Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Kemalist Cumhuriyet demokrasiyle aşılır

Anayasa Mahkemesi, hatırlanacağı üzere 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında kurulmuştur.

Anayasa Mahkemesi’nin resmi sitesinde ‘Meclisin yetkilerini kötüye kullanmasını engellemek’ için kurulduğu yazılıymış...

1960 İhtilaline kadar geçerli olan 1924 Anayasa’sında ‘Parlamento’nun üstünlüğü’ esastı.

Meclis, egemenliğini ortaksız kullanıyordu... ‘Parlamento’nun üstünlüğü’ 1924 Anayasası’nın en temel özelliği idi... Askeri darbeyle birlikte Meclis egemenliğine birçok ortak geldi... Onlardan biri de Anayasa Mahkemesi idi.

Mahkeme’nin kuruluşuyla ‘Meclis üstünlüğü’ sona ermişti. Mahkeme, 1961 yılında ‘Parlamento’nun yetkilerini kötüye kullanması durumunda denge oluşturmak için’ kurulmuştu...

***

Anayasa Mahkemesi’nin anayasayı çiğneyerek aldığı türban kararı, yasama ile yargı arasındaki anayasal ilişki açısından değerlendiriliyor.

Sağlıklı bir ülkede Anayasa Mahkemesi, yasama ve yürütmenin faaliyetini ‘anayasa’ açısından denetler... Bizdeki gibi kendini ulusal egemenliğin bir ortağı yapmaz... Çünkü oralarda ‘evrensel hukuk’ hákimdir.

***

Bizde ise asıl olan hukuk değil... Geçerli olan, içinde demokrasi barındırmayan ‘Kemalist Cumhuriyet’... Anayasa Mahkemesi neyi koruyor? ‘Kemalist Cumhuriyet’i’.

Peki ‘demokratik cumhuriyet’ ne olacak?

Demokrasi ne olacak?

***

İçinde bulunulan kriz, ‘tek parti cumhuriyetini demokrasiye karşı kalkan gibi kullanan’ anlayışın ‘yasamayı’ katlayıp bir yana koyma girişimidir.

1961’de askeri darbe ile kurulan bir kurum, 2008 yılında gene bir darbeyle oluşan 1982 Anayasa’sını çiğneyerek, 12 Eylül anlayışıyla el sıkışmış oluyor...

Bu kriz nasıl aşılır? Yahut aşılabilir mi?

Şimdi çok vurgulanmasa da Ak Parti’nin vahim hataları ve baştan sona yanlış olan türban süreci, Ankara’daki ‘cumhuriyetçi’ anlayışın ‘demokrat’ yaklaşımı saha dışına itmesine çok yardımcı oldu.

***

Hálbuki... 22 Temmuz sonrasında ne kadar da umutluyduk. Öyle ki seçimden tam bir ay sonra 22 Ağustos’da ‘Yeni Dönem’ başlıklı yazıda ben umudumu şu cümlelerle dile getiriyordum:

‘Ancak... ‘Yeni dönem’i tanımlayabilmek açısından en önemli iki konudan biri ‘sivil’ bir anayasa... İkincisi, Türkiye’nin AB süreci.

Sivil anayasa, 12 Eylül rejiminin tümüyle tasfiyesi anlamına gelecek.

AB süreci ise toplumsal dönüşümü, üretim biçiminin modernleşmesini, demokratikleşmenin ekonomik alt yapısının doğmasını hızlandıracak.’

Hiç bir şey yapılmadı. Cumhuriyet’i demokratikleştirmekten vazgeçince...

Eski Ankara hortladı.

***

Ne yapılabilir? Iskalanan fırsatlar yeniden yaratılabilir mi? Böyle bir irade var mı?

Kamu ihalelerinde saydamlaşmayı sağlayacak olan AB standartlarına hala direnen bir Ak Parti eski günlere döner, devrimci ve reformcu olabilir mi? Umutlu olmak kolay değil.

***

Yasama ve yürütme yapar mı, yapmaz mı bilemem ama...

Tek parti zihniyetine dayalı radikal bir cumhuriyetçiliğe karşı yapılması gereken evrensel bir demokrasinin kurallarını ‘simgeler’ üzerinden değil, ‘ilkeler’ üzerinden hayata geçirmek.

Bunun amentüsü olarak da ‘temel hak ve özgürlükleri’ pusula edinmek. Hukuk yerine cumhuriyeti... Demokrasi yerine tek parti ilkelerini... Hepimize dayatmaya başlanılan İttihat ve Terakki anlayışının tek panzehiri var:

‘Demokratik cumhuriyeti savunmak ve gereğini yapmak’... Hiç kırıtmadan evrensel hukukun normlarına sahip çıkarak bunu içselleştirmek. 12 Eylül’e topyekün savaş açmak...

AB’nin ipine sarılmak...

Bugün olmaz ise yarın...

Ama mutlak ve muhakkak bunu yapmak zorunluluğu var. Bunlar yapılmayınca neler olduğu umarım anlaşılmıştır.

Daha önceki öneriler duyulmadıydı da...

Star, 10.6.2008

Mehmet Altan

11.06.2008


 

Darbeler, hukuk ve idamı bile yeterli görmeyen yargıçlar…

Genç Siviller “iyi işler” yapmaya devam ediyorlar. Malum, bir ara, Ergenekon Soruşturması’nın zirve yaptığı günlerde İtalya Gladyo’sunu çözen savcıyı, Felice Casson’u konferans vermek üzere Türkiye’ye getirmişlerdi.

Cumartesi günü ise bir başka konukları vardı: Javier Pradera…

Pradera İspanya’nın gazeteciler tarafından kurulmuş özerk ve etkili gazetesi El Pais’in kurucularından, aynı zamanda yazarlarından.

Bilgi Üniversitesi’nde İspanya’da “bir gazetenin bir darbeyi nasıl engellediğini” anlattı, dinleyicilere.

1981’de bir şubat günü İspanya Meclisi Muhafız Kuvvetleri Komutanı Yarbay Tejero komutasında 200 asker parlamentoyu basarak, aralarında Başbakan Adalfo Suarez’in de bulunduğu 350’ye yakın parlamenteri rehin almıştı. İlerleyen saatlerde çeşitli stratejik noktalar askeri birlikler tarafından ele geçirilmiş, hatta Valencia sokaklarında tanklar ‘resmi geçit’e bile başlamıştı.

İspanya, en zor gecelerinden birisini yaşamış, darbeyi Kral’ın cesur ve kararlı tutumu engellemişti…

O gece El Pais Gazetesi de üzerine düşeni fazlasıyla yaptı.

Ek bir baskıyla “Yaşasın Anayasa” başlığını taşıyan 20 bin gazeteyi parlamento binası çevresinde ücretsiz dağıttı.

Türkiye ve İspanya’yı birlikte düşündüğünüz zaman, darbeye maruz kalmak gibi ortak noktalar kadar, darbeye direnç konusunda gibi farklı noktalar da dikkatinizi çeker.

Türkiye’den bir gazeteciyi İspanya’ya çağırsalar, bu konuda ülke deneyimini aktarmasını isteseler, vereceği konferans muhtemelen, “bir gazete darbeyi nasıl engeller” değil, “nasıl tahrik eder” başlığını taşırdı…

Pradera, konuşmasında ordunun siyasi rolünden söz ederken, anayasanın 8. maddesinin bir dönem anayasayı koruma görevini askere verdiğini ve bu durumun askerin siyasileşmesine yol açtığı hatırlattı. Daha sonra bu madde değiştirilmiş anayasanın gözetimi askerden alınıp Anayasa Mahkemesi’ne verilmiş ve demokrasi yolunda İspanya hız kazanmıştı.

Aramızdaki sıkı farklardan birisi de herhalde bu…

Orada “hukuk ve yüksek yargı militarizme karşı ağırlık oluştururken”, burada adeta “bir vesile oluyor”.

Ve ortada demokratik düzenin dayanabileceği kurumsal meşruiyet kalmıyor.

Yaşananlar yeteri kadar açık…

Yıl 2008. 21. yüzyılın ilk çeyreği. Türk Anayasa Mahkemesi durumdan vazife çıkarıyor, kendisini kurucu iktidar yerine koyarak, yasama ve yürütmeye yönelik darbe gücünde bir hamle yapıyor.

Anayasa Mahkemesi’nin üstlendiği devlet ideolojisini her koşulda koruma görevi sadece bu son kararla ve bu düzeyde karşımıza çıkmaz.

“Devlet hukuku” ile “hukuk devleti” arasında “gözettiği ince fark” bu mahkemenin birçok kararına sinmiştir…

İşte bunlardan birisi:

“Askerde katıksız hapis cezası, hekim gözetimi altında çektirilen bir cezadır. Halkının büyük bir çoğunluğunun başlıca gıdasını ekmek teşkil eden bir ülkede bir cezalının üç gün yalnızca bu gıda ile yetinmek zorunda kalmasını eziyet ve işkence saymak gerçekçi bir görüş ve anlayış olamaz…”

(Esas no: 1963/57, karar no: 1965/65 ve 27 Aralık 1965 günlü karar)

Yetmedi mi?

İşte bir başkası ve şahikası:

“Askerlik şerefli bir görevdir. Bu şerefin korunması en ağır müeyyideleri dahi haklı kılar. Askerlik şerefine leke sürenlerin, yerine göre hapis, ağır hapis, hatta idam cezasıyla cezalandırılmaları yeterli değildir…”

(Esas no: 1963/132, karar sayısı 1966/29 ve 28 Haziran 1966 günlü karar)

İdam cezasını bile yeterli görmeyen bir hukuk mantığı, bir hukukçu kalemi…

Mümkün olabilir mi?

Oluyor işte, burada oluyor…

Nitekim bugünlerde bile ortalık Sıddık Sami’nin “zihni sülbü”nden hukukçu ve akademisyenlerle kaynıyor.

Vesayetçi gazeteci ve akademisyen tayfasının çığlıkları altında, Anayasa Mahkemesi’nin benzer kararlarıyla, demokrasi her geçen gün “garip bir kastın garip bir ayrıcalık sistemi” haline dönüştürülüyor ve boğuluyor…

İspanya uzakta…

Yeni Şafak, 10.6.2008

Ali Bayramoğlu

11.06.2008


 

Milletin parasını yurtdışına çıkarmak ne zamandır vatanseverlik oldu!

OYAK, 27 Mayıs 1960 darbesinin ürünüdür. 1 Mart 1961 tarihinde kurulan OYAK, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına emeklilik dönemlerinde katkı sağlamak amacıyla teşekkül etmiş son derece ilginç bir yapılanmadır. Dünyanın en büyük askeri holdingi unvanını elinde bulunduran OYAK’ın ne kadar farklı bir şirket olduğunu Oyak Kanunu’nun 37. maddesi açıkça ortaya koyuyor. Maddede, ‘Kurumun her çeşit malları ile gelir ve alacaklarının, devlet malları hak ve rüçhanlığına sahip olduğu ve bunlara karşı suç işleyenlerin, devlet mallarına suç işleyenler gibi muameleye tabi tutulacakları’ belirtiliyor.

Yani Oyak’ın kılına dokunanın vay haline!

Bakmayın siz şirketin üst düzey yöneticilerinin düzenlenen her basın toplantısında insanların gözlerinin içine baka baka, “Bizim orduyla en ufak ilgimiz bile yok” demelerine. Dünyada yönetim kurulunda muvazzaf askerlerin bulunduğu kaç tane özel şirket biliyorsunuz sorusunu soran çıkmadığı müddetçe onlar bu savunmayı yapmaya devam edecektir.

Bugün Türkiye’nin en büyük 5 holdingi arasında gösterilen OYAK hakkında çok şey yazılıp çizilebilir.

Mesela Ordu Holding modelleri hangi ülkelerde var?

Bu ülkelerin ortak özellikleri nelerdir? Askeri darbeler OYAK’a ne tür menfaatler sağlamıştır?

Bugün size başka bir şeyden bahsedeceğim için konuyu dağıtmak istemiyorum.

Geçen hafta OYAK’ın Otomotiv ve Çimento Grubu Başkanı Celal Çağlar çok önemli açıklamalarda bulunmuş. Oyakbank ve sigorta şirketlerinin satışından elde ettikleri yaklaşık 3,2 milyar dolarla Batı’da şirket alacaklarını söylemiş. Sonra da sözlerini şöyle sürdürmüş: “Biz etik çalışıyoruz. Batı ülkeleri yerine doğuya gittiğinizde etik kurallarla iş yapmak zor. Kuzey Akdeniz olabilir ama Ortadoğu, Kuzey Afrika olmaz. Çünkü bahşişle, hediyeyle işimiz yok.”

Gerçekten çok güzel söylemiş Çağlar. Ne de olsa sadece 35 bin dolara aldıkları bankayı 2,7 milyar dolara PKK’ya mayın sattığı ileri sürülen bir bankaya okutmuş, ardından Ermeni soykırımı iddialarına destek veren Fransız sigorta şirketine de şirketi satmışsın.

Dolayısıyla cebin parayla dolmuş. Ne yapacağını elbette paşa gönlün bilir! Ama benim bu açıklamalarda takıldığım birkaç husus oldu:

Birincisi; ülkemizin ekonomik anlamda bu kadar sıkıştığı, yerli sermayeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulduğu bir ortamda bu ülkeden kazandıklarınızı yurtdışı yatırımlar için harcamanız ‘ulusal sermaye’ anlayışıyla ne kadar bağdaşmaktadır?

Yine dünya ekonomisinin dalgalandığı, cari açığın nasıl kapatılacağı konusundaki tartışmaların alevlendiği daha da önemlisi kapatma davasından ötürü piyasaların bu kadar daralığı bir ortamda bu ülkeye gönül veren, sevdalısı insanların yapması gereken şeyin bu olduğunu inanıyor musunuz?

Soruları çoğaltmak mümkün ama ben burada kesiyor, “Arif olan anlar” diyorum.

Gelelim bahşiş meselesine. Ortadoğu ülkelerini, yönetim anlayışlarını hatta halklarını beğenmeyebilirsiniz. Bu da sizin paşa gönlünüze kalmış. Ama bir taraftan İslam Kalkınma Bankası tarafından sağlanan kredileri cukkaya indirip, yatırım yapıp ardından parayı aldığınız Araplar hakkında atıp tutmak ne kadar tutarlı bir davranıştır, doğrusu bilemiyorum.

Celal Çağlar’ın açıklamalarından da anlıyoruz ki, ‘sözde değil, özde ulusalcı olmak’ için OYAK’ın daha çok fırın ekmek yemesi gerekiyor. Değişip, değişmemek ise OYAK yönetim kurulunun paşa gönlüne kalmış!

Bugün, 10.6.2008

Nuh Gönültaş

11.06.2008


 

Değiştirilmesi teklif dahi edilemez...

Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce 411 oyla kabul edilen iki maddelik Anayasa değişikliği için iptal kararı alması, kararın belli olduğu andan itibaren tartışılıyor.

Kararı eleştirenlerin bir bölümü, Anayasa Mahkemesi’nin ‘kaynağını Anayasadan almayan bir yetki kullandığını’ ve dolayısıyla ‘Anayasayı çiğneyip suç işlediğini’ söylüyorlar.

Bu kategorideki eleştirilerin kökeninde yatan mesele, bizim Anayasamızın ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ maddeler içermesidir.

Bir Anayasada ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ maddeler bulunabilir mi, bulunamaz mı? Son mahkeme kararı, Anayasa hukukçuları ve siyaset bilimcilerin uzunca bir süredir tartıştı bu konunun felsefi veya uçuk bir teori tartışması olmadığını, gerçek hayatta yeri bulunduğunu gösterdi. ‘Değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler bulunabilir mi, bulunamaz mı’ tartışması yapıladursun, biliyorsunuz bizim Anayasamızda bu maddeler var.

(...)

Bence bizim Anayasa Mahkemesi’nin son kararını tartışmaya verdiğimiz enerji kadar enerjiyi bu ‘değiştirilmesi teklif dahi edilememezlik’ meselesine vermemiz lazım.

Bana göre bir Anayasada değiştirilmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez hükümler bulunması, demokrasi fikriyle bire bir uyuşan şeyler değil.

Bir rejimin temel ilkelerinin gücü, onların geniş bir uzlaşmanın ürünü olmasından, yokluklarının zaten düşünülemiyor olmasından kaynaklanmalıdır, Anayasadaki bir başka maddenin bu ilkeleri değiştirmez kılmasından değil.

Radikal, 10.6.2008

İsmet Berkan

11.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır