"Gerçekten" haber verir 21 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Yasemin GÜLEÇYÜZ

İktisat hazinesini keşfederken...



Küçücük bir çocukken harçlıklarımı biriktirir, haftanın ya da ayın ödülünü verirdim kendime. Büyüdükçe harçlıklarıma oranla, kendime verdiğim ödüller de değişti… Değişmeyen bir şey vardı. Hayalini uzun uzun kurduğum eşya, sahip olduğumda birdenbire büyüsünü yitiriveriyordu. Hani masallarda okuduğumuz bir dokunuşla kurbağaya dönüveren prensesler gibi. “Tamam, aldım işte!” dediğim anda elimdeki eşya sıradanlaşıyor, “Aradığım bu da değil işte!” dedirtiyordu. Bu hale şaşırır, bir anlam veremezdim…

Oyuncaklarından artık sıkılmış olan bir çocuğun vurdumduymazlığını, ilgisizliğini, donukluğunu, yeni oyuncaklar arayışını kendimde ve çevremde çok gördüm. Gördüğüm yerde tanıyordum bu hâli… Bir sırrı olmalı, püf noktası bulunmalıydı. Neydi o…

Yıllar sonra bu sırrın sırrını Bediüzzaman Hazretlerinin İktisat Risâlesini arkadaşlarımla okuduğumuzda açık ve net bir şekilde çözebildik.

“İşler hiç de sandığınız gibi değil!” diyordu Bediüzzaman Hazretleri. Bir kere rızk “kazanılmış” değil, “ihsan edilmiştir!” diyordu. Karun gibi “Ben bunu kendi gücümle, paramla kazandım” tavrı kula yakışmazdı. Rızklar hiç umulmayan yerlerden, umulmayan şekilde “özel olarak” gönderiliyor, adrese teslim ediliyordu merhameti sonsuz Rezzak Zat tarafından. Rezzak-ı Hakiki kuru bir çubuktan lezzetli üzüm salkımlarını, kara topraktan bin bir çeşit renk tat ve kokuda nimetleri, zehirli bir böcekten dünyanın en güzel şifalı tatlısını, elsiz bir böcekten yumuşacık ipeği gönderiyordu.

İnsana düşen vazife, bunları adaletle kullanılır hale getirmek, israf etmemek ve her daim şükretmekti. İktisat, “eli sıkı olmak” nimeti az kullanmak değildi. Gönderilen rızkları yerinde ve zamanında, maksadına göre hikmet-i İlâhiyeye uygun olarak kullanmaktı.

Ve her şeyden önemlisi şükrü yapılmayan her nimet “israf” edilmiş demekti. Bununla birlikte yüz aç adamın huzurunda da büyük bir lezzetle fazla yenilmez, içilmez, giyilmezdi… Bunlar paylaşılırdı muhtaç olanlarla. Bu paylaşım kimi zaman zekât, kimi zaman sadaka, kimi zaman karz-ı hasen, infak olurdu. “Hayırda israf, israfta hayır yoktu!”

HAYATI KUŞATAN BİR KAVRAM: İKTİSAT

İktisat sadece yeme, içme giyinme alanlarında değil zaman kullanımında, uykuda, konuşmada, duyguların, istidatların kullanımında bile geçerli olan, hayatın tümünü kuşatıp kucaklayan bir kavramdı. Tebessümü dahi sadaka olarak nitelendiren bir rahmet peygamberimiz vardı bizim.

Arkadaşlarımla yaptığımız okumalarda Risâle-i Nur’un eşsiz satırları arasında keşfedip de “Demek biz bunu yanlış yapıyormuşuz! İşler sandığımız gibi değilmiş” dediğimiz çok sırlar oldu. Ama değişmeyen bir hakikat var ki, o da şu: “Daha çoook çalışmamız lazım, çoook!”

Zira insanın hakikatleri anlaması, anladıklarını öğrendiklerini yaşantısına aktarabilmesi, rıza-yı İlâhîyi hedeflemesi ve her an ihlâsını muhafaza edebilmesi zor! Hele böyle insanın düşünme melekesinin bin parça olduğu, nefsin eneye binip dalalet vadilerinde dörtnala koştuğu ahir zaman hengâmında…

Risâle-i Nur’un satırları arasında çözemediğimiz, dolayısıyla günlük yaşantımıza aktarmakta zorlandığımız daha birçok değerli düsturların olduğunun farkındayız. Ama artık biliyoruz ki huzurlu bir hayatın elmas anahtarı şükürde, nimeti nimet bilmekte, nimet Vereni hiçbir zaman unutmamakta. Şükretmek, kendisi gibi güzel haller olan izzet, nimete hürmet, bereket, çalışkanlık, şevk gibi güzel hasletleri taşıyor insanın dünyasına… Şükürsüzlük, elindekine kanaat etmeyip hırslanmaksa israfı, tembelliği, şikâyeti, bereketsizliği, izzet yerine zilleti getiriyor insanın dünyasına.

Evet, hayat okulunda eğitimimiz devam ediyor. Son nefesimize kadar öğreneceğimiz, anlamaya çalışacağımız o kadar çok ders var ki! (Ölürken bile ölmeyi öğrenmiyor muyuz?)

TEFEKKÜR ETSEK

Moda, reklâm, gelenek görenek gibi tüketim ekonomisinin olanca gücüyle pompaladığı faktörlerle paramparça olan aklımızı iman hakikatleriyle toparlamaya çalışıp, tefekkür etsek göreceğiz ki:

İnsan varlık âlemine en aciz ve en muhtaç bir mahlûk olarak gönderilmiştir. İnsan yavrusu ve sair hayvan yavruları arasındaki fark bunun en bariz delilidir. Hayvan yavrularının arzuları, ihtiyaçları bellidir. Dünyaya geldikten kısa bir zaman sonra niçin yaratılmışlarsa o işi bilinmeyen âlemlerde öğrenmişçesine beceriyle gerçekleştirirler.

İnsan yavrusu öyle mi ya? Arzuları sınır tanımaz. Kendi hayatını yetişkin desteği almadan devam ettirebilmesi için uzun yıllar gerekir. Zengin kabiliyetleri onu varlık âlemindeki her mevcutla ilgilendirir. Muhatap olduğu her bir olayı yorumlar, Yaratıcısı ile ilgisini kurar ve eşref-i mahlûkat olur. İnsan bu şekilde imanını yaşar.

Elindeki her bir eşyayı sonsuz merhamet ve hikmet sahibi bir Zatın ihtiyacına karşılık verilen hediyesi olarak değerlendirir, “nimet” bilir, böylece eşyaya sonsuz bir değer kazandırır. Kendisine verilen her bir eşya onun rızkıdır ve sonsuz “şükür” gerektirir. Çünkü nimetlerin veriliş maksadı şükürdür. Sadece dil ile söylenen “Elhamdülillah!” haricinde, hâl lisanıyla da şükretmek gerekir. Bu da insanın kendisine verilen nimetleri yerinde, ihtiyaçlarına ve maksadına uygun olarak kullanmasıyla mümkündür. İşte iktisat budur, eşyayı veriliş maksadına uygun kullanmaktır.

SINIRSIZ ARZULAR, SINIRLI İHTİYAÇLAR...

Her arzu ihtiyaç değildir. Arzular sınırsızdır, ebede uzanmaktadır. İhtiyaçlar ise sınırlıdır. Yeme, içme, barınma, giyinme gibi bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdadır. Arzuları tatmin etmek kısacık dünya hayatında mümkün değildir. Bitmek tükenmek bilmeyen arzularını, ihtiyaç zannederek temin etmek için son nefese kadar çabalayıp durmak, adeta dilencilik yapmak ne acıklı bir durumdur! Sınırsız arzuların insan fıtratına yerleştirilmesinin nedeni, ihtiyaçlarının sonsuz, ama iktidarının az olduğunu anlaması içindir. O arzuları karşılayabilecek, ilmi, gücü, merhameti sınırsız olan Zatı anlayabilmesi ancak bu şekilde mümkündür.

Yani insanın hayatı boyunca karşılayamayacak sınırsız arzularının fıtratında yerleştirilmesinde de “israf” yoktur. Mademki arzularımızı karşılayamıyoruz, niçin yaratılışımızda var sorusunun cevabı da buradadır işte.

Başka türlü elimizin ulaşamadığı ihtiyaçlarımız için “Kâdiyu’l-Hâcât”a el açar mıydık?

Kaldı ki, hayatımızı devam ettirmemiz için gereken zarurî rızka Cenâb-ı Hak kefildir.

İMAN GÖZLÜĞÜNÜ TAKINCA

Evet, iman gözlüğü hayatımızın kalitesini ve rengini böyle etkiliyor işte…

Oyuncağından sıkılmış çocuk psikolojisinde olan nefsimizi her zaman iman hakikatleriyle eğitmemiz kulluk vazifemiz, bu dünyaya gönderiliş gayemiz.

Tıpkı âyette söylendiği gibi:

“Onlara söyle ki: Ancak Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.”

(Yunus Sûresi, 58.)

21.12.2008

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Hurma (2)



Ortalama 150 sene yaşayan ve halk arasında “hayat ağacı” olarak tanımlanan hurma ağacı, Kurân-ı Kerim’de 16 sûre içinde 20 defa zikredilmiştir.

Cenâb-ı Hak, Abese Sûresi 18-22 âyetlerinde insanın bir damla sudan (sperm) hârika bir surette yaratıldığını bahsetmiş; peşine gelen âyetlerde ise, insan hayatı için son derece önemli olan sebze ve meyvelerin de aynen insan gibi hârikulâde bir şekilde yaratıldığını bildirmiştir.

Aynı sûrenin 24. âyetinde “İnsan yediklerine bir baksın!” diye buyuran Rabbimiz, bir yaradılış harikası olan insanı, yediklerini incelemeye ve bu yiyecekler vesilesiyle yaradılış üzerinde tefekkür etmeye çağırmaktadır. Üzerinde tefekkür etmemiz istenen nimetlerden biri de hurmadır.

“Yağmurlar yağdırdık. Sonra toprağı göz göz yardık da oradan ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik; (bütün bunlar) sizi ve hayvanlarınızı yararlandırmak içindir.”

Abese Sûresi 24 - 32 âyetler.

“Kullara rızk olması için birbirine girmiş, küme küme tomurcukları olan uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik. Ve o su ile toprağa can verdik. İşte hayata çıkış da böyledir” Kaf Sûresi 10.11. âyetler

Allah’ın razı olacağı güzel amelleri işleyen her mü’min, kuşkusuz Cennete girecektir. Allah Teâlâ Cennete girmeye vesile olan amelleri işleyelim diye birçok âyette Cennetteki güzelliklerden bahsetmiş; meyvelerini övmüştür. Övülen meyveler arasında hurma da vardır.

“Orada meyveler ve salkımlı hurma ağaçları vardır.” Rahman Sûresi, 11. âyet.

“İkisinde de (iki Cennette) her türlü meyveler, hurma ve nar vardır.” Rahman Sûresi, 68. âyet.

Kerim olan Rabbimiz, bizleri envaî çeşit nimetlerle rızklandırmıştır. Bu nimetler içinde bazıları vardır ki, aynı cinsten olduğu halde birden fazla çeşidi bulunmaktadır. Aşağıdaki âyet, işte bu birden fazla çeşidi olan meyvelerden bazılarını saymaktadır. Örnek olarak sayılan meyvelere yüzlerce çeşidi bulunan hurma da dâhildir.

“Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O’dur. Her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” En’am Sûresi, 141. âyet.

Allah Teâlâ, Kurân-ı Kerim’deki bazı meseleleri örnek vererek açıklar. Meselâ: İman ettikten sonra bu imanın gereği olarak faydalı ilim, zikir ve tefekkürle meşgul olan ve sözüyle, fiiliyle, kısacası her haliyle çevresinde bulunanları faydalandıran mü’min insanı, kökleri yerde sabit olan ve Rabbinin izniyle her daim yemiş veren güzel bir ağaca benzetir.

“Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti.”

“(O ağaç), Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. İbrahim Sûresi 24. ve 25. âyetler

Resullullah Efendimizin bildirdiğine göre, âyette örnek olarak verilen güzel ağaç, hurma ağacıdır.

“Mü’min hurma ağacı gibidir. Ondan (sana) gelen hayırlıdır.” Hadis-i Şerif

İnsan kalbi iman ettiği takdirde değer kazanır; aksi halde, bir yumruk kadar et parçası olmaktan başka bir şey değildir. Bu iki kalp arasındaki fark, Kur’ân-ı Kerimde gayet beliğ bir şekilde izah edilmiştir.

Rabbimiz, halis kullarını överken, meyveli hurma ağacını örnek olarak verdiği gibi, emirlerine isyan eden kavimlerin başına gönderdiği felâketleri idrak edelim diye de yemişsiz hurma ağacını örnek olarak vermiştir. Hurma ağacı susuz kaldığında, kuruyup içi tamamen boşaldığından, rüzgârın etkisiyle kolayca yere yığılan kütük olur.

“Allah onu ( fırtınayı), ard arda yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti. Öyle ki (eğer orda olsaydın), o kavmi ( Âd) içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün” Hakka Sûresi, 7. âyet.

“O rüzgâr, insanları, sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriyordu” Kamer Sûresi, 20. âyet.

İçinde, sağlıklı bir hayat sürmek için son derece faydalı olan, karbonhidrat, protein, demir, potasyum, magnezyum, kalsiyum gibi maddeleri barındıran hurma, bir kudret helvası olup insanın en muhtaç olduğu anda hem ilâcı, hem de gıdasıdır. Bir kilo hurma 3470 kalori içermektedir. Bu yüzden süt veren anneler için son derece faydalı bir yiyecektir. Modern tıbbın enerji deposu olarak gördüğü ve bünyesi zayıf olanlara tavsiye ettiği hurmanın bu özelliğine Kur’ân-ı Kerim de işaret etmiştir.

Bir mû’cize olarak Hz. İsa (as) hamile kalan Hz. Meryem, insanlardan uzaklaşarak inzivaya çekilir. Doğum sancıları yaklaştığında ise, Allah’a tevekkül ederek sırtını gövdesi kuvvetli olan hurma ağacına dayar. Kendisini çok zayıf ve kimsesiz olarak hissetmektedir. Doğum ve sonrasında kuvvet bulsun diye kendisine gıda lâzımdır. Ama nereden bulacaktır? Yanında kimse yoktur ki yardımcı olabilsin!

İşte bu zor durumda, kullarının her halini bilen Cenâb-ı Hak, Cebrail (as) vasıtasıyla Hz. Meryem’e ilhamda bulunur.

“Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün” Meryem Sûresi, 25. âyet.

Başta da belirttiğimiz gibi hurma ağacı hakkında tam 20 âyet bulunmaktadır. Biz bu âyetlerden sadece birkaç tanesini zikrettik. Gelecek makalede ise hurma konusundaki Hadis-i Şeriflerden bahsedeceğiz İnşallah.

Not: Birinci hurma yazısında Arapların yaptığı hurmalı tatlının adını Kaâk olarak yazmıştık. Hurmalı tatlı bazı Arap ülkelerinde bu isimle bilinse de, daha çok Maâmûl olarak tanınıyor. Bu malûmatı ekleme ihtiyacı hissettim.

21.12.2008

E-Posta:




İslam YAŞAR

Mevlânâ ve Şeb-i Ârûs



“Ben,

Kendi varlığı içinde taşan,

Uçsuz bucaksız bir denizim.

Alabildiğine geniş,

Kıyısız, hür bir deniz.

İki dünya da yok olup gitti benden.

Artık ne bu dünyadan sorsunlar beni,

Ne de o dünyadan.”

endini bu mısralarla anlatan Mevlânâ Celâleddin Rumî için artık zaman, dalgaların durma, coşkunluğun dinme vaktiydi ve bu da onun yaşadığı harika hâllerden biriydi.

Mevlânâ, daha çocukluğundan itibaren müşahede edilmeye başlanan harika halleri, altmış sekiz yıllık hayatı boyunca geliştirerek devam ettirdi. Sahip olduğu her değer gibi bu mânevî makam ve mazhariyetleri de İslâm’ın inkişafı ve insanlığın terakkîsi için vasıta olarak kullandı.

Bu ihlâslı ve itinalı çalışmaların neticesinde, söylediği her söz ve yaptığı her hareketi kalıcı bir tesir icra ettiğinden; etrafında toplanarak feyz alan insanların, kendisini herkesin yaşadığı fâni hallerden uzak gördüğü bir zamanda âniden hastalandı.

Kendisinden yok olup gittiğini söylediği dünyanın birinden diğerine gitme vakti geldiğinin işareti olan bu hâl duyulunca, kışın soğuğuyla donuklaşan duyguların, daha soğuk bir hisle katılaşmasına sebep oldu.

Sağlığında, kalp ve gönülleri hararetle sarıp harekete geçiren Mevlânâ’nın hastalanışı, Anadolu insanını cismen de harekete geçirmiş olmalı ki değişik din, cins, renk ve ırktan insanlar kışın ağır şartlarına rağmen Konya’ya doğru akmaya başladılar.

Aslında o nazarları şahsından dâvâsına çekmeye, insanların bedenden ziyade ruha değer vermelerini ve ruhânî değerlerini hayatlarına rehber yapmalarını sağlamaya çalıştığından, bunu bir nasihat olmaktan çıkarıp hayat gerçeği haline getirmek için kendini maddî cihetiyle de tarif etti:

“Her üçü birden bir dirhem etmez,

Sarığım, cübbem, başım.

Sen âlemde benim ünümü duymadın mı hiç?

Ben hiç kimse değilim,

Bir hiçim, hiç…”

Mevlânâ kendisini sarık, cübbe ve baştan ibaret bir şekil olarak görenlerin bir hiçle karşı karşıya kaldıklarını söyleyerek bu yeni tarifte de ilkindeki ruh derinliğini nazara vermek istedi.

Onun maksadı, etrafındaki insanların da bedenleri veya dünyevî makamları, mevkileri, rütbeleri, varidatları ile değil; ahlâkları, faziletleri ve sair ruhanî hasletleri ile ifade etmelerini sağlamaktı.

Müntesipleri onun bu mânâdaki sözlerini anlayıp hareketlerini görerek gerekli dersleri almakla birlikte, onun zâtına hürmette de kusur etmediler. Hatta onun mânevî şahsiyetine duydukları ihtiramı, şahsına gösterdikleri hürmetle ifade etme cihetine gittiler ve hastalandığını duymanın verdiği halecanın da tesiriyle bunu bizzat göstermek istediler.

Yüksek dağlardan, sarp yamaçlardan çağlayarak akan coşkun nehirlerde meydana gelen hırçın dalgaların, tıpkı deryaya ulaşınca sükûnete ermesi gibi Mevlânâ da büyük bir heyecan ve telâşla huzuruna gelen kalabalığı teskin ve tesellî etti.

Yaklaşan İlâhî takdiri müşahede eden bu mütecessis insan, gelenleri dünya gözü ile son defa gördüğünü bilmenin hüznü içinde mütebessim bir yüzle herkese tek tek baktı.

“Gizli ve aşikâr olarak Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Az yemek yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, emirlere boyun eğmenizi, kimseye kötülük etmemenizi, oruca devam etmenizi, namaz kılmanızı, şehvetten kesilmenizi, bütün insanlardan görülecek ezaya, cefaya tahammül eylemenizi, mallarını beyhude yere harcayanlarla, ayak takımı ile oturup kalkmamanızı, kerem sahibi ile salihlerle musahabet etmenizi size vasiyet ederim. İnsanların en hayırlısı, insana faydalı olandır. Hayırlı söz, az, öz olandır. Hamd, yalnız Allah’a mahsustur.”

Yanına her gelene bu gibi ifadelerle tesirli nasihatlerde bulundu. Hepsi ile tek tek helâlleşip son nefesine kadar, kendisine düşen irşad vazifesini lâyıkı veçhile yapmaya çalıştı.

Mevlânâ’da kırk gün kadar devam eden bu rahatsızlık hâli, kırkıncı gün daha da şiddetlendi. Zaten sarı benizli, zayıf ve ince vücutlu bir zât olan Mevlânâ, hastalığın da tesiri ile iyice halsizleşti.

Lâkin onun bedeni halsizleştikçe ruhunun zindeleştiği, gönlünün genişlediği, yüzünün nurlandığı ve hâlinde başka bir âleme hazırlanma hassasiyetinin belirdiği müşahede ediliyordu.

İkindiye doğru, bedenindeki canlılık hemen hemen tamamen kayboldu. Bunun üzerine, oğlu Sultan Veled’i, ilk eşi Gevher Hatunun genç yaşta vefatından sonra evlendiği Kerra Hatunu, bu evlilik neticesinde doğan kızı Melike’yi ve oğlu Emir Âlim Çelebi’yi yanına çağırttı.

Onu en iyi bilenler, tanıyanlar onlardı ama hâline onlar da bir mânâ veremiyorlardı. Mevlânâ onlara müşfik bir nazarla baktı, helâlleşti, lâtifeler yaparak gönüllerini aldı.

Derin bir teessürle yaşananları takip eden dost, talebe ve müridleri, uzun zamandır yanından ayrılmadılar. Hep yanında kalmak istiyorlardı ama efendilerinin ısrarı üzerine birer ikişer dağıldılar.

Mevlânâ, yanında yalnız oğlu Sultan Veled’in kaldığını fark edince ona yazmasını işaret ederek, zindeliğinden ve lâtifliğinden hiçbir şey kaybetmeyen mûnis sesi ile konuşmaya başladı:

“Öldüğüm gün tabutum götürülürken,

Bende bu dünya derdi var sanma.

Benim için ağlama, yazık, vah vah deme,

Şeytanın tuzağına düşersen o zaman ağlamanın sırasıdır.

Cenazemi gömdüğün zaman firak, ayrılık deme,

Beni toprağa verdikleri zaman elvedâ demeye kalkışma,

Çünkü mezar, cennet topluluğunun perdesidir.

Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret,

Güneşle aya guruptan hiç ziyan gelir mi?

Yere hangi tohum ekildi ne bitmedi?

İnsanın tohumu bitmeyecek diye şüpheleniyor musun?

Toprağa konulduğumu sanıyorsun değil mi?

Benim ayağımın altında bu yedi gök vardır.”

Bu ifadelerini müsterih bir sükût hâli ile tamamladı. O susunca âdeta dünya da sustu. O bunu fark etmiş gibi feri ve nuru hiç eksilmeyen gözlerini açıp etrafa şöyle bir baktı.

Herkes mahzun, her şey suskun, o ise memnun ve mesrurdu. Doğrulur gibi yapıp derin birkaç nefes aldı, nazarını semaya doğru kaldırdı, gideceği yerin güzelliğine hayran kalmışçasına bir süre gözlerini oradan alamadı, ardından sürurla gözlerini kapadı.

O ruhen semâvât âlemlerinde seyahat ederken dünyada akşam olmuştu. Mevlânâ’nın ruhu bir daha oralardan dönmedi. 17 Aralık 1273 Pazar günü, güneş batarken, dünyaya kapadığı gözlerini berzaha açtı.

“Gökyüzü şu ayrılığı duyup anlasaydı

Yıldızları ağlardı, güneşi ve ay’ı da

Padişah bilseydi nasıl tahttan indirileceğini

Kendi de ağlardı, tahtı ile tâcı da.”

Mevlânâ’nın, bir başka maksatla terennüm ettiği bu semavî manzara, artık onun için şekilleniyordu. Ay, yıldızlar ve sair gök cisimleri şimdi onun ruhunu karşılamaya hazırlanıyorlardı.

Bu zaman içinde, haberin duyulduğu yerlerden Konya’ya hızlı bir insan akışı başladı. Her seviyeden, her dinden, her milletten ve ırktan binlerce insanın meydana getirdiği mahşerî kalabalık, ertesi gün sabahın erken saatlerinden itibaren medresenin önünde toplandılar.

Mevlânâ da diğer imanlı gönüller gibi ölümü bir ayrılık değil, kavuşma olarak kabul ettiğinden, onun bu ölüm gününe düğün günü, sevinç zamanı mânâsına gelen Şeb-i Ârûs dendi.

Herkesin bu mahzun mutlulukla mest olduğu bir zamanda, Mevlânâ’nın vasiyeti üzerine, cenaze namazını Şeyh Sadreddin Konevî kıldırmak istedi ama istiğrak hâli ile kendinden geçtiğinden namazı kıldıramadı.

Bunun üzerine, namazı Kadı Seraceddin Efendi kıldırdı ve Mevlânâ, gönül güzelliği ile yükselen eller üzerinde, Cennet bahçesi olarak adlandırılan bugünkü türbesine defnedildi.

Mevlânâ’nın vefatından hemen sonra, Alemeddin Kayser ile Süleyman Pervâne tarafından bugünkü çadır eşkalli Yeşil Kubbe yapıldı ve türbe nizama göre tanzim edildi.

“Mezarımdan her kim geçerse mest olur,

Yaşadıkça, sonsuzluğa kadar mest yaşar.

Denize gitse deniz ve gemi direkleri,

Toprağa girse mezarı ve kabri mest olur”

Kendisi bu mısralarla da ifade ettiği gibi o zamandan bu yana milyonlarca insan tarafından ziyaret edilip ebedî hazzın mest edici lezzetiyle gönüllerde biriken sürurun Allah’a arz edilmesine ve binlerce imanın kurtulmasına vesile oldu.

Hayatını, kendilerine verilen vahdanî vazifelerinin tahakkuku için yaşayan ve zamana hükmeden eserler vücuda getiren hakikat kahramanları, vazifelerini eserleri vesilesiyle kıyamete kadar devam ettirme fırsatı buldular.

Mevlânâ, bu fırsatı en güzel şekilde değerlendirenlerden biriydi. Onun için cismen olmasa bile eserleri ve türbesiyle tebliğ, irşat ve ikaz vazifesine hâlâ devam ediyor.

21.12.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Sosyal patlama! (2)



Demokrasiyi katleden dış kaynaklı darbelerin ardından ve “28 Şubat postmodern darbe” sürecinin sonunda Türkiye’de gençliğin özellikle mânevî eğitim ve ıslâhında gevşek kalındı. Meclis’te anayasayı değiştirecek sayıya rağmen AKP siyasî iktidarı hep tâvizkâr ve tutuk bir tutum içinde oldu. Tehlikelere karşı tedbirlerde ihmale düştü.

Din eğitimi ve öğretimi hakkıyla verilmedi. İmam hatipler, din eğitimi veren kurumlar üvey evlâd muamelesi gördü. Başörtüsü mağdurlarına katsayı mağdurları eklendi. Diyanet’e gerekli kadrolar bir türlü tahsis edilmedi.

Halkın yüzde 99’unun Müslüman olduğu Türkiye’de çocuklarının dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’i öğrenmeleri ve okumaları yaşla sınırlandı; devlet kurumları yaş yasağını denetlediler.

Kırılma öylesine derinleşti ki “izinsiz eğitim kurumlarını açanlara, çalıştıranlara, buralarda ders verenlere” yeni ceza kanununda hapis cezası öngörüldü. Düşünceyi suç sayan meşhur “lastikli kanun” 163. maddenin işlevi gördürülen 312’nin yerine yeni Ceza Kanununda 216. madde ikame edildi. 301 ise yarım yamalak bırakıldı.

Yargısız YAŞ ihrâçları sürdü. Şûranın Başkanı Başbakan ile Millî Savunma Bakanı bir işe yaramayan “şerh” koyma komedisine devam ettiler. Daha önce Başbakan olarak “şerh” koyan Cumhurbaşkanı ise ihrâçların yürürlüğe girmesi için yüksünmeden imzaladı…

GARABETLER VE ÇARPITMALAR

Garâbetler bununla bitmedi. Defalarca “düzeltilmesine” rağmen demokratik zâiyetle düşünce ve ifâde hürriyeti bir türlü AB standartlarına uygun hale getirilemedi. Deprem musibetine “İlâhî ikaz” tefsirini açıklayan yazar ve düşünürlerin yargılanmasına ve ceza almalarına devam edildi.

Papa ve kardinallerin global ekonomik krize bile “İlâhî ceza” dedikleri bir vasatta Diyanet, yüzlerce Kur’ân âyeti ve Peygamberimizin hadisleriyle depreme “İlâhî ikaz” diyenleri bile savunamadı, bunun “İlâhî bir uyarı” olduğunu demekten çekindi.

AİHM’e gönderdiği savunmalarda, başörtüsünü “laikliğe aykırı, gerginlik sebebi ve siyasî simge” sayıp yasadışı yasağı “yasal” bulan hükûmet, “İlâhî ikaz davaları”nda verilen cezaların gerekli ve yasalara uygun olduğunu Strasbourg’a bildirdi.

Başörtüsü yasağını “yasallaştıran” yanlışlarla yasak daha yaygınlaştı. Yeni Cumhurbaşkanının atadığı yeni rektörler de yasağı eksiksiz uyguladılar. Başbakan mağdurlara “teselli telefonları”yla kaldı.

Çarpıtmalarla göz göre göre “inanç özgürlüğü” ve “dinî azınlıklar” İslâm’ın içinde olan Alevilere, “insan hakları” ve “etnik azınlık” konusu ülkenin eşit vatandaşları olan Kürtlere hamledildi. Siyasî irâde gösterilmedi.

Gençleri zararlı alışkanlıklara karşı koruması gereken üniversiteler, kanunsuz keyfî başörtüsü yasağını dayatmasıyla uğraştı. Okullarda ezbere dayalı bilgilerle sınıf geçen ve “köşeyi dönmekle” sınıf atlattığını zanneden zavallılardan mürekkep kompleksli kalabalıklar önce sokakları, sonra hapishaneleri doldurdu.

Mânevî terbiye eksikliği özellikle gençleri ve çocukları etkiledi. Popüler medyanın da sansasyonuyla “nazar-ı dikkatler şu hayata (dünyevileşmeye) celbedildi.” Sürekli sefâhet ve eğlence kültürü enjekte edildi. Her şeyi boşveren “ipod gençliği” türetildi…

Bu süreçteki siyasî çarpıklıklar, problemi daha da derinleştirdi. Başbakan Yardımcısı “Başörtüsü Türkiye’de yüzde birbuçuğun meselesidir” diye konuştu.

Bütçesi milletin vergilerinde oluşan TRT, bir tek yılbaşı gecesinde birkaç şarkı için bir trilyondan fazla harcadı. Seçilen başörtülü belediye meclisi üyelerini toplantılara almayan iktidar partisine mensup belediye başkanları, ilgili bakanlıklar spor ve fitnes salonları perdesinde eğlence ve sefâheti terviç eden çalışmalarla övündüler. Herkese, özellikle muhâfazakâr âilelere açık konser ve eğlence partileri, toplumu temelinden sarstı…

TEDBİR, MÂNEVÎ TERBİYE VE EĞİTİMDE

Öylesine ki Anayasa Mahkemesi, “kadınları topluma kazandıran başarılı icraatları”ndan dolayı iktidar partisini ceza indirimiyle “kapatmamakla” ödüllendirdi. Başbakan, kadınların ev hapsinden kurtarılıp sosyal hayata karışmalarının gereğinden dem vurdu…

Farkında olmadan cemiyeti zehirleyen ifsad, “toplumu “dünyevileştirme” ve “medeniyetin seyyiatıyla”, kötülükleriyle, sefâheti ve ahlâk dışılığıyla “dönüştürme” ve mübtelâ etme plânının bir parçasıydı…

Kısacası, Hollywood, dünya eğlence sektörü, uluslar arası sermaye, küresel güçlerin, inanç ve ahlâkta tahrip projelerine teşneye seyirci kalındı.

“Muhâfazakâr” iktidar partisine mensup belediyelerin sazlı sözlü eğlence programları, en çok muhâfazakârları dejenere etti. Daha önce bu tür tertiplere mesâfeli Anadolu kent ve kasabaları, büyük şehirlere taşınmış mazbut âileler, kalabalıklar, çalgılı danslı karma seyirleri “normal” ve “mubâh” gördüler. Kitleler safha safha sefâhete alıştırıldılar.

Neticede okumayan, şefkat ve saygı bilmeyen, nesiller yalnızca nefislerine meftun girdaba girdiler. İnsanların gustoları ve nefisleri azdırıldı ve âdeta insanlığın “içi” boşaltıldı. Başkalarının “yaşam biçimi” yüceltildi; dünyevileşmeden uzak duranlara “dünyadan nâsibini alamamış” nazarıyla bakıldı…

Câzibedâr hevesat telkin ve tevic edildi. İnsanlar nefislerinden yakalandı; “pervâne gibi câzibedâr fitnenin ateşine düşürtüldü.” Hâdiselerin fetvâlarıyla, yolsuzluklar ve ahlakî aşınmayla “dünyevileşme marazı” azdırıldı. Zehirlenen toplumda, kavgalar, cinnetler, cinâyetler günlük sıradan olaylardan sayıldı.

Ve son yedi yılda yüzde yüz artışla cezaevlerinde yüzbini aşkın insan birikti. Çâre, cemiyetin kaybettiği yerde, inanç ve ahlâk takviyesinde, dinî eğitim ve öğretimin doğru ve hakkıyla verilmesinde.

Temel tedbir budur…

21.12.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Yasakçı zihniyet ve okuma alışkanlığı



Kitap okumuyoruz! Bir sendikanın yaptığı araştırmada “kitap okumuyoruz” sonucu çıkınca aklımıza bu yılın ilk aylarında Rusya’da yasaklanan kitaplar geldi. Malûmunuz, Rusya’da Orenburg eyaletinin mahkemesinin kararıyla Hz. Peygamberimizin hayatının da yer aldığı İslâm dini hakkında yazılmış 18 kitap yasaklanmıştı.

Diğer hatırladığımız haber de, 2005 yılında Ankara’da Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından “Toplatılan Yayınlardan Seçmeler Sergisi” oldu. Aynı sergi daha sonra 1938-2001 yılları arasında sıkıyönetim komutanlıkları, mahkemeler ve Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılan ve dağıtılması yasaklanan kitaplardan bazıları Bayazıt Devlet Kütüphanesinde sergilenmişti. “Yasaklanmış Kitaplar Sergisi” başlığı altında düzenlenen sergide yera alan 100 kitap arasında Bediüzzaman Said Nursî’nin Sözler ve Mektubat eserleri ile bazı yazarların kitapları da bulunuyordu. Sergiyi düzenleyen yetkililer, sergilenen kitapların tamamının bir dönem yasaklı kaldığını; ancak şimdi dağıtımının serbest olduğunu açıklamıştı.

Serginin açılmasıyla dolayısıyla gazetemize beyanat veren Türk Kütüphaneciler Derneği Başkanı Ali Fuat Kartal da, serginin devletin bu yasaktan dolayı özür dilemesi anlamına geldiğini, kitap yasaklayan her türlü zihniyetin kendisini sorgulaması gerektiğini söylemişti.

* * *

“Benim istediğimi okuyacaksın. Diğerini yasaklarım” mantığı özellikle ihtilal dönemlerinde sıkça başvurulan yöntemdi. Yasakçı mantık, düşünce özgürlüğünü istemediği gibi, kitaplarda her zaman yasaklayacak bir sebep buldu.

Yazının başında bahsettiğimiz anketi yapan Bağımsız Eğitimciler Sendikası’nın Genel Başkanı Gürkan Avcı da buna dikkat çekiyor. 1980 sonrası güdülen politikalarla kitap okumanın kamuoyuna “zararlı” diye tanıtıldığını, özellikle de okuyan ve düşünen kişiler bu süreçte “hain ve zararlı kişi” olarak kamuoyuna tanıtıldığı aktardı. Avcı, “Eleştiri yapmayan, sistemin bir parçası olmaya çalışan ve popüler kültüre göre şekillenen bir gençlik meydana getirildi” diyor. Avcı, gençliğin okumadığını, fakat futbolcuların ve mankenlerin künyesini, hatta özel hayatını ezbere saydığına dikkat çekiyor.

Avcı, Türkiye’de kitap okuma alışanlığının diğer ülkelerle kıyaslayarak bazı rakamlar veriyor. Türkiye’de bir kişinin kitap okumak için ayırdığı zamanın; 300 katını bir Norveçli, 210 katını bir Amerikalı, 87 katını bir İngiliz, 87 katını da bir Japon ayırıyor. Ders ve okul kitapları hariç ABD’de yılda 72 bin kitap basılırken, Rusya’da 58 bin kitap, Japonya’da 42 bin kitap, Fransa’da 27 bin kitap, Türkiye’de ise 7 bin kitap basılıyor.

Birleşmiş Milletler İnsanî Gelişim Raporu’nda kitap okuma oranında Türkiye, Libya, Tanzanya, Kongo ve Ermenistan gibi ülkelerin bulunduğu dünya ülkeleri arasında 86. sırada yer alıyor. Bir Japon bir yılda ortalama 25, bir İsviçreli 10, bir Fransız 7, bir Türk ise 10 yılda ortalama ancak 1 bir kitap okuyor.

Anket sonuçlarını yazdığımızda bu anlatılanların ne kadar haklı olduğunu ortaya çıkıyor. Ankara’da bin 875 kişiyi sorulan sorular ve alınan cevaplardan bazıları şöyle:

“Hangi aralıklarda kitap okursunuz?” sorusuna, “düzenli okurum” diyenlerin oranı sadece yüzde 11.2… “Düzenli kitap okumanıza engel olan şey aşağıdakilerden hangisidir?” sorusuna ise, “iş yoğunluğu, okuldan zaman kalmıyor, boş zamanlarımı televizyon seyrederek geçiririm veya başka şeylerle değerlendiririm” gibi bahaneler sıralanmış. “En son ne zaman para karşılığı kitap almıştınız?” sorusuna ise ankete katılanların yüzde 45.6’sı “bir yıldan fazla zaman oldu” cevabını vermiş. “Evinizde kitaplarınızı koyduğunuz bir bölüm var mı?”sorusuna ise yüz kişiden 76’sı “hayır” cevabını vermiş. Türkiye’de kitap okumayı teşvik etmek amacıyla sürekli gerçekleştirilen kampanyaların faydalı olduğuna inananların oranı ise yüzde 15’lerde kalmış.

Günlük gazetelerle ilgili sonuçlara gelince… Ankete göre günlük gazete almayanların sayısı yüzde 70’i geçiyor. “Ayda bir kez okurum” diyenlerin oranı ise yüzde 64.2. Gazetelerde en çok okunan bölümlerde spor, magazin. En az okunan da siyaset ve ekonomi…

70 milyonluk bir ülkede toplam gazete sayısı ve kitapların satış rakamları göz önüne alınırsa bu anketlerin haklılığı da ortaya çıkıyor.

Özetle, anket bize, önce anne babaların okumaya başlaması sonrası, sonra da çocuklarına kitap sevgisi ve okuma alışkanlığını kazandırmaları gerektiğini ortaya koyuyor. Haydi kitap okumaya…

21.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Çare şahs-ı manevî



Risaleleri bir defa gözden geçirdiğini, ama daha sonra “döne döne” tekrar okuma gereği duymadığını söyleyenler olmuştu biliyorsunuz. Oysa ilk emri “Oku” olan Kur’ân’ın bu çağa dersi ve mesajı niteliğindeki Risale-i Nur “döne döne, tekrar tekrar” mütalâa edilmesi, Zübeyir Gündüzalp’in ifadesiyle “dem ve damarlara karışacak derecede” okunması ve hazmedilmesi gereken çok önemli bir külliyat.

Öyle olmasa, bizzat müellifi, kendi eserlerini son anlarına kadar, yüzlerce defa okuma ihtiyacı duyar; her okuyuşunda yeni ve farklı mânâlar keşfederek çok istifade ettiğini söyler miydi?

Bu durum hem külliyatın ağırlıklı bölümünü teşkil eden imanî bahisler, hem de imanî prensipleri hayata taşırken dikkate alınması gerekli parametreleri gösteren lâhikalar için geçerli.

Üstadın dediği gibi, risalelerin birini diğerine tercih etmek mümkün değil. Her birinin, kendi makamında riyaseti var. Ve insan bir okuyuşunda fark edemediği bir incelik ve nüansı sonraki okuyuşlarından birinde görebiliyor. Böylece her okuyuş insana yeni ufuklar açıyor. Şuurlu ve dikkatli bir okumanın sürekli kılınması ise, insanı sonu olmayan bir tekâmül sürecine taşıyor.

İşin bir de, hayatın akışı içinde değişen hadiselerin insanı karşı karşıya getirdiği farklı durumlara bakan boyutu var ki, orada da nazarî ölçülerin yaşanan hayata fiilen tatbiki söz konusu.

İşte onlardan birinin ifade edildiği bir pasaj:

“Nasıl ki, gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın büyük kuvvetleri toplandığı bir sırada iki tabur çarpışıyorlar; düşman tarafı en büyük ordusunun cihazat-ı muharebesini (savaş teçhizatını) kendi taburuna imdat ve kuvve-i maneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek, ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vasıtayı kullanır, ehemmiyetli bir istinadgâhı kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır, Müslüman taburunun her bir neferine karşı cemiyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir, bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeye çalıştığı hengâmda Hızır gibi biri çıkar, der:

“ ‘Me’yus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlûp olmaz muhteşem orduların, tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz, kâinatı dağıtamayan onu dağıtamaz. Şimdilik mağlûbiyetin sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı manevîye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, her bir neferin, istinad noktaları olan dairelerden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevî ve bir cemiyet hükmüne geçsin’ dedi ve tam kanaat verdi.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 61)

Bu dehşetli zamanda iman-küfür mücadelesinin bu şekli aldığını; ehl-i dalâletin taarruzuna karşı “cephe savaşı” veren ehl-i iman taburundaki her bir ferdin, özellikle moralleri bozmayı hedefleyen komiteci bir muhasara altına alınabildiğini; ayrıca o taburdakilerin arasına fitne sokarak tesanüdlerini sarsmaya yönelik tezgâhların ve yanı sıra, haddizatında ehl-i iman safında yer alan bazı kuvvetleri türlü hile ve desiselerle yanına çekerek ehl-i imanı zayıf düşürmenin de aynı stratejinin bir parçası olduğunu ifade eden Üstad, tam o hengâmda Hızır gibi yetişen Risale-i Nur’un şu dersine dikkat çekiyor:

Manevî dayanaklarınız çok kuvvetli olduğu halde “cemaat ve şahs-ı manevî” şeklinde gelen hücumlara ferden ferdâ mukabele etmeye çalıştığınız için mağlûp duruma düşüyorsunuz. Bu hatanızı bir an evvel düzeltin ve siz de kuvvetli bir şahs-ı manevî teşkil edip sarsılmaz bir tesanüdle mukabele ederek taarruzları püskürtün.

Yani, bilhassa İhlâs ve Uhuvvet Risalelerinde dile getirilen ikazlar, burada stratejik öneme sahip nüanslarla yeniden dikkatimize sunuluyor.

Manevî cihadda cephe savaşı veren mücahitlerin, dayanmak ve başarmak için ihlâslı bir şahs-ı manevî teşkilinden başka bir çareleri yok.

21.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yolu yarılayamadık



Avrupa Birliği ile 2005 yılında başlatılan ‘üyelik müzakeleri’nde iki yeni başlık daha açılarak küçük de olsa yeni bir adım daha atıldı. Gündemde dünyayı da sarsan ekonomik kriz olduğu için iki yeni başlığın açılması pek tartışılamadı.

“Sermayenin serbest dolaşımı’ ve ‘Bilgi toplumu ve medya’ fasıllarının açılmasıyla birlikte, açılan başlık sayısı 10’a yükselmiş oldu. AB ile görüşmeleri yapılan başlıkların / konuların tamamlanıp kapatıldığı (o da geçici olarak kapatılmış) sadece bir başlık var. Bir yandan 10 başlıkta görüşmeler devam ederken, daha açılmayı bekleyen 25 başlığın olduğu da hatırlanırsa; son 3 yılda bir arpa boyu yol alamadığımız söylenebilir.

İçeride ve dışarıda, Türkiye’nin AB’ye üye olmasını istemeyen ‘güç odakları’nın varlığı bir gerçek. Türkiye’yi idare edenlerin bunu bilerek ve buna rağmen çalışmaları gerekir. Üyelik için gerekli olan şartları yerine getirmek için adım atmayıp, ikide bir AB’yi suçlamak işe yaramıyor.

Nitekim, Türkiye’nin işleri ağırdan alması Avrupa Birliği’ndeki ‘dostlar’ımızı da hayal kırıklığına uğratıyor. Örnek olması bakımından hatırlatmak gerekirse, Avrupa Parlamentosu üyesi Vural Öger şöyle demişti: “AB’deki Türkiye dostları içinde bir Türkiye yorgunluğu başladı. Bunların eline birşeyler vermek lâzım. Hükümet Mart ayından sonra Avrupa Birliği konusuna soyunmazsa benim de şevkim biter.” (Yeni Asya, 19 Aralık 2008)

Bunun yanında AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn ve benzeri çok sayıda isim de aynı gerçekleri dile getirip, Türkiye’nin bir an önce üyelik için gerekli adımları atmasını talep ediyor. Müzakerelerin başladığı tarihten bu yana yapılanlara bakıldığında ‘Biz üzerimize düşeni yaptık’ demek mümkün mü? Türkiye’den daha sonra bu yolda yürümeye başlayan bazı ülkeler, bizden çok daha hızlı yol almış ve neredeyse müzakeleri tamamlamıştır. Türkiye’nin müzakere etmeye başladığı başlıklar, belki de en ‘kolay’ olan başlıklardır. Asıl önemli ve tartışmalı başlıklara daha sonra sıra gelecektir ki, bu konuların iç politika malzemesi yapılması bile mümkündür. Bu bakımdan, iktidar bugünü iyi değerlendirmeli ve boşa vakit geçirmemelidir.

Herkesin bildiği gibi Avrupa Birliği maceramız çok önceleri başladı. Neredeyse yarım asır devam eden bu macerada hep inişler ve çıkışlar yaşadık. Gele gele AB üyeliğinin bir ‘devlet politikası’ olduğu, dönemin cumhurbaşkanlarınca da ilân edildi. Eğer bu politikadan vazgeçme sözkonusu değilse olur olmaz bahanelere sarılmaya gerek yok. Öyle değil de AB üyeliği hedefi ‘devlet politikası’ olmaktan çıktıysa o zaman da millete doğru bilgi verilsin. Tabiî mümkün ise makul gerekçeleri de açıklansın. Hem bu yapılmayıp, hem de alttan alta “AB üyeliği bizi bozar/böler” diye propaganda yapmak, bu uğurda millete yanlış bilgi vermek “bindiği dalı kesmek”ten farksızdır.

Son bir iki yılda yaşadığımız hadiseler, “Kopenhag Kriterleri olmasa da olur, Ankara Kriterleriyle yolumuza devam ederiz” söyleminin temelsiz olduğunu göstermiş olsa gerek. Yolu yarılamak da yetmez, hedefe ulaşmak için daha çok gayret gerek. Milletin ve memleketin menfaatinin bu noktada olduğunu görelim.

21.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır