Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Çoğunluğun din özgürlüğü

Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Brüksel’de yaptığı “Türkiye’de sadece gayrimüslim azınlıklar değil, Müslüman çoğunluk da dinî özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor.” demesi bu özgürlüğün hiçbir zaman olmasından ve kullanılmasından yana olmamış çevreler tarafından büyük tepkiyle karşılandı. CHP bir adım daha atarak “Babacan’ın istifasını” istedi.

Belirtmek gerekir ki, Ali Babacan’ın söyledikleri ne gerçeğin tahrifidir ne de sahip olduğu siyasi görüş doğrultusunda bir değer hükmü açıkladığı anlamına gelir; sadece bir durum tespitidir. Bu durumu tespit etmiş olması, malumun ilamından başka bir şey değildir. Bunu son bir iki sene zarfında defalarca AB yetkilileri de dile getirmişlerdir; çünkü Türkiye’yle ilgili daha yakından, somut ve arazide gözlemler yaparak bilgilere sahip olmaya başlamışlardır. Başka bir ifadeyle AB, Türkiye’de olup biteni çok iyi biliyor, siz istediğiniz kadar vitrinle ilgilenin, AB, içerisiyle ilgilidir, içeride köklü düzenlemelerin yapılmasını istemektedir.

Babacan’ın söylediklerinin niçin bu şiddette tepkilere yol açtığını anlamak zor değil. Tepkilerin “aktüel” ve “yapısal” olmak üzere iki sebebi var: Aktüel sebep, TBMM’de çoğunluğu elinde bulunduran AK Parti’nin, muhalefet partileri MHP ve DTP’nin de desteğini alarak başörtüsü ile ilgili anayasal düzenleme yapması ve bunun partinin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne gitmiş olması. Dava önümüzdeki günlerde görülecek, başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasını öngören düzenlemeyle ilgili iptal davası da önümüzdeki hafta ele alınacak. Konunun, Türkiye’deki iç siyasi çekişmelerin dışında AB’nin çeşitli platformlarında ele alınıyor olması, yasaklardan yana olan çevreleri derin bir şekilde rahatsız ediyor.

İkinci sebep, aktüel olandan daha önemli. Zira, Türkiye ile artık işi ciddiye almak durumunda olduğunu anlamış bulunan AB -bana sorarsanız Sarkozy hepsinden daha çok ciddiyetin farkında-, kendisine avlusunu açacağı Türkiye’nin evinin içinin elden geçirilmesini talep ediyor. Türkiye’nin en önemli yapısal sorunlarından biri, -aslında gizli gündemde her zaman birinci sorunu- “din-devlet ilişkisi” ve “laikliğin anlaşılma ve uygulanma biçimi”dir. Avrupa’dan alınmış olduğu iddia edilen bu laikliğin dünyada eşi benzeri yoktur; resmen anayasalarında yer almış olsa bile ne Fransa ve Güney Afrika’da ne Hindistan ve Meksika’da böyle bir laiklik anlayışı mevcuttur. AB, bu sorunu tarih içinde ve yapısal düzenlemeler yaparak bir zemine oturtmuş bulunuyor. Geriye “din ve vicdan özgürlüğü”nün korunması ve en geniş kapsamda kullanımı meselesi kalmıştır. Tabii ki AB, Türkiye’de kilise-devlet ayrılığı olmadığını, teokrasi peşinde olan ruhban sınıfı bulunmadığını çok iyi biliyor. İslam dininde olmasa bile, Cumhuriyet döneminde kurumsal bir varlık olarak icat edilen “din adamları”nın tamamı 557 sayılı kanuna bağlı devlet memurlarıdır ve Babacan’ın durum tespitiyle ilgili olarak devletin din-diyanet kurumunun başındaki en yüksek bürokrat dahi “Din işlerini siyasi işlerle bir arada ele almayalım” demekte, üstü kapalı devletin Dışişleri Bakanı ile aynı kulvarda kanaate sahip olmadığını ima etmektedir. Böyle olmakla beraber, AB’nin öne çıkardığı iki konu var: Biri her ne olursa olsun Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğünün korunmasını sağlamak, standartları AİHS’nin seviyesine çıkarmak. Diğeri, her gelişmenin ve reformun önünü tıkayan “jakoben laiklik”in -artık buna laikçilik deniyor- “demokratik laiklik”le yer değiştirmesini sağlamak. Bizim jakobenlerimiz “ben yaptım oldu” diyor, “ucube bir Bizantizm”i Avrupa pazarında “laiklik” diye satmaya çalışıyorlar. Tereciye de tere böyle satılmaz ki.

AB açısından bu iki konu hayati derecede önemlidir, zira Müslüman çoğunluğun dünyasını cendereye sokan bu iki alanda rahatlama sağlanmadıkça ne azınlıkların hayatında bir iyileşme olur, ne Türkiye AB’ye üye olabilir. Bu yüzden öteden beri, süren gerilimin “AK Parti” ile “bürokratik merkez” arasında değil, “AB” ile “jakobenler” arasında sürdüğünü söylüyorum.

Zaman, 31.5.2008

Ali BULAÇ

01.06.2008


 

Şükürler olsun, Türkiye yine devrede

Yine hükümetin dünya barışına kendini feda ettiği bir döneme girdik. Sevinçten ne yapacağımızı şaşırdık. Beni esas şaşırtan bu konulara hâkim uzmanların ve gazetecilerin sevinciydi. Başarıya ne kadar da susamışız. Pire deve yapıldı, Türkiye’nin dillere destan ağırlığı, önemi, devliği, merkez ülke olması ve saygınlığına methiyeler düzüldü. Basının siftah başlayan her işi bitmiş gibi gösterme alışkanlığı sayesinde okuyan, duyan Golan Tepeleri Suriye’ye iade edildi ve İsrail ile Suriye arasında barış anlaşması imzalandı sandı. Dev Türkiye’nin devasa sorunları konusunda dişe dokunur bir tek gelişme yokken bu coşku neyin nesi?

BARIŞ MI, TÜRKİYE’NİN ÖNEMİ Mİ?

(...) Ufukta bir Nobel Barış Ödülü hedefi varmışcasına inat ve inançla bu mesele gündemde tutuluyor, dışişleri meşgûl ediliyor. Son gelişmede İsrail ve Suriye yönetimlerinin talepkârlığı kadar Ankara’nın da ‘haydi bizden birşeyler istesenize’ telkinleri olduğu izlenimi aldım.

Hafta başında bir akademik toplantı nedeniyle bulunduğum İsrail’de ‘barış’ konusuna ister istemez girildi. Edindiğim umumî intiba şu: İsrailliler (hükümet değil) ABD dahil üçüncü tarafların bu derin meseleleri çözebilecekleri kanaati taşımıyor. Hele Türkiye gibi kendisi sorun küpü olan bir ülkenin aracılığına bıyık altından gülüyorlar.

Nitekim burada zafer çığlıkları atılırken 25 Mayıs tarihli Jerusalem Post İsrail’in Suriye’den istediği Hamas ve Hizbullah ile olan bağlarını koparması önkoşulunun Suriye tarafından reddedildiği haberini veriyordu. (...)

Suriye’ye gelince, görüşme talebi akılcı mutedil kanadın başarısı olarak yorumlanıyor. Ne âlâ, ancak Lübnan’daki ağırlığını her durumda sürdürmek konusunda kararlı Suriye’nin bir yanda İsrail’le barışıp diğer yanda Lübnan hedefiyle Hizbullah ve İran ile eskisi gibi devam etmesi nasıl düşünülebilir?

TIKANMIŞ SİYASETLER

Sonuçta önemli olan süreci doğru okuyabilmek. İsrail ve Suriye farklı yollardan ama benzer nedenlerden tıpkı bizim Kıbrıs konusunda olduğu gibi ‘çözümsüzlük çözüm değildir’ aşamasına varmış gibi gözüküyorlar. Her iki ülkenin yönetimi de sıkıntılı, nefes alma ihtiyaçları aşikâr.

2006 sonbaharında İstanbul’da yapılan bir toplantıda Kissinger, daha yeni sona ermiş Hizbullah-İsrail savaşı konusunda kendisine yöneltilen ‘bundan sonra ne olur?’ sorusuna kimsenin beklemediği bir biçimde ‘İsrail 1948’den bu yana ilk kez yenildi, ne olacağı konusunda kesin bir öngörüye sahip olmak zor’ deyivermişti. 60. yılını idrak eden İsrail Devleti’nin savaş yorgunu olması ve sadece Suriye ile değil bütün komşularıyla barış istemesi doğal. Türkiye’ye gelince, arabuluculuk yapmaya soyunduğu bölgede Kürt ve Ermeni meseleleri dolayısıyla çözümün değil sorunun parçası olması işini zorlaştırmıyor mu? Misâlen, İran’ın bu girişime gayet soğuk yaklaştığı düşünüldüğünde, İsrail ile olan kavgasında Suriye’yi kaybetmek istemeyen Tahran’ın Kürt meselesinde neler yapabileceği ne kadar hesaba katılmıştır acaba?

Aslında İsrail ve Suriye kadar Türkiye’nin de bu görüşmelere ihtiyacı var. Hiç olmazsa barış nasıl olur öğrenmek ve alıştırmayı kendi barışlarına uygulayabilmek için. Önce yurtta, sonra belki cihanda sulh!

Vatan, 31.5.2008

Cengiz AKTAR

01.06.2008


 

Pavel Constantin / ROMANYA

01.06.2008


 

Bir avuç azınlık ve haklarımız

Hiç değişmeyen şablon bir kez daha tekrarlanıyor. İktidarın herhangi bir yetkilisi veya onu devirmeye çalışanların karşısında yer alan bir kişi farklı yansıtılabilecek bir söz mü söyledi ya da kendisini kötü durumda göstermeye yarayacak bir eylemi mi oldu o kişinin, derhal üzerine üzerine gidi-liyor...

Bu salvodan son nasibini alan Dışişleri Bakanı Ali Babacan. Babacan Avrupa Parlamentosu’nda konuşurken, muhtemelen azınlıklarla ilgili bir sıkıştırma sorusuna cevap teşkil etsin diye, “Türkiye’de Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorun yaşıyor” demiş. Sen misin bunu söyleyen! Bakan Babacan’ı dediğine pişman etmek için ölümüne saldırıyor CHP’li kalemler...

Dün, biri, “Yalan söylüyor” dedikten sonra şu soruları sıralıyordu: “Bu ülkede namaz kılmak mı yasak? / Hacca gitmek mi yasak? / Zekât vermek mi yasak? / Toplu halde dua etmek mi yasak? / Cami kurmak mı yasak? / Sünnet mi yasak? / Cenazeleri İslami esaslara göre toprağa vermek mi yasak? / Kur’an kursları mı yasak? / İmam hatip liseleri mi yasak? / İlahiyat Fakültesi mi yasak?”

Bir başkasının “Böyle bir iftira görülmedi” başlığı altında sorduğu soruları da en az yukarıdakiler kadar anlamlı: “Bu ülkede kapalı cami mi var? / Namaz kılmak isteyene mani olan birini biliyor musunuz? / Hacca gitmek isteyen insanın önünü kim kesiyor? / Fitre ve zekât vermek isteyip de veremeyene mi rastladınız? / Kelime-i şehadet getirmek isteyenin ağzını biri mi kapatıyor?”

Bu arada ‘çirkin cami yapma özgürlüğü’, ‘dini gırtlağına kadar siyasetin batağına sokma özgürlüğü’, ‘para toplayan bezirgân’ imajları da aynı kalem tarafından hatırlatılıyor.

Bir başka kalem daha da acımasız; o da ‘cemaat yurtlarında geleceğin yobazlarının yetiştirildiği’, namazın ‘Yaratan’la kul ilişkisinden çıkartılıp İslâmi manifestoya dönüştürüldüğü’, ülkemizin ‘en çok camiye sahip’ ülke haline geldiği ve ‘cemaat gettoları’ kurulduğu eleştirilerini peşi peşine sıralıyor.

Bu sorulara ve eleştirilere muhatap olup da ‘otur oturduğun yerde’ hissine kapılmamak mümkün mü? Nitekim aynı kalemler, “Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor” diyen bakana bundan çok daha aşırı telkinlerde bulunuyorlar.

İyi de, bakanın olağanüstü masum ifadesinin üzerine gidenler, bir an geriye yaslanıp da, “Bakan Babacan acaba bizim bu tür karşı saldırılarımızdan söz ediyor olmasın?” diye kendilerine bir sorsalar ya! Bu itirazları kayıtlara geçirenler, yazdıklarıyla, Ali Babacan’ın söylediklerinin doğruluğunu tasdik etmiş oluyorlar...

Bakan Babacan’ın sözü doğru da, biraz daha aydınlatılmaya muhtaç. Şöyle deseydi, daha doğru olurdu: “Bugün Türkiye’de köşe başlarını tutmuş küçücük bir azınlık dışında hiç kimse yeterince özgür değil; her kesimden yükselen ‘daha fazla özgürlük’ taleplerinin karşısına hep aynı bir avuç insan çıkıyor.”

Gerçekten de, birileri ağızlarını “Kürt sorunu” diye açtığında da, başkaları “Ya Alevilerin hakları ne olacak?” sorusunu sorduğunda da boyun damarları hiddetten şişmiş bir halde ekranlara çıkan veya köşelerinden kin kusanlar hep aynı tipler. Daha önceki iktidarlar döneminde Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 163. maddeleri değiştirileceği zaman o iktidara gün yüzü göstermeyen, şu yakınlarda değiştirilmesi talep edildiğinde TCK 312. ve 301. maddeleri bizim insanımıza reva gördüğünü öğrendiğimiz tipler de aynı insanlar...

Az bile söylemiş Dışişleri Bakanı... Çoğunluğun hakları tehdit altında değilse şu son birkaç aydır neyi tartışıyoruz biz?

Bir avuç azınlık karşısında haklarını doya doya yaşayamayan çoğunluk bir tek Türkiye’de var.

Yeni Şafak, 31.5.2008

Fehmi KORU

01.06.2008


 

Yahudi anne ve Sarkozy

Geçenlerde İsrailli barış girişimcisi ve meslektaşımız Uri Avnery’nin yazısında bir anekdot okuduk. Çok hoşumuza gitti. Şöyle: Osmanlı’ya savaş açan Rus çarı seferberlik ilan etmiş. Bir Rus Yahudisi anne, oğlunu cepheye gönderirken öğütte bulunuyor: “Canım oğlum, sakın kendini fazla yorma. Bir Türk öldür, sonra bir kenara çekilip dinlen. Gücünü toplayınca bir Türk daha öldür, yine dinlen. Sonra bir Türk daha öldür...

Delikanlı dayanamıyor: Anne, ya Türk beni öldürürse?

Kadın şaşırıyor: Aaaa, niye öldürsün? Senin Türk’e ne kötülüğün dokundu ki!” Sarkozy’nin Türkiye’ye yaklaşımı da Rus Yahudisi anneden farksız.

“Le Point” dergisinin son sayısındaki geniş araştırmaya göre ruh hekimlerinin “Megalomanlık”tan “Narsistlik”e kadar uzanan bir dizi “Psikiyatrik” bozukluk teşhisinde bulundukları Fransa Cumhurbaşkanı için Türkiye bir “Obsession”, yani saplantı haline geldi.

Bir bakıyorsunuz, “Türkiye’nin AB’de yeri yok. Çünkü Avrupa’da değil. Bize okulda öyle öğrettiler” diyor. Ankara kaşını kaldırınca kötü niyeti olma dığı güvencesi vermek için hemen bir temsilcisini gönderiyor. Örneğin dış politika danışmanı Jean-Pierre Levitte’i: “Aldırmayın. Bu tür açıklamalara kafanızı takmayın. Geleceğe bakalım.” Bir süre geçiyor, Sarkozy’nin saplantısı yine depreşiyor: “Türkiye tüm kriterleri yerine getirse bile sorunu çözülmüyor.”

Türkiye’den sert bir tepki. Haydi bir tamirci daha Ankara’ya koşuyor. Örneğin Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner: “Türkiye-Fransa ilişkileri, tarihle perçinlenmiş bir ortaklığa ve her iki büyük ülkenin ortak stratejik çıkarlarına uyumlu bir şekilde huzurlu ve dengeli olmalı.”

Biraz ortalık yatışıyor. Sonra bir bakıyorsunuz, Sarkozy’nin talimatıyla Türkiye-AB müzakerelerinde 5 başlığa ambargo konuyor. Gerekçe: “Bunlar tam üyeliğe götürür.” Ve ardından Ankara’ya yeni bir gönül alıcı. Örneğin, Avrupa İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı JeanPierre Jouyet: “Kaygılanmayın, müzakerelere zarar vermeye niyetimiz yok.”

Sözde “İyi niyet elçisi” Paris’e dönüyor, ayağındaki çamur kurumadan Sarkozy’den yeni çelme. Bu kez AB’nin Türkiye belgelerinden “Katılım” sözcüğünü çıkartmaya kalkışıyor. Tabii peşinden de Ankara’da bir Fransız daha. Örneğin iktidar partisinin ağır toplarından Pierre Lellouche: “Gelecek için yeni işbirliği yolları açmaya geldim.”

Böyle sürüp gidiyor. Ama...

BUNUN BİR BEDELİ OLMALI

Fransa Ulusal Meclisi’nin önceki gün aldığı karar sabır taşını çatlattı, bardağı taşırdı. Kurumsal reform paketi çerçevesinde yapılan anayasa değişikliğiyle, “AB nüfusunun yüzde 5’inden fazla nüfusu bulunan ülkelerin tam üyeliğinin referanduma götürülmesi” koşulu getirildi.

Bu kriter sadece Türkiye’yi hedef alıyor. Zira gerek müzakereleri sürdüren, gerekse üyelik perspektifi verilen (Makedonya, Sırbistan, Karadağ, Arnavutluk, BosnaHersek, Kosova) ülkeler içinde bir tek Türkiye’nin nüfusu (70 milyon) AB’nin nüfusunun (450 milyon) yüzde 5’inin üstünde. İflah olmaz Türkiye düşmanları bu değişikliği yaparken sağduyu sahibi iktidar ve muhalefet milletvekillerinin uyarılarına bile aldırmadılar: “Bu koşullarda Türkiye’ye müzakereler götürülemez, çünkü sürecin sonunda kapıyı yüzüne çarpacağınızı ilan etmiş oluyorsunuz. Yalnızca bir ülkeye özel anayasa değişikliği yapılamaz. Anayasayı küçük seçim hesaplarına alet etmek utanç verici. Fransız diplomasisini korkunç bir tuzağın içine itiyorsunuz. 70 milyonluk bir ülkeye böyle muamele yapılamaz.”

Evet, 70 milyonluk ve de ulusal onuru her şeyin önünde gelen, Fransa’dan çok daha eski ve soylu tarihe sahip Türkiye bu muameleyi asla sindiremez, sindirmeyecek.

Ayrıca asla affetmeyecek. Dahası mutlaka ama mutlaka bedelini ödetecek.

Sarkozy de tıpkı anekdottaki Rus Yahudisi anne gibi şaşıracak: “Benim Türk’e ne kötülüğüm dokundu ki!”

Sabah, 31.5.2008

Erdal ŞAFAK

01.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır