Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Operasyon ve riskler

Biz türban yasağını tartışır, bazı liberallerin siyasi hayatta kendilerini yeniden konuşlandırmaları üzerine ahkâm keserken, iktidar büyük bir sürprize hazırlanıyormuş meğer: Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bir sınır ötesi operasyonla Irak topraklarına girdi; önceden belirlenmiş PKK hedeflerine doğru ilerliyor.

Olay bu yönüyle sürpriz sayılabilir, ancak kara harekâtının nicedir “Geliyorum” dediği de âşikâr. Sadece Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın birkaç gün önce “Kara harekâtı yakında olabilir” demesini kast etmiyorum. Son iki hafta içerisinde ABD Genelkurmay 2. Başkanı Org. James Cartwright ile ABD Adalet Bakanı Michael Mukasey Türkiye’de ağırlandı; birkaç gün sonra da ABD Savunma Bakanı Robert Gates Ankara’ya gelecek. Önceki gün de, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in yakında ülkemizi ziyaret edeceği haberi duyuruldu.

Genelkurmay 2. Başkanı Org. Ergin Saygun’un süresi uzatılmış bir ziyareti takiben Washington’dan yeni döndüğünü de unutmayalım.

Bütün bunlar, Türkiye’nin Kuzey Irak’a dönük hava operasyonlarına ek yeni bir askerî girişimin habercisi sayılabilir. Yalnız askerî harekâtın değil muhtemelen askerî operasyonu izleyecek bir siyasi girişimin de...

Keşke böyle bir operasyona hiç gerek olmasaydı.

Şu sırada yaşananlar, büyük çapta, 5 Kasım 2007 tarihinde Başbakan Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı George W. Bush arasında Beyaz Saray’da varılan mutabakatla yakından ilişkili. Bush’un konuğuyla görüştükten sonra yaptığı açıklama, iki ülkenin PKK konusunda nihayet benzer bir anlayışa ulaştığına işaret ediyordu. “PKK yalnız Türkiye’nin değil, Amerika’nın da düşmanıdır” cümlesini hatırlayalım.

Kara harekâtına başlamadan önce, siyasilerin konuyla yakından ilgili bütün tarafları uyardıkları anlaşılıyor. Siyaseten akıllı bir tavır bu... Bu tür askeri operasyonlara sürekli itiraz ettikleri bilinen başkentlerden gelen yumuşak mesajların sebebi bu önceden bilgilendirme olmalı. Bağdat, hatta kuzeydeki yerel yönetim bile, diplomatik manevralarla, ‘sivil halkı rahatsız etmemek’ kaydıyla PKK karşıtı bir operasyona itiraz edebilecek halden çıkartılmıştı.

Türkiye’nin sivil halk konusunda hassasiyet göstereceğine hiç kuşku yok. Ak Parti hükümetinin bugüne kadar ince ince işleyerek oluşturduğu çok-yönlü dış politikanın bütünüyle çökmesine sebep olunmak istenmiyorsa, bu kara operasyonunun Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini hiçbir biçimde olumsuz etkilemesine izin verilemez. Türkiye’nin kendi güvenliği de bu alanda dikkatli olunmasını gerektiriyor zaten.

Operasyonun ilk ânından başlayarak sürekli vurgulanan ‘sınırlı amaçlı’ oluşu ve ‘amacı elde edildiğinde askerin geri çekileceği’ teminatları bu ek hassasiyetlere işaret ediyor.

Hava operasyonlarıyla hareket alanları daraltılmış PKK militanlarının karadan düzenlenen operasyonla iyice köşeye sıkıştırılması ve işlevsizleştirilmesi amaçlanıyor. Esas sorun, bu amaca da ulaşıldıktan sonra Türkiye’nin ne yapacağında düğümleniyor. “Askerî çözüm sorunu bitirdi” denilip sorunun çok daha karmaşık yönlerine kulak mı tıkanacak, yoksa “Askerler yapacağını yaptı, şimdi sıra sivil tedbirlerde” mi denecek?

