Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Hıristiyanlar Said Nursî’den ne öğrenebilir?

Türkiye bir çok yönden Batı’nın bir prototipidir. Buna rağmen, Batı’nın 550 yılda yaptığı şeyi, Türkiye 100 yıldan az bir sürede yüklenmek durumunda kaldı. Yirminci yüzyılın başlarında, Türkiye Osmanlı İmparatorluğu’nun kalbinde yer alıyordu. Osmanlı ki; 1281 yılında temelleri atılmış ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar varlığını sürdürmüştür. 1923 yılında cumhuriyetin kuruluşuyla, Mustafa Kemal Türkiye’yi çağdaş bir Avrupa ülkesi konumuna yükselteceğini ilân etti. Sonradan kendisine verilen ismiyle Atatürk’e göre, hedefleri piyasaya dönük ekonomi ile bilimsel, teknolojik ve kültürlü bir ülke inşa etmekti. Fakat bunun gerçekleştirilmesi için önünde bir engel ve problem olduğunu düşünüyordu: İslâm.

Atatürk’e göre problem, dinin bilim ve çağdaşlığa ters olmasındaydı. İşte böylesi karşıt bir atmosferde, Bediüzzaman Said Nursî yolculuğuna başlamış, bu yolculuk Osmanlı’nın son döneminde, Birinci Dünya Savaşı’nın trajedili yıllarına uğramış ve 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin agresif seküler iklimine kadar sürmüştür. Nursî’nin mücadelesi, inancın modernite ile yapıcı bir şekilde bir arada bulunabileceğini göstermekti. Bu makalede benim anlatacağım da Risâle-i Nur’un kat ettiği mesafelerdir.

Şimdi, Avrupalı Hıristiyanlar benzer problemlerle yüzyüze gelmişlerdir. Her ne kadar Hıristiyanlar da uzun bir süre seküler dünya ve çağdaşlaşma ile uyum sağlamak için mücadele verdilerse de, pek de başarılı oldukları söylenemez. Bu sebeple benim bu makaledeki amacım, Said Nursî’nin yaklaşımını analiz ederek, Hıristiyanların ondan neler öğrenebileceğini ortaya koymaktır. Böylece Hıristiyanların ondan alacağı dört adet ders olduğunu göreceğiz.

BİRİNCİ DERS: SAĞLAM DURUŞ

Hıristiyanların çağdaşlaşmaya tepkileri oldukça agresif olmuştur. Biz David Hume ve Immanuel Kant’ın tesirinde kaldık. Metafiziğe olan güvenimizi tamamıyla kaybettik. Allah’ın varlığına dair delillerin geçersiz olduğuna kanaat getirdik. Oysa, Batı felsefesi, metafiziği ispatlanamaz ve mânâsız olarak niteleyen mantıkî pozitivizmin çıkmaz yolunda iflâs etmiştir. Ancak, Hıristiyanlar arasında bu şüphecilerin haklı olduğunu ve bunun Hıristiyanlığın yeni bir formuyla uzlaştırılabileceğini düşünenler olabilirdi. Bu ekstrem olarak şu mânâya geliyordu: Bazı Hıristiyanlar, İlâhî takdir ve tesirin imkânsız olduğunu ve böylece Allah’ın objektif bir gerçeklik olmaktan çok, ancak bir sembole dönüşeceğini kabul edeceklerdi.

Nursî ise, bunun tam tersi bir taraftaydı. O modernizmin kuşkuculuğuna teslim olmak yerine, onunla amansız bir mücadeleye girmeyi tercih etmişti. Sözler adlı eserinde Nursî, “düzen argümanı” ile karşımıza çıkıyordu: Tıpkı ihtişamlı ve güzel bir evin bir mimara ihtiyaç duyduğu gibi, Nursî diyordu ki:

Bütün kâinat aynı zamanda sonsuz bir Ustaya, herşeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir San’atkâra ihtiyaç duymaktaydı:

“Öyle de, şu kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir Sânî ister. Çünkü, şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır ki, ay, güneş lâmbaları, yıldızlar mumları, zaman bir ip, bir şerittir ki, o Sânî-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp gösteriyor.”

Nursî’ye göre, ateizmin problemi dünyaya yeterince hayret nazarıyla bakmamasıydı. Bilim tarafından bütün detaylarıyla ortaya konulan dünyadaki düzen, her haliyle bir Yaratıcıya işaret ediyordu. Biz tasarlanmış bir dünyada yaşıyorduk.

Nursî, burada teizmi savunuyor falan değildi. Onun amacı, tam anlamıyla İslâmı savunmaktı. Nursî’ye göre, İslâm, Allah’ın varlığını ve O’nun insanlardan isteklerini açıklayan son, kesin ve en mükemmel dindi. Meselâ, Nursî Hazreti Muhammed’in ehemmiyetini anlatırken der ki:

“Rahmân-ı Rahîm olan Allah’ın, Furkan-ı Hakîmi Arş-ı Azîmden üzerine indirdiği zât olan Efendimiz Muhammed’e (a.s.m.) ümmetinin iyilikleri adedince milyon salât ve milyon selâm olsun. Risâletini İncil, Tevrat ve Zebûr’un müjdelediği; nübüvvetini doğduğundan hemen önce ve doğumu ânında meydana gelen hârikulâde hallerin, cinnî hâtiflerin, insanlardan evliyâ ve kâhinlerin haber verdiği; işaretiyle ayın ikiye bölündüğü Efendimiz Muhammed’e (a.s.m.) ümmetinin alıp verdiği nefesler sayısınca milyon salât ve milyon selâm olsun.”

Said Nursî, İslâm’ın gerçekliğini ispat eden bir çok rasyonel argüman olduğunu söylüyordu. Yazılarında sıkça dile getirdiği şeylerden biri de Kur’ân’ı okuyan herhangi birinin onun İlâhî bir kaynaktan geldiğini hissetmesiydi. Gerçekten de Kur’ân’ın okuyanlar üzerindeki etkisi olağanüstüydü ve Nursî bu gerçeği, Kur’ân’ın İlâhî kaynaktan geldiğini ispatlamak için bir ‘reductio ad absurdum’ argüman (olmayana ergi, üçüncü ihtimalin dışlanması) olarak kullanır. İnsanların hepsinin inanmasalar da Kur’ân’ın diğer bütün kitaplardan farklı olduğunu kabul ettiklerini belirten Nursî şöyle devam eder: Ya Kur’ân umumunun altındadır veya umumunun fevkinde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhâl olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise, Kur’ân umum kitapların fevkindedir; öyle ise mu’cizedir.”

Nursî’ye göre, kişinin duruşu sağlam olmalıdır. Eğer inancınızı size muhalif olan bir kültürde ispatlamak istiyorsanız, onu sonuna kadar savunmalısınız. Modernitenin usanmak bilmez kuşkucu faraziyelerine teslim olmak gidilecek yol değildir.

İKİNCİ DERS: ÖZE BAĞLI KALARAK DEĞİŞİM

Said Nursî, halifeliğin M. Kemal tarafından kaldırıldığı bir dönemde yaşadı. Tabiî olarak bu İslâm’ın yapısıyla ilgili şüpheleri provoke eden bir durumdu. İslâmiyet için Müslüman bir ülkede yaşamak hayatî bir öneme sahip miydi?

Nursî’nin bu duruma yaklaşımı oldukça ilginçti. Öncelikle İslâm şeriatını tamamıyla bir devlet şeriatı olarak yorumlamanın yanlış bir yaklaşım olacağını açıklamakla başladı. Nursî açıkça dedi ki: ‘Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler..’

İslâmî kurallar gerçekten de Allah, hayat, ahlâk ve insanî faziletlerle ilgilidir. Nursî’nin de dediği gibi, birinci derecede siyasî meselelerle alâkalı değildir. Ayrıca, Nursî şunu da kaydeder ki; siyasî meselelerde faziletli olmak oldukça zor bir ihtimaldir. Bütün bu gerekçeler de zaten Nursî’nin siyasetten kaçış sebeplerini ortaya koymaktadır.

Nursî, siyasî meselelerin ortasında kalmaktansa, hayatını Kur’ân ve imanı anlatmaya adamayı tercih eder. Hayatını bir kaç sene güzel yaşamayı sağlayacak dünya hayatına heba edeceğine, sonsuz olan hayata vakfetmeyi uygun görür.

Nursî’nin burada dikkati çekmek istediği nokta siyasetin bu zamanda fesat ile eş anlamlı hale gelmiş olmasıdır. Böylece o şeriata en güzel hizmet edebileceği noktada, İslâmî inancı ve Kur’ân’ı insanlara anlatabilme noktasında bulur kendini. Buna ek olarak Nursî, İslâm’ın siyasî amaçlar için kullanılmasına asla tahammül göstermemektedir. Bu sebeple “Kur’ân’ın elmas hakikatlerini siyaset ile kirleterek, sıradan camları elmaslarla değişmeyeceğini” ilan eder.

Buna ek olarak Nursî, gayr-i Müslimlerle de bir problemi olmadığını deklare eder. Meselâ, kendisine “Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?” şeklinde bir soru sorulduğunda gayet soğukkanlılıkla şunları söyler: “Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükümet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı Müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevî riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı Müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiye’den aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip, bini kazanan, zarar etmez.

Nursî açıkça laik devlet düzeni altında kusursuz ve mükemmel bir şekilde Müslüman olunabileceğini görmüştür.. İlginç bir şekilde Nursî, gün gelip de insanların Kur’ân’ın eşsiz güzelliğini anlayacağı ve devlet yapısının kendiliğinden Kur’ân hakikatlerine dönüş yapacağı konusunda Allah’a güven duymaktadır. Fakat o güne kadar, asıl vazife imanlı birer Müslüman olmaktır.

Nursî’nin bu tavrı öze bağlı kalarak değişimin model bir örneğidir. Bu modelde İslâm’ın bütün çekirdek hakikatleri aynen muhafaza edilmiştir. O Türkiye’de yaşayan Müslümanları devletin yapısında yapıcı bir rol almaya dâvet etmiştir. Ben de Hıristiyanların bu yaklaşımdan büyük ders alması gerektiğini düşünüyorum.

ÜÇÜNCÜ DERS: İNANCINIZIN

DOĞRULUĞUNU ŞİDDETE SAPMADAN SAVUNMAK

Hıristiyanlık’ta da, İslâmiyet’te de dinin mesajının şiddet ile yayılabileceğini düşünen taraftarlar mevcuttur. Said Nursî ise şiddetin kullanımının Allah inancına bir ihanet olacağını düşünüyordu. Ve onun bu düşüncesi detaylarıyla incelenmeye değer bir düşünceydi.

Nursî’ye göre, sadece zayıf olanlar şiddete başvurur. İslâmiyet ise öyle güçlü argümanlara ve delillere sahip ki, zafere ulaşması için başka şeye ihtiyacı yoktur.

Nursî, Müslümanlara İslâmiyet’in güzelliğini ve doğruluğunu gayr-ı Müslimlere karşı gösterme çağrısı yapmıştır.

Hıristiyanların da inançları konusunda kendilerine bu denli bir güvene ihtiyaçları vardır. Ancak biz Hıristiyanlar Aydınlanma Çağı’nda bu konuda da yara aldık. Delil ve mantık konusunda kendimize güvenimizi tamamıyla kaybettik.

DÖRDÜNCÜ DERS: İNANÇLA

HAYATI BÜTÜNLEŞTİRMEK

Bu makale Risâle-i Nur’un metotları üzerine odaklanmıştır. Ancak Hıristiyanlar sadece Risâle-i Nur’un metodundan değil, aynı zamanda muhtevasından de faydalanabilirler. Biri bir kere Bediüzzaman Said Nursî’nin dünyasına girmeye başladı mı, bilhassa Hıristiyanlar, orada modern çağın zorluklarına göğüs germeye yarayacak argümanların yanı sıra, hatta onlardan ziyade, herhangi bir kulun ihtiyacı olan bilgeliği de bulacaktır. Said Nursî hayatı inançla birleştirecek bir iksire sahiptir.

SONUÇ:

İnançlar arası diyalogdan korkanlar, ancak hayal gücü zayıf olanlardır. Onlar belki dinlerine olan inançlarını kaybetmekten korkuyor olabilirler. Ya da ayrışma ve çatışmalardan da korkuyor olabilirler. Bunun yanında aşırı derecede uzlaşmadan da korkuyorlar. Ancak gerçek şu ki; bir kere diyaloğa başladılar mı, bunun gerçekte böyle olmadığını göreceklerdir.

Ben dinime derinden bağlı bir Hıristiyan olarak, böyle bir diyaloga hep sıcak baktım. Ben, inancımı kaybedeceğimden de asla korkmadım. Bu konuda en güzel örneğim ise Bediüzzaman’dı. Onun inancına bağlılığını hep örnek almışımdır. Onun problemler karşısındaki yapıcı tutum ve fedakârlığına da her zaman hayranlık duymuşumdur. Onun hakkında incelemelerim sonunda şunun farkına vardım ki; Nursî inanca bağlılık ile değişim arasında muhteşem bir denge kurmuştur. Hıristiyanlar Risâle-i Nur’da bulunan derin hakikatleri detaylıca incelemeli. Nursî’nin Allah’a bağlılık çağrısı beni de tesiri altına aldı. Nursî ile karşılaşmakla Allah hakkında çok şey öğrendim diyebilirim. Bu karşılaşmam aslında şaşırtıcıdır. Ben Said Nursî ile karşılaştığım için çok mutluyum. Onun sayesinde kendim hakkında, İslâm hakkında ve özellikle de Allah hakkında çok şey öğrendim.

Umut YAVUZ

23.03.2008


Sözler'ini okudum, hayatım değişti

Eserleri ve düşünceleriyle, milyonlarca insanın

hayatına anlam katan Üstad’a… Ziyaretine

beklediğiniz o bahar hediyelerinden birinin

nacizâne armağanıdır bu yazı… Binler fatihalarla…

GEserleri ve düşünceleriyle, milyonlarca

insanın hayatına anlam katan Üstad’a…

Ziyaretine beklediğiniz o bahar

hediyelerinden birinin

nacizâne armağanıdır bu yazı…

Binler fatihalarla…

ençliğe yeni adım attığım yıllardı. Sanırdım ki, liseyi, üniversiteyi bitirecek bir meslek sahibi olacak ve ardından sonsuz huzur ve mutluluğu yakalayacaktım. Öyle sanırdım. Çünkü hayallerim, ideâllerim buraya kadardı. Çok geçmeden bu düşünce ve bu plânda bir şeylerin eksik olduğunu fark ettim. Bir kere hayat çok kısaydı, arzu ve isteklerimin ise, sonu yoktu.

Çalışıp çabalamak, sonunda bir şeyler başarmak ve kendini ispatlamak önemliydi. Ama daha da önemli şeyler olduğunu gördüm… Hiç beklenmedik bir anda, ardı ardına gelen vefatlar, kazalar, hastalıklar, v.s. hayatımı alt üst etti. Uykularımı kaçırdı, ağız tadım bozuldu. İşler gönlümce yürümüyordu. Hayat istediğim gibi gitmiyordu ve gitmeyecekti de… Benim küçük plânımdan daha büyük ve İlâhi bir plân vardı. Bunu sezinleyebiliyordum.

Ne olacaktı, peki ne yapacaktım? Bu işin sonu neydi? Durup, düşünmem gerekiyordu. Öyle de yaptım. Bu durulma, bu kendimi yeniden tanıma dönemi ile, yeni fırsatlar doğdu.

Yaratılışımızın gereği, her insan gibi benim de tutkularım, arzularım ve hayattan beklentilerim vardı. Herkes bir şeylerin peşindeydi. Bir şeyler arıyordu ve ona ulaşmak istiyordu. Ama gerçek aradığımız şey ve ortak noktamız ise, sürekli bir huzur, biteviye bir mutluluktu. Bu neredeydi, buna nasıl ulaşabilecektik? Sadece kendimize karşı değil, bütün insanlığa karşı da görevlerim vardı, bu da unutulmamalıydı.

Kendi imkân ve ölçülerimiz içinde kazandıkça seviniyorduk, sonra bu da bir tür alışkanlığımız oluyordu işin kötüsü. Bu defa da yenilerinin peşine düşüyorduk. İşte o zaman bir kısır döngüye dönüşüyordu hayat, ardından bir tatminsizlik başlıyordu. Şikâyetler çoğalıp, şükürler azaldığında, hayat yaşanmaz ve çekilmez bir hâl alıyordu. Elimizde bulunan ve sahip olduğumuz onca nimetin farkına varmaktı aslolan. Bu kolay olan yolu, biri göstermeliydi bize.

Gözümüze çarpmayan nice küçük ve minik ayrıntılar, bir bir sevincin ve mutluluğun kaynağı niye olmasın ki? Bu perdeyi sıyıracak bir el gerekliydi bize.

Gençliğimin en güzel günleriydi. Günler, geceler boyu okuyor, bu sorulara bir cevap arıyordum. Kucak dolusu kitapla yatıp kalkıyordum. Ama hiçbirinde aradığım o kabuksuz öz yoktu. “Neden” ve “nasıl”lar ile oyalıyordu beni kitaplar. “Kim” ve “niçin” sorularıyla uğraşılmıyor, üzerinde bile durulmuyordu. Artık iyice bunalmaya başlamıştım. Bitap düşmüştüm…

Sığınacak bir liman, eve tutunacak bir dal arıyordum. Hızır gibi yetiştin, baharla geldin, rahmet getirdin. Dalım oldun, çiçeğim, balım oldun. Benliğimde ne varsa aldın, hayatının içine kattın. Sadece bir ben değildim bunu yaşayan. Milyonlarca insanın yaşadığı ve tattığı bir gerçekti bu.

Bu güzelim dünyada, görmem gereken işaretler vardı. Elimden tuttun, görmem gerekenleri gösterdin.

Unutulmuş eski, artık bir şehirdi ruhum. İçimde sonsuz güzellikler vardı keşfedilecek, en değerlileri, en derinde, kalpteydi. İçimdeki sevgiydi o. Elim oraya da erişti. O günleri hatırlıyorum şimdi… Ashab-ı Kehf misâli uykuda olduğum o günleri. Ve o geceyi hatırlıyorum. Bir hastane odasında bir başına acılar içinde kıvrandığım o geceyi. Son nefesimi verir gibi inleyip, şükür ki, o mübarek kelime-i şehadeti söyleyebilip de gözlerimi bir daha hiç açmamak üzere kapadığımı sandığım o dehşetli geceyi hatırlıyorum. Saatler sonra uyandığımda ağır bir ameliyat geçirmiş gibi hissediyordum kendimi. Gözlerimi açtığımda her şey değişmişti sanki. Dünya aynı dünyaydı, ama ben artık asla aynı ben değildim. Eşyaya ve olaylara bakışım tamamen değişmişti. Sanki üzerimde esrarlı bir el gezinmişti. Nasıl olmuştu bütün bunlar? Rabbimden başka bilen yok. Hayretteyimdir hâlâ… Ve sonra bir kitap, bir insanın hayatını sil baştan nasıl değiştirebilir, yeniden yaşama azmi ve ümidiyle o insanı nasıl doldurabilirdi ki, buna da hayret edecektim. Ama olan olmuştu. Yaşadıklarımın hepsi gerçekti. Madem yeniden doğmuştum hayata, öyleyse yaşadığım günlerin hakkını vermeliydim. Anlamlı kılmalıydım hayatımı. Çok çalışmam gerekiyordu. Benim durumumda olan binlerce, milyonlarca insan vardı. Elveda boş yıllar, elveda aldanış. Merhaba yeni gün, merhaba yeni hayat.

Yıllardır bir yardım bekliyordum, imdadıma koşacak birini arıyordum. Rabbim nasip etmişti nihayet. Önce kendimden tıpkı senin gibi nefsimden başlayıp yola koyulmam gerekiyordu.

Erik ağaçlarının çiçek açtığı bahar sabahlarının birinde, iki eskimeyen dostum ellerinde bir kitapla çıkageldiler. Seni anlatıyordu bir kitap. Hayatını, davanı. Daha birkaç satır okur okumaz içimin ürperdiğini hissettim. Her sözünü kendimin bildim. Sayfalarını karıştırınca, şu cümlelere ve bir resme takıldı kaldı gözüm. O cümle şuydu:

“Risâle-i Nuru anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgûl oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim; hatta bu hususta bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum…

Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu (…) Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım; çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur” diyordun.

Ne ateşîn ifadelerdi bunlar. Eski Yunan ve Batı felsefesini biraz olsun okumuş olmanın da etkisiyle derinden sarsılmıştım. Her şeyi anlatmaya yetiyordu bu sözler. Önümde sıradan bir insan ve sıradan bir eser yoktu. Karşımda bir dağ vardı. Bu dağ aşılacak değil sığınılacak bir dağdı. Hira gibi, Sevr gibi… “Bismillah” dedim. Her hayrın başı olan bu mübarek sözle başladım. Önce, kendi mağaramdan çıkıp onca yılın, köhnemiş fikirlerin içinden sana, senin taptaze, bahar kadar güzel, cennet gibi şirin iklimine yürüdüm. Zordu, ama her zorlukta iki kolaylık vardı. Sabır ve sebat gösteren için Rabbimden ışıl ışıl bir müjde vardı. Bir de kitabın içindeki bir resme takılıp kaldım. Ne kadar da güzeldi, efsunluydu gözlerin, ruhumu okuyordun sanki. Davetkâr bakıyordun. Büyük bir heyecanla hayatını ve eserlerini öğrenmeye, okumaya koyuldum. Önümde 12 ciltlik ve 6000 sayfalık bir umman vardı. Sezai Karakoç Bey’in ifadesiyle bu kitaplar; “Tek başına bir İslâm kültürü külliyatıydı.” Çok şükür aradığımı bulmuştum. Yaralarıma merhem olmuştu. Evet; işimiz kolay değildi. “Nefis cümleden edna, vazife cümleden alâydı.” Ancak bütün zorlukların üstesinden gelmeye yetecek bir ruh ve heyecana sahibiz. Gerekli sabrı ve fedakârlığı gösterebilirsek yarınlar çok daha güzel olacaktır.

Hayatı benim gibi bir sözle değişen ve değişecek olan herkese, şimdiden merhaba…

Not: Yine bu gazetenin “Elif” adlı haftalık kültür ilâvesinde, yıllar önce ilk yazım yayınlanmıştı. 32 yıl sonra yine buradan sevgili okuyucularımıza taze bir merhaba diyerek, duâlarını bekliyoruz...

Selim GÜNDÜZALP

23.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri