Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Yardımlaşma ve şefkat

“İnsan hikmet ile yapılmış bir masnudur.”(1) Birçok maddî azalarla donatıldığı gibi sayısız manevî his ve duygularla da teçhiz edilmiştir. “İnsanın en lâtif ve şirin bir seciyesi olan şefkat” de bunlardan bir tanesidir. İnsandaki şefkat Allah’ın Rahîm isminin tecellîsidir. Râhim ve Hakîm olan Allah rahmetiyle, kuvvetiyle, emriyle kâinattaki bütün varlıkları şefkatkârâne şuurlu bir şekilde birbirlerinin yardımına koşturur.

Teâvün-i umumî dediğimiz kâinatta görünen umûmî yardımlaşma kanununu Bediüzzaman şu cümlelerle ifade eder:

“Bu mütemadiyen çalkanan inkılâplar ve tahavvülâtlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeye çalışan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde teavün hakikati görünüyor. Meselâ, unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları, nebatatın mededine ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hâcetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrât-ı taâmiye dahi hüceyrât-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi, teshîr-i Rabbânî ile ve istihdam-ı Rahmânî ile, hakikat-i teâvünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabbü’l-âlemînin umumî ve rahîmâne rububiyetini gösteriyorlar. Evet; camid ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârâne, şuurdarâne vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i Zülcelâlin kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyor.”(2)

Kâinattaki bu mükemmel düzen ve intizam, bu şefkatkârâne yardımlaşmanın bir neticesidir. Eğer bu görünen düzen ve intizam, tevhid nazarıyla ve iman dürbünüyle değil de, felsefe nazarıyla bakanların dediği gibi bir hayat mücadelesi olsaydı zaten bir düzenden söz ediyor olamazdık. Çünkü mücadele bir savaştır ve savaşta karşı tarafa yardım diye birşey söz konusu olamaz. Herkes kendi hayatını devam ettirebilmek ve hâkim güç olmak için başkasını yok etmek zorundadır. Halbuki kâinatta ki her şey—beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla—bir fabrikanın çarkları gibi birbirine güç veriyorlar, el ele ve omuz omuza çalışarak birbirlerine yardım ediyorlar.

Bu yardımlaşma “bir Rabb-i Kerîmin emriyle bir vazife-i muâvenet ve teavün ve uhuvvet” olup, “kavînin musahhariyeti”dir.(3) Evet Cenâb-ı Hak güçlüyü zayıfın, zengini fakirin, büyüğü küçüğün, sıhhatli olanı hastanın, göreni görmeyenin emrine verip yardımına koşturmuştur. İşte bu umumi yardımlaşma kanunu gereği insanların da hem birbirlerinin, hem de diğer yaratılmış mahlukların yardımlarına koşmaları gerekmektedir. Risâle-i Nur, medeniyetin koyduğu “düstur-ı cidal”in (mücadele kanunu) karşısına “düstur-ı teavün”ü (yardımlaşma kanunu) koyup kâinatta yaratılmışlar arasındaki yardımlaşmanın insanlar arasında da olması gerektiğini savunur.

Yardımlaşma ve şefkatin hayatın rahatında ne kadar gerekli ve zorunlu olduğu çok aşikâr olduğu halde “Yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını sû-i istimallerinden neş’et eden”(4) hallerini ‘Her zîhayat kendi nefsine maliktir ve kendi zatı için çalışır, lezzeti için say’eder; bir hakk-ı hayatı vardır. Hayatının gayesi kendisine aittir. Ve netice-i himmeti, hıfz-ı beka ve temin-i hayata münhasırdır. Ve kuvvetine güvenmelidir. Zira, medâr-ı hayat olan, düstur-ı cidaldir. Belki hayat cidaldir’(5) diye hüküm veren ve bu düsturları, hayatlarına yansıtan insanlar, dünyanın düzenini bozmaya devam etmektedirler. Kendi menfaati için, kuvvetine güvenerek başkasının hakkına tecavüz eden, daima zayıfı ezen, her fırsatta kendisinden daha küçüğü ve güçsüzü yutmaya çalışan varlıklar, acaba ne derece “insan” sıfatına lâyıktır! İnsan nüfusunun % 80’ini oluşturan ve şefkate en çok muhtaç olan çocuklar, ihtiyarlar, hastalar, mazlûmlar, musibetzedeler ve fakirler, şefkatini ve merhametini, dolayısıyla yardımlaşma duygusunu kaybeden insanlığın karşısında; “öyle bir vaveylâ-i ruhî ve bir dağdağa-i kalbî çekerler ki dünya onlara me’yusane bir zindan ve hayat işkenceli bir azap olur.”

Bunun tam tersi olarak bazen de insan şefkatte o kadar ileri gider ki, her şeye ve herkese yardım etme arzusu duyar. Kazalarda, musibet ve belâlarda, afetlerde, insanların, özellikle de masumların ve çocukların başlarına gelenleri, kendi vicdanına ve sönük aklına sığıştıramaz ve bunu—haşa—Allah’ın zulmü ve adaletsizliği olarak görür. Bunlara ulaşıp yaralarını sarmaya gücü yetmediği için, ruhu azap içinde kalır. “Kalbin dalâletiyle beraber ruhtan fışkıran şefkat, gayr-i mütenahi elemleri tazammun ediyor.”(6) Eğer insan şefkatinde ifrata gidip, haddini aşarsa kendi kalbine, vicdanına ve ruhuna çektirdiği azabın yanında bir de dalâlete sapma ve isyana girme tehlikesiyle de karşı karşıya kalır.

Böyle bir tehlikeden kurtulmak için her şeyden önce Allah’ın adalet ve şefkatinden asla şüphemiz olmamalıdır. O’nun şefkati tamdır ve adaleti kusursuzdur. Belâ veya musibete uğrayanların elemlerini, bir nevi lezzet veya mükâfata çevirecektir. Birçok musibet çeşidinde musibetzedeye, kâfir bile olsa, hakkında bir nevî merhamet ve mükâfat müjdesi verildiği gibi, masumlar için de şehadet mertebesi vadedilmiştir. Zaten çocuk yaşta ölenler için azap diye birşey olmadığı gibi, meşakkatli ve geçici altmış seneye karşılık ebedî bir cennet hayatı verilecektir. İmanlı insanların çektikleri bütün sıkıntılar günahlarına keffaret olduğu gibi, mallarına gelen zarar da sadaka hükmüne geçecektir. Demek musibetlerde dahi Cenâb-ı Hakk’ın şefkat ve merhameti tam hissedilir.

Fakat birçok insanı büyük günahlara sevk eden ve ebedî hayatlarını mahveden kâfirlere ve masum insanları canavarcasına katleden zalimlere, Cehennem azabını zulüm olarak görmek ise masumlara ve mahlûkata yapılan zulüm ve haksızlıklara taraftar olmak gibi büyük bir merhametsizliktir. “Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez” düsturunca böyle haksız bir merhametten Allah’a sığınmak gerekir.

İslâm’ın öngördüğü şefkat bütün yaratıkları içine alacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Anne babalar, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, yetimler, kimsesizler, hastalar ve yoksullar başta olmak üzere bütün insanlara şefkat göstermenin yanı sıra, diğer bütün canlılara da şefkatli davranmak mü’minlerin görevidir.

Medeniyetin getirdiği; “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” ve “Sen çalış ben yiyeyim” düşüncesi bahsettiğimiz umumî teavün ve şefkat kanununa zıt olduğu için insanları zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe, kine, hasede, mübarezeye sevk etmiştir.

Sosyal hayatı tarif ederken Bediüzzaman, “Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler muvazeneleriyle rahatla yaşarlar” demektedir. “O muvazenenin esası ise havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir.”(7) Yani toplumdaki huzuru sağlayacak olan dengenin, zenginler ve fakirler arasında korunmasıdır. Kur’ân-ı Kerim bu dengeyi “vücub-ı zekât” (zekâtın verilmesi) ve “hurmet-i riba” (faizin yasaklanması) ile sağlar. Yani zekât vasıtasıyla zenginleri fakirlerin yardımına koşturur. Medeniyetin; “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” anlayışı yerine “Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir”(8) anlayışını getirir.

Bediüzzaman medeniyetin bugününü okurken; “Heyet-i içtimâiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur”(9) ifadelerini kullanır. Ve reçeteyi de şöyle verir: “Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslamiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruâtın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.”(10)

Allahu Teâlâ İslâm’ın beş şartı arasına aldığı zekâtı Kur’ân ayetleriyle sıklıkla emrederken; “Sen başkalarına ver ki ben de sana vereyim” diyerek insanları yardımın her çeşidine dâvet eder. “Allah’ın en sevdiği amel aç olan bir muhtaca yemek yedirmek veya onun bir borcunu ödemek ya da onun bir sıkıntısını gidermektir” hadisinde vurgulandığı gibi maddî yardımın yanında sıkıntıda olanın sıkıntısını gidermek aynı zamanda manevi bir yardım olarak kabul edilir.

“Bu dünyada, hususan bu zamanda, hususan musibete düşenlere ve bilhassa Nur şakirtlerindeki dehşetli sıkıntılara ve meyusiyetlere karşı en tesirli çare, birbirine teselli ve ferah vermek ve kuvve-i maneviyesini takviye etmek ve fedakâr hakiki kardeş gibi birbirinin gam ve hüzün ve sıkıntılarına merhem sürmek ve tam şefkatle kederli kalbini okşamaktır”(11) diyen Bediüzzaman sıkıntıda olan insanlara dert ortağı olmanın şefkate bağlı yardımın farklı bir tezahürü olduğunu söyler. Bizler de çoğu kez sıkıntılı zamanlarımızda bizi dinleyecek, sıkıntımızı paylaşacak birine ihtiyaç duyar ve ondan teselli ve ümit verici sözler duymakla da rahatladığımızı, sıkıntımızın hafiflediğini hissederiz.

“Birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine şefkat göstermekte, mü’minler bir vücut gibidir. Vücutta bir uzuv rahatsızlanıp şikâyet ederse, vücudun diğer uzuvları da uykusuzluk ve ateş içerisinde ona iştirak etmeye çalışır” derken Peygamberimiz (asm) toplumu bir vücuda benzetir. Böyle olunca bir mü’min, parçası olduğu cemiyette bazı uzuvların ıztırabı karşısında ilgisiz kalamaz. Çünkü onlara şefkat ve merhamet duygularıyla bağlıdır. Bu yüzden de yardım kuruluşları tarih boyunca hep var olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

Evet şimdiye kadar saydığımız maddî yardım ve dert paylaşımcılığı gerektiren bu şefkatlerin dışında öyle bir şefkat daha vardır ki, o da, asıl en önemli ve bütün insanların muhtaç olduğu bir şefkattir. Bu şefkat insanların ebedî hayatlarını mahvedecek olan imansızlık, küfür ve günahlardan kurtaracak bir şefkattir. Allah bu konudaki şefkatini de çok belirgin bir şekilde göstermiştir. Binlerce peygamber, milyonlarca evliya ve İlâhî kitaplarla, insanlığı, ebedî saadete davet ederken sonsuz bir azaptan da sakındırmak istemiştir. İnsanlığın da bu şefkatten payına düşen, “tebliğ” vazifesidir.

Unutulmamalıdır ki; başkalarına ve hatta kâinattaki bütün varlıklara şefkat ve teâvün düsturunu uygulayan bir insana, Rabbi de aynen öyle yaklaşacaktır. Çünkü O, kulunun zannı üzeredir.

KAYNAKLAR:

1. Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevi-i Nuriye; s:153, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

2. Nursî, Bediüzzaman Said, Şualar, s: 131, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

3. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

4. Nursî, Bediüzzaman Said, 30. Söz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

5. Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevi-i Nuriye, s: 131, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

6. Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

7. Nursî, Bediüzzaman Said, 25. Söz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

8. Hadis-i Şerif

9. Nursî, Bediüzzaman Said, İşarat-ül İ’caz, s: 49, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

10.Nursî, Bediüzzaman Said, İşarat-ül İ’caz, s: 49, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

11.Nursî, Bediüzzaman Said, 14. Şua, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul

13.07.2007


 

SORU - CEVAP

Soru:

Sözler (s. 357-8)’de geçen “...lâm’ı hem kendi mânâsını, hem fî mânâsını, hem ilâ mânâsını ifade eder” sözünü açıklar mısınız?

Cenâb-ı Hak Yasin Sûresi’nin 38. âyetinde şöyle buyurmuştur: “Güneş de kendi müstakarrında cereyan eder. Bu Aziz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir.” Allah bununla ilmini ve kudretini göstermekle izzetini ve azametini ilân etmektedir.

Arapça, çok zengin ve grameri çok anlamları ifade eden çok geniş muhtevalı bir dildir. Bazen bir harfin ve harekenin çok farklı anlamları vardır. Bediüzzaman Hazretleri “Mu’ciz’ât-ı Kur’âniye Risâlesinde” Kur’ân’ın lâfzındaki camiiyyeti anlatırken “Güneş istikrarı için akıp gider” âyetinde geçen “Li-müstekarrin” kelimesindeki “lam” harfinin üç anlama gelebileceği, her birinin de farklı anlamlar içerebileceğine dikkat çeker.

Bunlar:

1. Lam’ın kendi anlamı olan “için, sebebiyle” anlamında,

2. “Fi” mânâsında “de, da, içinde, yörüngesi içinde” mânâsında,

3. “İla” mânâsındaki “e, a, belirlenen yere kadar” anlamındadır.

Bediüzzaman’a göre lam’ı kendi mânâsında, yani “illet” ve “zarfiyet” mânâsında “dikkatli bir hakîm” anlar. Şâyet bu anlam esas olursa “Güneş kendi müstekarrı içinde sisteminin istikrarı ve düzeni için hareket eder” anlamı çıkar. Yani Cenâb-ı Hak hikmeti gereği sebepleri perde yaptığından gezegenleri de çekim kuvvetiyle güneşe bağlamıştır. Bu çekim kuvveti için ise Güneşin kendi merkezindeki hareketini bir sebep kılmıştır. Âyetten bu anlamı çıkarmak için astronomiden anlayan, fakat sebepleri perde bilen dikkatli bir İslâm bilgini olmak gerekmektedir.

Âyetteki lam’ı “fi” mânâsında anlayan ise astronomi bilen bir filozoftur. Bu ikinci mânâ esas olduğunda âyetten “Güneş kendi merkezinde ve yörüngesi üzerinde hareket etmesiyle, etrafında kendisine bağlı olan gezegenlerin de yörüngelerinde düzenli olarak hareket etmelerini sağlar” hükmü çıkarılır.

Lam’ın üçüncü mânâsı ise “ilâ”dır. Lam’ı ilâ mânâsında hem avam, hem de âlim biri farklı şekillerde anlarlar. Genel olarak “ilâ” harf-i cerinin kullanıldığı yerlerde ifade ettiği anlam, hareketin sürekliliğini ifade eden bir fiilin sona erişidir. Güneşi hareketli bir lamba ve soba olarak değerlendiren avamdan biri âyetten güneşin hareketinin bir gün sona ereceğini ve faydası dokunmayacak bir şekle geleceğini anlar. Âlim ise güneşi yalnız bir lamba olarak değerlendirmez. Aslında güneşin cereyanının gece-gündüz, bahar-yaz değişimlerine sebep olduğunu bilir. Yeryüzündeki ve güneş sistemindeki istikrarın ve intizamın, güneşin bu cereyanına bağlanmasını hayranlıkla izler.

Yani üçüncü anlam esas olursa âyetten “Güneş kendisi için belirlenen bir karar yerine gidip ulaşana kadar yörüngesinde akıp gider” anlamı çıkarılabilir.

Peygamber Efendimizin (asm) bir hadisinde güneşin her akşam Arşa gidip secde ettiği ve izin alarak geri geldiğinden bahsedilmiştir. (Bkz: Müslim, 1:139; Buhari, 4:1806, 2703; Müsned, 5:158,177) Bediüzzaman bu hadisin hakikatine Muhakemât isimli eserinde açıklık getirmiştir. (bkz: Muhakemat, s. 53) Aslında her gün Arşa gidip secde eden güneş değil, güneşi temsil eden Şems ismindeki melektir. Güneşin şuursuzca yaptığı her türlü tesbih ve ibadetlerini, güneşi temsil eden Şems isimli melek her akşam melek diliyle Cenâb-ı Hakk’a sunmaktadır. Melekût âlemindeki misâlî güneşe benzediği ve güneşi temsil ettiği için bu meleğe Şems ismi verilmiştir.

[Risâle-i Nur Enstitüsü

Soru&Cevap Köşesi]

Tel: 0212 513 11 10

http://www.risaleinurenstitusu.org

13.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004