Temennim, sorunun sivil ve siyasi yönleriyle ilgilenilirken, türban/başörtüsü yasağını kaldırma girişimleri sırasında yaşananlara benzer tersliklerle karşılaşılmamasıdır. Lâiklikle ilgili türban sorunu, ardından Kürt sorununu doğrudan ilgilendiren askerî operasyon... İyi yönetilemezse, bu iki sorunun uyandıracağı rahatsızlıklar yüzünden, toplumda ciddi yarılmalar yaşanabilir.

Dikkatli olma zamanıdır.

Yeni Şafak, 23.2.2008

Fehmi Koru

24.02.2008


 

Harekâtın riskleri

Önceki hafta Londra’da Kuzey Irak’tan yeni dönmüş, bölgeyi çok yakından izleyen bir uzmanla görüştüm.

Kuzey Irak’ta son durumu sordum.

Hava operasyonunda PKK’nın ciddi kayıp vermediğini söyledi.

“Bir kara operasyonu kaçınılmaz görünüyor” dedi.

PKK’nın baharda bu operasyonu beklediğini ve hazırlık yaptığını ekledi.

Hazırlık?

Hayır, Kuzey Irak’ta bir çatışma hazırlığı değildi bu...

“Büyük kentlerde eylem hazırlığı”ydı.

PKK, cepheyi Türkiye’ye yaymayı planlıyordu.

“Örgüt, Amerika’nın tavır değişikliğini nasıl yorumluyor?” dedim.

Güldü uzman...

“Washington, Türkiye’ye tavrını değiştirmiş gibi görünse de unutmayın ki hâlâ PKK’nın İran’da mücadele veren kolu PEJAK’ı ‘terör örgütü’ ilan etmedi ve o kanaldan silah yardımı yapmaya devam ediyor” dedi.

* * *

Önceki akşam başlayan kara harekâtını, önceki hafta yaptığım bu konuşmayla eşleyince şu sonuçlara ulaşıyorum:

Operasyonu baharda bekleyen PKK için şubat harekâtı baskın sayılabilir.

Buna karşın PKK’nın büyük kentlerde eylem planı yabana atılır bir risk değildir. Türkiye buna hazır olmalıdır.

PKK, harekâtın yumuşak karnının, Türk askerinin Kuzey Irak’taki siviller ve peşmergelerle karşı karşıya gelmesi olduğunun bilinciyle, belki sivil kalkanlar eliyle bunu tahrik etmeye çalışacak, böylece Irak Kürtlerini kendi saflarına çekerken, Irak’ta ve dünya kamuoyunda Türkiye karşıtı cepheyi büyütmeyi deneyecektir.

Yanlışlıkla bombalanacak bir mezra ya da sivillerle girilecek bir çatışma, Türkiye’yi yalnızlaştırıp tehlikeli maceralara sürükleyebilir.

Böyle bir gelişme, (dün “Dünya ne der?” denilirken ne hissedeceği pek de merak edilmeyen) Güneydoğu’nun Kuzey Irak’la siyaseten yakınlaşmasına ve PKK-Peşmerge dayanışmasına hizmet edecektir.

Askerin Irak’ta kalma süresi ve menzili uzadıkça bu tür riskler artacak, hasımlar çoğalacak, uluslararası ve bölgesel kamuoyunun baskısı yoğunlaşacaktır.

Bu yüzden Genelkurmay’ın, “en kısa zamanda döneceğini” ve PKK dışı unsurlara “gerekli hassasiyeti göstereceğini” açıklaması anlamlıdır.

Hava harekâtının görüntülerinin dünya ile paylaşılması, kara harekâtı öncesi gerekli diplomatik girişimlerin yapılması da hazırlığın sadece askeri alanda olmadığını kanıtlamaktadır.

* * *

Dileriz, Türkiye daha önceki 20 küsur operasyondan gereken dersleri almıştır.

En büyük risk, bölgede saplanıp kalmak, Irak’ta kalıcılaşmak ve yerel Kürt otoriteyle çatışmaktır.

O yüzden karşı cepheyi daraltmak ve harekât süresini kısaltmak önemlidir.

