Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

"Niye beni yaratan Zâta îmân etmeyeyim? Sonunda hepiniz Ona döneceksiniz."

Yâsin Sûresi: 22

20.07.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Allah birinize bir servet ihsan ettiğinde önce kendisi ve âile efradının ihtiyaçlarına harcasın.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 268

20.07.2007


Üç aylar, mânevî havayı sâfîleştiriyor

İkinci cihet: Nasıl ki çok mübarek ve kudsî, büyük bir zat, gayet fakir ve muhtaç bir adama, ümit edilmediği bir tarzda, iltifatkârâne, bir kapta, bazı kâğıtlara sarılı bir hediye ihsan etse, elbette o bîçare adam, o pek büyük zâta karşı hediyenin binler mislinden fazla teşekkür etmek ister. Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan o hediyeyle gösterilen iltifatına karşı ne kadar teşekkürde israf ve ifrat etse de makbuldür. Ve o çok mübarek zâtın o hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük deyip şeker gibi yese, hatta o hediye içindeki cevizlerin sert kabuklarını da teberrük diye ekmek gibi yutsa ve o hediyenin kabını mübarek bir kitap gibi öpse ve başına koysa, israf olmadığı gibi; aynen öyle de, Risâle-i Nur yüzünde irade-i âmme, inayet-i hâssa, iltifatını tevafuk zarfıyla ihsan edilmiş. Elbette tevafuka dair tafsilât, tasvirat, fiilî teşekküratın bir nev’idir ve sevincin ve minnettarlığın heyecanlı tereşşuhatıdır.

Kusura bakılmaz. Evet, böyle bir zâtın iltifatını gösteren maddî kırk para ihsanına karşı kırk bin teşekkür edilse israf değil.

İkinci mesele: Ben hem kendimde, hem bu yakındaki Risâle-i Nur talebelerinde şuhur-u muharremeden sonra bir yorgunluk ve şevkte bir fütur görüyordum. Sebebini vâzıhan bilmiyordum. Şimdi, eskide söylediğim tahminî sebep, hakikat olduğunu gördüm. Şöyle ki:

Nasıl maddî hava fena ise, fena tesir ediyor; mânevî hava da bozulsa, herkesin istidadına göre bir sarsıntı verir. Şuhur-u selâse ve muharremede âlem-i İslâmın mânevî havası, umum ehl-i imanın ahiret kazancına ve ticaretine ciddî teveccühleri ve himmetleri ve tenvirleri o havayı sâfileştiriyor, güzelleştiriyor, müthiş ârızalara ve fırtınalara mukabele ediyor. Herkes o sayede ve sayesinde derecesine göre istifade eder. Fakat o şuhur-u mübareke gittikten sonra, âdeta o ahiret ticaretinin meşheri ve pazarı değiştiği gibi, dünya sergisi açılmaya başlıyor. Ekser himmetler, bir derece vaziyeti değişiyor. Havayı tesmim eden buharat-ı müzahrefe o mânevî havayı bozar. Herkes derecesine göre ondan zedelenir.

Bu havanın zararından kurtulmak çaresi, Risâle-i Nur’un gözüyle bakmak ve ne kadar müşkilât ziyadeleşse, kudsî vazife itibarıyla daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmektir. Çünkü başkaların füturu ve çekilmesi, ehl-i himmetin şevkini, gayretini ziyadeleştirmeye sebeptir. Zira, gidenlerin vazifelerini de bir derece yapmaya kendini mecbur bilir ve bilmelidirler.

Kastamonu Lâhikası, s. 41

Lügatçe:

şuhur-u selâse: Üç aylar.

tesmim: Zehirleme.

buharat-ı müzahrefe: Pis ve zararlı gazlar.

20.07.2007


Risâle-i Nur mesleğinde siyaset - I

Risâle-i Nur mesleği ile Siyasal İslâm anlayışı farkının en belirgin olduğu alan hiç şüphesiz siyasettir ve ona karşı takınılan tutumdur.

Peki, Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’un siyasete bakışı nasıldır?

Hiç şüphesiz Bediüzzaman Hazretlerinin hayat serencamında baskın olan tavır, manevî cihad yolu ile İslâmiyete hizmettir. Tahkikî iman kılıncı ile manevî cihadı tercih eden Nursî, hayatının sonuna kadar ferd ve toplumu ıslâh edici bir yaklaşım sergilemiştir.

Risâle-i Nur’un siyasî alana yaklaşımı, Siyasal İslâmcıların algıladığı anlamda ideolojik ve devrimci değil; nurânî, tedricî ve tekâmülcüdür. Yani toplumu ve fertleri ıslâha dönük Rahmânî bir metoddur.

Bu metod, ‘ikaz’ ve ‘irşad’ı içeren “şefkat” odaklıdır. Vicdan boyutlarını nazara alır, hak ve hakikatı düstur edinir. İnsanları siyasetçi, dinsiz, muvafık, muhalif diye sınıflara ayırmadan ‘imana’ ve ‘şefkate’ muhtaç varlıklar olarak görür.

Yani sahabe metodudur...

Said Nursî’nin bu metoduna, Mısır’daki İhvan-ı Müslimîn hareketini büyük emek ve gayretlerle makul bir çizgiye taşıyan kişi olarak bilinen Mısır’ın din önderlerinden merhum Ebu Hasan en-Nedvî de vurgu yapmıştır:

“Benden menkul bir sözüm var. O da şudur: ‘İktidar sahiplerinin imana gelmeleri ve ıslâh olmaları, iman sahiplerinin iktidara gelmelerinden evlâdır, yeğdir. Yani, iman sahiplerinin iktidara gelmek için uğraşmaları yerine, imanın ve gayret-i İslâmiyenin iktidara gelmesi için çalışmalarını daha doğru ve yerinde bulurum. Bu takdirde, İslâm’ı benimseyen kürsü (koltuk) sahipleri onun müdâfii ve hamileri kesilecektirler. Yani amaç, iman sahiplerinin devleti ele geçirmeleri olmamalı, belki toplumu, devleti ve devlet ricâlini ıslâh ve irşad olmalıdır. Devleti ele geçirme ve istilâ yerine, yöneticilerin İslâm’a kazandırılmaları daha şık ve muvafık olur.” (Mustafa Özcan, Köprü Dergisi, Güz 2000, s.76-77)

Risâle-i Nur mesleği, dünyaya ve siyasete bakarken “dünyevîleşme” tuzağına da düşmez. Hadiselerin iman ile bağını koparmaz. Hadiselere bakarken imanı ve onun üzerimizdeki uzantılarını bir tarafa bırakmaz. Tutumunu onları da nazara alarak belirler.

“Zira Bediüzzaman, hayatının her ânında, her hal ve şartta Kur’ân’ı rehber edinmiş bir mü’mindir. Onun için dünya parça parça değildir. Yer ayrı, gök ayrı; ev ayrı, sokak ayrı; cemiyet hayatı ayrı, siyaset sahnesi ayrı değildir. Her bir daireye imânî nazarla bakar; ona göre tavır alır.” (Köprü Dergisi, Bahar-1995; Karabaşoğlu Metin, s. 17)

Şu dikkat çekici yorum Bediüzzaman’ındır: “Hayat-ı içtimâiye bir yolculuktur. Şu zamanda Kur’ân’ın nuriyle gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri o ufunetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebi ile o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor. Düşerek kalkarak gider tâ boğulur. Yüzde sekseni ise bataklığı anlar, ufunetli pis olduğunu hisseder. Fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar.

İşte bunlara karşı iki çare var:

Birisi: Topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.

İkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irâe etmektir.

Ben bakıyorum ki; yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, ‘Acaba nurla beni celbedip topuzla dövmek mi istiyor?’ diye telaş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar ve söner...” (13. Mektub)

Bediüzzaman’ın dünyasında siyaset topuzu yoktur. Onun bütün mesâisi, içimizde ve yanımızda yaşayan ve toplumun çoğunluğunu oluşturan şaşkın insanlardır. Asıl hüner o mütehayyirlere iman nurunu göstermektir.

Bediüzzaman, siyasete bu nazarla bakar. Ona göre “Hakikat-ı İslâmiye, bütün siyasetlerin fevkindedir. Bütün siyasetler dine ancak tâbî ve hizmetkâr olabilir...

Kur’ân dersi olan Risâle-i Nur, bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerinin fevkindedir.

Said Nursî bu temel yaklaşımla insanlığı irşad ve ikaz etmiştir.

Risâle-i Nur’da siyasî ölçüler

Öte yandan ahirzaman müceddidi ve müçtehidi olması itibarı ile Said Nursî, toplumu, diyanet, saltanat ve cihad dairelerinde Kur’ânî istikamete doğru yönlendirdiği gibi siyaset dairesinde aynı istikamette yönlendirecek ölçüler vermiştir.

Özellikle Eski Said’e ait eserlerde bu durum çok barizdir. Divan-ı Harb-i Örfî, Münazarat, Muhakemat, Hutbe-i Şamiye, Sünuhat ve dönemin gazete/mecmualarına yazılan mektup ve nutuklar hep bu istikamettedir. Hayatının son döneminde neşrettiği Emirdağ Lahikası’nn ikinci kısmındaki mektuplar da bu doğrultudadır.

Bediüzzaman, hayatının son döneminde bu hususta şunları söyler:

“Şiddetli hastalık ve sair sebeplerin tesiri ile ben Nurcu kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden mahrum kaldığımdan, benim bedelime sizler ve Risâle-i Nur’un Kur’ân medresesinde Yeni Said’e verdiği ders ve Eski Said’in Hutbe-i Şamiye ve Zeyilleri gibi hayat-ı içtimâiye medresesinde aldığı dersleri ve konuşmaları bu biçare kardeşiniz bedeline müştak olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.” (Emirdağ Lâhikası II, Yeni Asya Neşriyat s. 342)

Risâle-i Nur talebeleri siyasetle ilgili derslerini, tarzlarını ve hizmetlerini Bediüzzaman’ın adres gösterdiği metinlerden alır.

Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’da siyasî alana yaklaşım, partileşme, bir partiye girip kadrolaşma, iktidarı ele geçirme tarzında değildir.

Bunun yerine, vatandaşlık görevi de olan bir partiyi destekleme, ona oy verme, mektup ve lahikalarında ona dua etme, dersleri ve talebeleri ile o partiye kuvvet verme tarzı benimsenmiştir. Bu tarz bilinçli bir tercihtir.

Çünkü, bu ikinci tarz, elmas kuvvetindeki Kur’ân hakikatlerini dünyaya ve siyasete âlet etmek anlamını çağrıştırmıyor.

Bediüzzaman’ın hayat pratiğine baktığımızda bu ikinci tarz açıkça görülür.

Öte yandan şu hakikati unutmamak gerekir: Said Nursî’nin siyaset paradigmasında nirengi nokta “Hürriyet” ve “Adalet” mefhumudur.

Adalet, Kur’ân’ın dört esasından birisidir.

Hürriyet ise Bediüzzaman’ın aşık olduğu bir mefhumdur. O ekmeksiz yaşar ama hürriyetsiz yaşayamaz.

Rahman olan Allah’ın insanlara hediyesi olan hürriyet, Bediüzzaman’a göre, her ruhun “maşukası” ve cevher-i insaniyetin “küfvü”dür. Hürriyet insanla tev’em (ikiz) doğmuştur, o özden ve o ikizden ayrılmak mümkün olamaz. Hürriyetin hayat bulduğu bütün coğrafyalarda ise adalet hükümfermadır.

Bediüzzaman “Ahrarları” (hürriyetçileri), bunun için sevmiş ve Ahrarlar dediği “Demokratlara” bunun için sahip çıkmıştır.

Bediüzzaman hürriyetin zıddı olan “istibdat”tan da aynı şiddette nefret eder.

Onun siyasi hayatını iki kelime özetler: İstibdadın karşısında ve hürriyetin yanında olmak...

Onu dinliyoruz: “İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vahiddir, su-i istimalata gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mahisidir (mahvedenidir). Sefalet derelerinin esfel-i safilinine insanı tekerlendiren ve alem-i İslamiyeti zehirlendiren istibdattır.” (Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, 1999, s.15)

—Devamı yarın—

İbrahim KAYGUSUZ

20.07.2007


Allah için muhabbet

1959’lu yıllarda Risâle-i Nurların camilerde okunmasının suç teşkil etmeyeceğine dair gerekçeli takipsizlik kararı vermiştim. Bundan dolayı 27 Mayıs 1960 ihtilâli akabinde derhal geçici görevle Kastamonu’nun pek mahrum bir ilçesi olan Bozkurt’a sürülmüştüm. Yalnız olarak o ilçeye giderken hasseten komşu ilçe olan İnebolu’ya uğradım. Kestirme bir yolu tercih etmedim.

İlk defa Risâle-i Nurları bastırmak için teksir makinesini büyük gayret ve himmetlerle temin ederek geniş çapta neşrine hizmet eden merhum Ahmet Nazif Çelebi ve oğlu Selahattin Çelebi Ağabeyleri ve o ilçedeki diğer fedakâr, sadık Nur talebelerini ziyaret etmeyi canıma minnet bildim. Yolumu uzattım ama onlarla haşir neşir olup kucaklaşmak, tatlı sohbetlerinde bulunmak beni cennetasa zevklere gark etti.

Güzel bir tevafuk-u İlâhî olarak merhum, mağfur cennetlere lâyık Av. Bekir Berk Ağabey orada iken tatlı sohbetini dinlemek ve onunla kardeşlerden birinin rengârenk mebzul çiçeklerle süslü güzel bahçesinde ziyafet sofrasına katılmak şerefine nâil oldum. Bu sayede şu hadis-i kudsînin sırrına mazhar olup feyizlenmek, ne bulunmaz bir nimet ve müstesna bir şereftir: “Benim rızamı kazanmak uğrunda birbirini sevenlere, birbiriyle dostluk kuranlara, birbirlerine iyilik ve yardım edenlere, birbirlerini ziyaret edenlere Benim sevgim (muhabbetim) vâcib olur.”1

“Benim celâlim uğrunda birbirleriyle dost olup birbirlerini sevenler için peygamberlerin ve şehitlerin bile imreneceği nurdan yapılmış minberler vardır.”2

İnebolu’da misafireten bulunduğum sırada orayı ziyarete gelen Mustafa Sungur Ağabeyle de müşerref olmuştum. O fedakâr ağabeyim, Risâle-i Nurlardan galiba Meyve Risâlesini işlek bir cadde üzerindeki bir kahvehanenin önünde yüksek sesle okumuş ve okutturmuştu. Ağabeyin herkesçe müsellem sadakatına ve cesaretine hayran olmuştuk. Zira o tarihlerde Nur talebeleri adım adım takip ediliyor, şiddetli bir terör havası estiriliyor, elinde, evinde Risâle-i Nur bulunduranlar yargıya, hâkime bile uğratılmadan sıkı yönetimce doğruca nezarete atılıyor, 45 gün binbir sıkıntı içinde çileli bir hayata maruz bırakılıyor, aile efradı da sefil ve perişan ediliyordu. Sungur Ağabey o eseri kamufle etmek için Diyanetin ilmihalinin kapağını cilt yaptırmıştı.

O menhus günler, Allah’a şükür geride kaldı. Nimetin kadri elden çıkmadan bilinmiyor.

Hâsılı “Hak gelince batıl yok olur. Batıl esasen her zaman yok olmaya mahkûmdur” emr-i İlâhisi kalplere huzur ve itminan veriyor. “Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadanın İslâm’ın sadası” olacağına bütün ruh-u cânımızla iman ediyor ve kuvvetle ümid besliyoruz.

Dipnotlar:

1- Muvatta Eş-ş’ar 16

2- Tirmizî, 37. kitap

Abdullah Battal

Emekli Başsavcı

20.07.2007


Nurdan Dualar

Ey bütün dirilerden önce var olan gerçek hayat sahibi,

Ey bütün dirilerden sonra bâkî kalacak gerçek hayat sahibi,

Ey hiçbir şeyin Kendisine benzemediği gerçek hayat sahibi,

Ey hiçbir dirinin misli gibi olmadığı gerçek hayat sahibi,

Ey hiçbir diriye muhtaç olmayan gerçek hayat sahibi,

Ey hiçbir dirinin Kendisine ortak olmadığı gerçek hayat sahibi,

Ey bütün dirileri ölüme mazhar eden gerçek hayat sahibi,

Ey bütün dirileri rızıklandıran gerçek hayat sahibi,

Ey ölüleri dirilten gerçek hayat sahibi,

Ey hiç ölmeyecek olan gerçek hayat sahibi,

Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin, Senden başka ilåh yok ki bize imdat etsin. Emân ver bize, emân diliyoruz. Bizi Cehennemden kurtar. Âmin. (Cevşen’ül-Kebîr, 69. bend.)

Lem’alar, s. 332

20.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004