüğümüzde, Kureyş’ten benim gibi düşünen ve beni dinleyen bazı kimseleri bir araya getirdim. Onlara dedim ki:

“Muhammed gittikçe güçlenmektedir. Benim artık galip geleceğimize ümidim kalmadı. Bana sorarsanız, beraberce gidelim, Habeş Kralı Necaşi’ye sığınalım, onun yanında olalım. Eğer Muhammed bizim kavmimize galip gelirse, biz Necaşi’nin yanında kalırız. Onun elinin altında olmamız, Muhammed’in elinin altında olmaktan daha iyidir. Eğer bizimkiler galip gelirse, zaten bizi biliyorlar. Onlardan bize kötülük gelmez.”

Arkadaşlarım bunun tek yol olduğunu söylediler. Bunun üzerine ben:

“O halde, Necaşi’ye vereceğimiz hediyeleri hazırlayınız.” dedim.

Necaşi tabaklanmış derileri severdi. Biz de ona çokça deri topladık.

Sonra Mekke’den yola çıkıp, Necaşi’ye vardık.

Biz orada iken, Hz. Peygamberin elçisi Amr b. Ümeyye’nin (ra) Necaşi’nin yanından çıktığını gördük. Arkadaşlarıma dedim ki:

“İşte tam fırsat! Bu adam Muhammed’in elçisidir. Eğer Necaşi’nin yanına girip de onu bana teslim etmesini istesem, o da onu bana verse de onu öldürsem, Kureyşliler bunu bir mükâfat sayarlar.”

Bu düşünceyle Necaşi’nin huzuruna girdim. Daha önce yaptığım gibi ona secde ettim.

O da:

“Dostum Amr’a merhaba!” dedi. “Bana memleketinden bir hediye getirdin mi?”

“Evet, ey kral! Sana birçok deri getirdim.” dedim.

Sonra derileri Necaşi’ye takdim ettim, hoşuna gitti. Ardından dedim ki:

“Ey kral! Yüksek huzurunuzdan çıkan bir kişi gördüm. O, bize düşman bir kişinin elçisidir. Onu bana ver ki, öldüreyim. Çünkü o bizim ileri gelenlerimizden birçok genci öldürdü.”

Necaşi öyle öfkelendi, öyle öfkelendi ki, eliyle yüzüme, gözüme, burnuma vurmaya başladı. Burnum kırıldı zannettim. Eğer yer yarılsaydı korkudan girecektim.

Korkudan can havliyle dedim ki:

“Ey kral! Eğer hoşuna gitmeyeceğini bilseydim, bunu senden istemezdim.”

Necaşi:

“Kendisine, Musa’ya gelen Cebrail’in geldiği bir kişinin elçisini sana vermemi benden nasıl istersin?” diye bağırdı.

“Ey kral! Gerçekten böyle midir?” dedim.

“Behey azaba uğrayasıca budala! Beni dinle de ona tabi ol! Çünkü o, Allah’a yemin ediyorum, Hak üzeredir ve kendisine karşı gelenlere, tıpkı Hz. Musa’nın Firavun ordusuna galip geldiği gibi galip gelecektir.” dedi.

“O halde, onun adına İslâm üzerine benim biatımı kabul eder misin?” dedim.

Necaşi:

“Evet!” dedi ve elini uzattı.

İslâm üzerine Necaşi’ye biat ettim. Orada Müslüman oldum.”

Süleyman KÖSMENE

02.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004