Harekât kararıyla aynı anda Talabani’nin Türkiye’ye davet edilmesi, karşı cepheyi daraltmak açısından yerinde bir adımdır.

Bundan sonra önemli olan, karşı atağa hazırlıklı olmak ve bir sonraki hamleyi (yani sorunun askeri olmayan boyutları konusunda yapılacakları) iyi hesaplamaktır.

En iyisi, oradan erken çıkmaktır.

Bu operasyonla PKK’nın biteceğini sanmak aşırı iyimserlik olur.

Şunu unutmamalıyız ki, sorunun doğum yeri olmayan Kuzey Irak, çözüm yeri de olmayacaktır.

Milliyet, 23.2.2008

Can Dündar

24.02.2008


 

Ve operasyon başladı...

Biraz tuhaf bir operasyon bu. Yapılacağı daha önceden “youtube” tarafından duyurulan ilk askeri operasyon olarak kayıtlara geçecek herhalde.

Trajedileri bile komediye çevirebilen tuhaf bir yapımız var bizim.

İnsanların hayatlarını ilgilendiren bir harekât bütün dünyayı gülümsetebilen bir garipliğe dönüşebiliyor.

Bu operasyonun yapılacağını PKK çok önceden biliyordu zaten.

Biz Kandil’deyken bunun olacağını söylediler bize.

Kimse için bir sürpriz değil anlayacağınız.

“Ben geliyorum” diyen bir operasyon kimseyi hazırlıksız yakalamak gibi bir amaç gütmüyorsa, başka bir amacı olmalı.

Hemen hemen herkesin ortak fikri bunun “Türkleri’ yatıştırma amacıyla yapıldığı.

Hatta, silahın ve ölümün bir arada gözüktüğü bu operasyonun bir barış harekâtının ön hazırlığı olduğu gibi bir ümit bile hissediliyor yorumcuların konuşmalarında.

Gerçekten amaç bu olabilir.

Ama sorun şu:

Bu ülkede sadece Türkler yaşamıyor.

Bu ülkenin bir de Kürt vatandaşları var.

Onların da acıları, öfkeleri bulunuyor.

Onları nasıl yatıştıracağız?

Bizim devletin kafasında bir vatandaş tipi yatıyor.

Bu vatandaş bir Türk.

Müslüman.

Sünni.

Ama asla devletin müsaade ettiğinden fazla dindar değil.

Dinsiz de değil.

Bayram namazına giden, içki içen, denk gelirse çapkınlık da yapan bir Müslüman, devletin kafasındaki.

Bu vatandaş tipi, Cumhuriyetin kuruluşundaki “devlet memuru” prototipi aslında.

Bizim devletimiz, bütün vatandaşlarını “memuru” olarak görüyor.

Ve, bir memur gibi olmalarını istiyor.

Bu memur tipolojisinin sınırlarına girmeyen herkesi en iyi ihtimalle yok farz ediyor, daha kötü ihtimalle “düşman” görüp kendisi yok ediyor.

Onun için türbanı yasaklıyor.

Onun için Kürtün çocuklarına ana dillerini öğretmelerine izin vermiyor.

Onun için Aleviler’in cemevlerini ibadethaneden saymıyor.

Onun için demokratları hapishanelerde süründürüyor.

Ama bir sorun var.

Bizim devlet bütün bunları belirlediğinde vakit bir yüzyıl önceyi gösteriyordu, nüfus da on iki on üç milyon civarındaydı.

Şimdi Yirmi Birinci Yüzyıldayız...

Ve nüfus yetmiş milyon.

Bu yetmiş milyonun içinde milyonlarca Kürt, kendini devletin tarifinden daha fazla dindar hisseden milyonlarca Sünni, kimliğini açıkça söyleyen milyonlarca Alevi, milyonlarca değilse de epeyce demokrat bulunuyor.

Bütün bu insanların oluşturduğu yapı artık devletin eski alışkanlıklarıyla yönetebileceği bir yapı değil elbette.

O yüzden de bu ülkenin vatandaşlarıyla devlet arasında sürekli sorun çıkıyor.

Bu sorunların en büyüklerinden biri Kürt sorunu.

Devlet önündeki en büyük sorunlardan birini sanki bu ülkede Kürt yokmuş gibi çözmeye çalışıyor.

Onların ne hissettiğini, ne hissedeceğini umursamıyor.

Son yıllarda ölen asker çocuklarla gerçek biçimde canı yanan, acı çeken, öfkelenen Türkleri yatıştırmaya çalışmak, doğru bir hareket..

Ama bunu Kürtler’i ezerek, hırpalayarak, sindirerek, aşağılayarak yapmak doğru mu?

Bu ülkede yaşayan herkesi aynı derecede memnun edecek, hepsinin içini rahatlatacak bir çözüm yok mu?

Sadece devletin kafasındaki “vatandaş” tipinin içini rahatlatacak çözümlerle milyonlarca insanın yaşadığı bu ülke huzura kavuşabilir mi?

Bu kara operasyonunda ya birileri ölürse?

Böyle bir gelişme, barış getirebilir mi?

Çözümü sadece baskıda, yasakta, silahta, ölümde arayan bir anlayış, kendi insanlarıyla sürekli sorun yaşar.

Bu ülkede insanlar yaşıyor.

Türk, Kürt, Sünni, Alevi, Ermeni, Rum, Yahudi, Yezidi, dinsiz, demokrat, solcu, milliyetçi milyonlarca insan.

Onlardan hangisinin “insan” sayılacağına karar vermek devletin işi değil.

Ayrıca gücü de yetmez.

Yetmiyor da zaten.

Bitmez tükenmez sorunlarla sakatlanıyor hayatlarımız.

Kavga, savaş, cinayet çıkıyor karşımıza sürekli.

Galiba “devleti” karşımıza oturtup onu eğitmemiz gerekiyor:

Bak, bu ülkede yetmiş milyon insan yaşıyor.

Onların hiçbirini diğerinden ayıramazsın.

Birini memnun etmek için diğerini üzemezsin.

Artık “silahtan ve operasyondan” başka bir çözüm bulacak olgunluğa ulaşmalısın...

Büyüdün çünkü...

Seksenini geçtin.

Artık çocuk değilsin.

Taraf, 23.2. 2008

Ahmet Altan

24.02.2008


 

Güzel şeyler

İlginç bir haber okudum: PKK kamplarında 10 yıl kaldıktan sonra pişman olup örgütten kaçan bir genç kız A.S., Diyarbakır’da cumhuriyet savcısına teslim oldu.

Ailesinin yanında bir süre kaldıktan sonra Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na gelen A.S., görevlilere nöbetçi savcı ile görüşmek istediğini söyleyip savcının odasına girer ve “Ben 10 yıldır örgütteydim. Pişmanlık duyarak örgütten kaçtım. Teslim olmak istiyorum.” der.

Savcı gayet sakin A.S.’ye çay ikram eder; A.S. de o ilk korkuyu üzerinden attıktan sonra kamplarda yaşadıklarını anlatır. Savcı, Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’ni arayarak durumu bildirir. Odaya gelen polis memurlarının “hoş geldin” demesinin ardından A.S. ifadesi alınmak üzere Emniyet Müdürlüğü’ne götürülür. Emniyetteki ifadesinin ardından tekrar teslim olduğu savcının odasına geri getirilen A.S., TCK’nın “etkin pişmanlık” maddesini içeren 221. maddesinden faydalandırılarak serbest bırakılır.

A.S. şunları diyor: “Çok tedirgindim. Örgütteyken bize ‘teslim olursanız, size işkence yaparlar’ demişlerdi. Bu nedenle ilk etapta polise teslim olmak istemedim. O nedenle savcıya gittim. Ama savcının konuşması beni rahatlattı.” Kendi ifadesiyle A.S.’nin dağa çıkmasının sebebi, lise son sınıf öğrencisiyken, ailesinin kendisine şiddet uygulaması, bunun kendisini arayışa sürüklemesi ve daha sonra aynı okulda eğitim gören iki kız öğrencinin telkinleri sonucu örgüte katılması. (Yeni Şafak, 20 Şubat 2008)

Açıkçası inanılması güç bir haber bu. Hele benim gibi birisinin inanması daha güç. 12 Eylül’den sonra gözaltına alınmıştık. Bir arkadaşım -şu anda ünlü bir yayıncıdır- arandığını öğrendiğinde kendi ayağıyla Gayrettepe’ye gitti ve arandığını öğrendiğini söyledi. Daha cümlesini bitirmeden sanki bir çatışma sırasında yakalanmış gibi derdest edildi ve bizim gibi hücreye atıldı. 29 gün yattığım hücrede ve Kartal Askerî Cezaevi’nde yaşadıklarımı ve gördüklerimi anlatmam mümkün değil. “Hatırla Sevgili” dizisinde anlatılanların tamamı doğru, fazlası da var.

Öyle olmakla beraber A.S.’yle ilgili haberin büyük bir bölümü doğru olabilir. 12 Eylül’den bu yana önemli şeylerin değiştiğini görmezlikten gelmemek lazım. Güneydoğu’da valilerin profilinde hissedilir bir değişiklik gözleniyor. Halka nispeten daha yakın valiler tayin ediliyor. Babamın vefatında zamanın Mardin Valisi Temel Koçaklar’ın, Emniyet Müdürü’nü de yanına alıp taziyeye geldiğini gören konu komşu, akrabalar, mahalleli şaşkınlık içinde kaldılar. Tabii ki sadece bize değil, birçok ailenin taziyesine katılıyorlar. Hatta daha ilginci -belki de laikçiliğe aykırı- herkes gibi dua okuyorlar. Bundan önceki Diyarbakır Valisi Efkan Ala ve bugünkü Vali Hüseyin Avni Mutlu benzer profillere sahip. Devletin temsilcileri; ama halk memnun. Yaptıkları şey halka yakın olmak, sevecen davranmak, insanlara tepeden bakmamak gibi basit insani şeyler. Demek ki asık suratlı, ceberut devlet yerine güler yüzlü, şefkatli devlet de olabiliyor.

Polis de insandır. İyi olduğunda insanların gözünde devlet iyi olur, sadece güvenliği temin etmekle kalmaz, güven telkin eder. Geçenlerde okuduğum bir kitap polisin asli görevi yanında, ülkesine karşı duyduğu manevi sorumluluğun ona neler yaptıracağını gösteriyordu. Terörle mücadelenin önemli isimlerinden Serdar Bayraktutan’ın “Anne ben geldim -intihar eylemcisinin eve dönüşü-”, çeşitli örgütlerde bulunup da zaman içinde bir nefis muhasebesi yapan ve bundan kurtulmaya çalışanların çarpıcı hikâyelerini anlatıyor. Deneyimli Bayraktutan’ın tezi şu: Evet, bir şekilde gençler örgütlere girer, ama onların orada kalıp eylemlere devam etmesi veya yanlışlarını görüp kurtulmaları, bir ölçüde dış sebeplere bağlıdır. Burada toplum, devlet, yakın çevre ve polis önemli rol oynamaktadır. Bayraktutan, kendi açısından polisin salt asayiş ve güvenlik yanında insani olarak da bu konuda oynayabileceği rolün ne olabileceğini bize anlatmaya çalışıyor.

Çoğu zaman iç karartıcı şeyler yazıyoruz, güzel ve iç ferahlatıcı şeyler de var. Bunları da atlamamak lazım.

Zaman, 23.2.2008

Ali Bulaç

24.02.2008


 

Hakimlere öfke yaraşmaz

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun kararı gereğince, AKP Milletvekili Hüsnü Tuna vaktiyle yazdığı ‘Laiklik hukukla korunmalı mı?’ başlıklı yazısında ‘kişilik haklarına saldırıda bulunduğu’ bazı Yargıtay üyelerine yüksek miktarda tazminat ödeyecek.

Tuna’nın yazısı Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun, Milli Gazete yazarı Selahattin Aydar’ın laiklik karşıtı olduğu ileri sürülen bir yazısını ifade özgürlüğü kapsamında değerlendiren kararına muhalefet şerhi koyan üyeleri eleştiriyordu. Güya bu yazıda Tuna kendilerini ‘dar görüşlü hakimler’ olarak tanıtmak ve özgürlüklerin önünde engel olarak nitelemek suretiyle onların ‘kişilik hakları’na saldırmaktaydı.

Söz konusu yazısında Hüsnü Tuna şöyle diyor:

‘Karara 13 yargıcın muhalif kalması, (...) insan haklarına ‘yargıç bakışı’ açısından ümit kırıcı olduğunu düşünüyoruz. ‘Ret’ gerekçelerine, ilmi, hukuki niteliği olan gerekçeler yerine ‘Sivas olayları’ gibi ideolojik saplantıları çağrıştıran gerekçelere sığınılması, hukuk adına, özgürlüklerin insan haklarına uygun olarak yorumu adına kaygı verici ve kayıp olduğunu düşünüyoruz. Ne var ki bu durağan, değişime direnen anlayışın daha fazla sürdürülmesine imkan olmadığı, süreç içerisinde tasfiye olacağına da inanıyoruz.’

İmdi, eğer Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Tuna’nın yazısında var olduğunu düşündüğü hakareti bu satırlarda bulduysa, yanlış yaptığı açıktır. Çünkü, burada dile getirilen sadece sert bir eleştiridir, bunu hakaretamiz olarak nitelemenin hukuki geçerliliği yoktur.

Öte yandan, bu eleştirinin davacı yargıçların ‘kişilik hakları’yla da bir ilgisi bulunmamaktadir. Aksine bu tam da yargıçların ‘kamusal kişilik’leriyle ilgili bir meseledir ve bu kişilikler de kamunun (herkesin) eleştirisine açık olmak zorundadır. Yargıçlar bu kimlikleriyle kişisel işlerini görmüyor, kamu adına iş görüyorlar. Eleştiriye açık olmasalardı yargıçları başına buyruk ve ‘layusel’ otokratlar olarak tanımlamamız gerekirdi.

Ama eğer Türkiye, Anayasasında yazdığı gibi bir ‘hukuk devleti’ ise, böyle olmamak gerekir. Açıktır ki, hukuk devleti hakimlerin hak-hukuk tanımayacak ve hiçbir sekilde sorumlu tutulamayacak derecede sınırsız bir otoriteye sahip olmaları demek değildir. Bu bakımdan Hüsnü Tuna’nın eleştirisi ‘haksız fiil’ olmak şöyle dursun, aksine kamunun ilgisini yargıçların görevlerini layıkı vechile yerine getirip getirmedikleri noktasına çektiği için, kamu yararına hizmet etmiştir.

Ama bana sorarsanız, bu gibi teknik hukuk meselelerine dalmaya hiç gerek yok. Besbelli ki yargıçlar eleştirilmekten hazzetmiyorlar. Dahası eleştiri onları kızdırıyor, hiddete sevkediyor. Kendileri gibi hukukçu bile olsa, ‘kürsünün aşağısı’ndaki bir vatandaş tarafından eleştirildikleri zaman o ‘küstah’a haddini bildirmek istiyorlar. Nasıl olsa vatandaşın sığınacağı, çare arayacağı başka bir merci olmadığını iyi biliyorlar.

Bu vesileyle, ‘çağdışı’ bir metne atıfta bulunmanın yararı olur mu bilmem ama ben yine de Yargıtaycılara Mecelle’nin ‘hakim’ tanımındaki ‘mekin’ sıfatını hatırlatmak isterim. ‘Mekin’ hakim vakarlı, ağırbaşlı, temkinli, sakin ve oturaklıdır. Sukunetini kaybetmez, hiddete kapılmaz, fevri davranmaz o. Ona öfke yakışmaz.

Bizim sahiden de böyle hakimlere ihtiyacımız var.

Star, 23.2.2008

Mustafa Erdoğan

24.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri