19 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Nejat EREN

Barla’da baharı koklamak, birlikte okumak


A+ | A-

Barla; bu memleket, bu millet, bu tarih için bir simge, bir alâmet, bir marka oldu. Hele de yaz mevsimi gelince bir başkadır Barla!

Bir sevdadır, bir tutkudur, bir dâvânın mezra ve tarlasıdır, harmanıdır, meyvesidir Barla.

Barla gündem oluşturur. Barla sevda çiçeğidir. Barla gönül pınarlarının coşan misâli ve mezraıdır. Medarıdır, mâdenidir.

Ailelerin, gençlerin, esnafın, memurun tahassun edeceği mutlu bir mekândır, kutlu bir merkezdir Barla.

Barla, gönül sevdalılarının buluşma adresidir. Yorgun bedenlerin dinlenme ve serinleme konağıdır. Hakikate müştak olanların müzakere, tefekkür ve tezekkür diyarıdır.

Vefalıların vefa borçları edâ edilir. Cennet bahçesinde, Ulu Çınarın gölgesinde, Yokuş Başı Camii’nde, Asrî mezarlıkta.

Bir şanlı ve manevî tarih kaydı vardır mübarek topraklar Isparta ve Barla’da. Bu öyle dar çerçeveli, dar muhtevâlı bir tarih değildir. Hamaset kokmayan, yalana tenezzül etmeyen, benliğinden ve şahsiyetinden taviz vermeden Kur’ân ve imana âyinedarlık eden farklı ve mümtaz bir tarihtir bu.

Bu tarihi yazanların başında bu memleketin mânevî tarihine altın harflerle yazılmış isimler vardır:

Muhacir Hafız Ahmed vazife başındadır Üstadına muâvenet ederek.

Mustafa Çavuş hizmettedir Üstadının etrafını kollayarak.

Şamlı Hafız Tevfik hakikatleri yazmadadır o üstün maharetini öne çıkararak.

Sıddık Süleyman gözleriyle Üstadının evini gözetlemektedir o eşsiz sadakat ve samimiyetiyle.

Bahriler, Şem’iler, Abbas Mehmetler ve daha nice bahtiyar ve vefadar kahramanlar hizmet başında nöbettedirler ruhaniyetleriyle.

Hulusi Bey, “uzaktan kumanda” komutanlığına devam etmektedir. Askeriyede komutan, hizmette er olarak mütevaziyâne görevine devam etmektedir.

Hoca Sabri Barla’dan uzakta da olsa bütün âzâ ve organlarıyla Barla’dan gelecek emir ve hizmetlere âmâdedir Bedre karyesinde.

Berzah âlemindeki kahramanlara eşlik etmek isteyenler de boş bırakmıyorlar mübarek belde Barla’yı. Gençler, başta olmak üzere her kademe her bölgeden insanlar “okumak” için buradalar. Mevsim bu mevsim. Kâinat kitabını okuma sevdalısı ve aşığı olanlar artık kafilelerle Barla’yı şenlendiriyorlar.

Bu cümleden olarak siz değerli dostlarımıza bir hatırlatma yapıp sizlerin taleplerine yardımcı olmak istiyorum.

Birkaç yıldan beri mutad hâle gelen, “Barla Aile Okuma Programları” bu yıl da devam ediyor ve edecek İnşallah. Her grup sorumlusu kendi grubunu ve listesini hazırlayıp organizeyi ve tarihini tesbit ediyor.

Bu acizin organize ettiği “Barla Aile Okuma Programı” bu yıl 15 Ağustos’da başlayıp ilk grup için bir hafta, ikinci grup için de yine bir hafta olmak üzere Ağustos ayının sonuna kadar iki grup olarak devam edecek İnşallah.

Geçen yıllarda programa katılan dostlarımız programın muhteviyâtını biliyorlar. Yeniden programa katılacak olanlar aşağıdaki telefon ve mail adreslerinden bana ulaşırlarsa gerekli düzenlemeyi birlikte yaparız İnşaallah.

Bilgilerinize sunar, duâlarla birlikte cevaplarınızı beklerim İnşallah.

İRTİBAT BİLGİLERİ:

GSM - 1: (0505) 469 43 08  

GSM - 2: (0532) 337 95 26

msn: [email protected]

[email protected] - [email protected]

web: www.nejateren.com

19.06.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Dostlarla birlikte olunca


A+ | A-

Bir şair, “Düşmanlarla birlikte olunca meydan iğne deliği gibi daralır. Dostlarla birlikte olunca da iğne deliği bir meydan kadar genişler” der.

Çok doğru. Öyle an olur ki Kader Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle medrese-i Yusufiye denilen hapishanelerde bir araya getirir bu dostları. Bir eserinde bu durumu değerlendirirken, “Nur Talebelerinin bu zamanda toplanmaları, zararsız olarak, medrese-i Yusufiyede olur. Ve birbirini görüp sohbet etmek, hariçte masraflı ve şüpheli olur. Hattâ benimle görüşmek için bazıları kırk elli lirayı sarf ederek gelip, ya yirmi dakika veya hiç görüşmeden döner, giderdi. Ben bazı kardeşlerimi yakından görmek için hapsin zahmetini severek kabul ederdim. Demek hapis bizim için bir nimettir, bir rahmettir”1 diyordu.

Hapishaneyi bir medrese, mektep, okul hâline getirmek işte böyle olur. İman gözüyle bakınca o musîbetler arkasındaki rahmeti görmeye başlar mü’min. O okulda Üstadından ders alır, ilmini, imanını, ahlâkını, faziletini arttırır.

Eskiden çetin hizmet şartları altında Kaderin bir cilvesi olarak dostlar zaman zaman zorunlu olarak böyle yerlerde bir araya gelir, sohbet eder, kaynaşır, birbirlerinin faziletlerinden istifade ederlerdi.

Bu nimetler dışarıda hem de gönüllü olarak daha nezih, daha güzel atmosferlerde niçin elde edilmesin? Onun için birbirlerini Allah için seven böylesine candan dostlar bu hasreti uzun süre yaşamamak için, hem de müfritane hizmet gereği şu veya bu vesilelerle zaman zaman toplanır, sohbet eder, kenetleşir, tekvücut olduklarını gösterirler. Okuma programları, kendimizin ve hizmetin inkişafı için çeşitli maksatlarla yapılan meşveretler, toplantılar bunlar için ne güzel vesilelerdir.

Almanya’da Münih’e 100 km mesafede Avusturya sınırında, Alplerin eteklerinde kurulu Garmisch-Patenkirchen ilçesinin bir köyünde Avusturya’ya varıncaya kadar Almanya’nın değişik muhitlerinden gelen dostlarla birlikte olduğumuz dört günde de böylesi toplantıların önemini bir kere daha gördük. Hasret giderme, dertleşme, kaynaşma, hemhâl olma yanında iman ve Kur’ân hizmetiyle ilgili yapılan sohbet ve meşveretlerin anlamı daha bir başkaydı. Bir kısmıyla yeni tanışma fırsatı bulduğumuz elmas değerindeki dostlarla beraber olmak ne kadar büyük bir nimet. Nurlardaki engin ve zengin hakikatleri mütalâa etme ve onları hatırlamanın zevki ise daha bir güzel. Tatilleri maddî-manevî böylesine nefis atmosferlerde birlikte ihya etmenin tadı bir başka. Ezan sesinden uzak diyar-ı gurbette kendini, neslini muhafaza etme ve bunun için çaba harcamanın mükâfatı ise çok daha büyük. Bir koyup yüz almak gibi birşey.

İslâma en güzel şekilde ayna olmaya çalışan, dersini daha çok lisan-ı halle veren bu fedakâr, cefakâr dostları, özellikle “bahtiyar Alman milleti”nin doğuşunda geçen emeklerini tebrik ediyor; hizmetlerinin inkişafını, mükâfatlarının artmasını temenni ediyor, organizasyonda emeği geçen arkadaşları da kutluyor, huzur dolu, mutluluk dolu günler diliyorum.

DİPNOT:

1. Lem’alar, s. 265.

19.06.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Namaza dair


A+ | A-

Berk Bey: “1- Sabah namazını imsak vaktinde kılmak istersek nasıl niyet etmeliyiz? Aynı şekilde yatsı namazını gece on ikiden sonraya bırakırsak nasıl niyet edeceğiz? Bu günkü yatsı namazına diye mi? 2- Sabah namazını vaktinde kılamadığımızda o gün saat kaça kadar sünnetiyle birlikte kazâsı kılınır? 3- Kıyamda iken ayak başparmağı veya diğer parmakların havaya kaldırılması doğru bir hareket midir? Namazı bozar mı?”

Sabah namazının vakti ikinci fecir (fecr-i sadık) doğduktan sonra, yani tan yeri ağardıktan sonra başlar, güneşin doğuşuna kadar devam eder. İkinci fecir, geceden sonra doğu ufkundan yayılmaya başlayan yarı karanlıklı loş bir aydınlıktır. Mücbir bir sebep yoksa sabah namazını ortalığın aydınlandığı vakte kadar ertelemek müstehaptır. Bununla beraber fecr-i sadıktan hemen sonra da sabah namazı kılınabilir. Bu durumda niyetimizde bir değişme olmaz. Sabah namazını ortalık aydınlandığında hangi niyetle kılarsak, fecir girdikten sonra da aynı niyetle kılarız. “Niyet ettim Allah rızası için bu günkü sabah namazını kılmaya” diye niyet edilebilir.

Yatsı namazının vakti ise sabah namazı vaktine kadar devam eder. Yatsı namazını gece yarısına kadar geciktirmek müstehap; özürsüz olarak, birinci fecir denen fecr-i kâzibden sonraya bırakmak mekruhtur. On ikiden önce veya sonra kılınması niyette herhangi bir değişiklik meydana getirmez. Niyette gün önemli değil; giren ve içinde bulunduğumuz, henüz namazı kılınmamış vakit önemlidir. Yani, “bu günkü yatsı namazını kılmaya” diye niyet edebiliriz. Zaten dilin telâffuzu değil, kalbin niyeti esastır. Dil sadece kalbin temayülünü ve niyetini doğru ikrar ve telâffuz etmekle yükümlüdür.

Sabah namazı, vaktinde kılınamamış ise; o gün güneşin bir mızrak boyu yükselişinden, yani güneşin doğuşundan takriben kırk-elli dakika sonradan itibaren, öğle namazı öncesi kerahet vaktine kadar, yani öğle namazından takriben bir saat öncesine kadar sünnetiyle birlikte sabah namazı kaza edilebilir. Böylece Allah Resûlünün (asm) dünya ve dünyadakilerden daha kıymetli olduğunu beyan buyurduğu sabah namazının sünnetini de kaza etme imkânı elde edilmiş olur. Kaçırılan sabah namazı eğer bu vakit içinde kaza edilmez ise, artık sadece iki rek’ât farzı kaza edilir.

Namazda iken “amel-i kesir” ölçüsünde hareket yapılırsa namaz bozulur. Amel-i kesîr, namaz kılan birisinin, namaz kılmadığına hükmolunacak ölçüde hareket yapmasıdır. Binaenaleyh ayakların özürsüz olarak havaya kaldırılması namazı bozar. Göğüsle beraber ayakları kıbleden başka tarafa çevirmek de namazı bozar. Namazda iki ayak arası takriben dört parmak kadar açık olmalı ve iki ayak parmakları kıble istikametine bakmalıdır. Özürsüz olarak parmaklar oynatılmamalıdır. Oynatılırsa namazın sıhhatine mâni olmaz; ancak mekruh olur. Secdede iki ayağın parmakları—en azından iki başparmak—yere değmeli, yerde sabit olmalı, yani kıble istikametinden ayrılmamalıdır; bu, secdenin tadil-i erkânındandır. Aksi takdirde secde sahih olmaz. Peygamber Efendimiz (asm), “Yedi kemik üzerine secde etmek üzere emr olundum. Bunlar: Alın, iki el, iki diz ve iki ayakuçlarıdır”1 buyurmuştur. Bu hadîsi delil olarak alan dört mezhep ulemâsı, sahih bir secde için; alnın ve burnun, iki elin tamamının, iki dizin ve iki ayak uçlarının—en azından birer parmağın—yere değdirilmesinin şart olduğunu söylemişlerdir.

***

Hüseyin Bey: “Mezar taşlarına resim koymak caiz midir?”

Ölen kişinin bizimle irtibatı ne resimle, ne yazı ile ve ne de mezarladır. Tek bir irtibat vesilemiz var ölenlerimizle: Duâ. Duâlarımız, mânevî telsiz-telefonlarla onlara ulaşır. Ölenlerimizle irtibat kurmak istiyor ve bu irtibatı sürekli hale getirmek istiyor isek, duâlarımızı hiçbir maddî kıstasa tercih etmemeliyiz.

İslâmiyette sadelik esastır. Kabirlerin sadeliğini, vakarını ve yalnız berzah âlemini hatırlatan o âsûde huzurunu resimle bozmamalıdır. Onun ruh güzelliğinin kalbimizdeki resminin, onu bize maddî resimden çok daha yakın kıldığı unutulmamalıdır. Ölenlerimizin resimlerinin evlerimizde kapalı albümlerde bulunmasında bir sakınca bulunmamakla beraber; mezar taşlarına resim koymak mekruhtur.

DİPNOT:

1- Buhârî, Ezan, 133

19.06.2009

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Kâbe’deki vahdetin neresindeyiz?


A+ | A-

Haremeyn-i Şerifeyn tâbir edilen mübarek ve nurânî şehirler Mekke ve Medine. Hac ve umre vazifelerini yerine getiren hangi Müslümana sorsak çok etkilendiğini ve mânen şok geçirdiğini, müsbet mânâda dehşet ve haşyet içinde kaldığını söylemektedir. Özellikle Mekke ve Medine’nin tarihçelerini, İslâmiyetin yayılışını, 14 asır öncesiyle bugünü her şart ve şekliyle kıyaslamak erdemine ve faziletine sahip olan her Müslüman’ın değerlendirmesi çok farklı olmaktadır.

Bir çok şeyin tefsiri vardır. Fakat Kâbe ve Mescid-i Nebevî’deki (asm) yüzbinlerce ve milyonlarca tavaf, sa’y ve ibadet eden Müslüman, bütün İslâm dünyasının muhtaç olduğu bir hakikatı tefsir etmektedir. O da şudur: En küçük daireden 57 İslâm ülkesinin her kûşesine kadar muhtaç olduğumuz ittihad-ı İslâm ve uhrevî kardeşliğin deruhte ve ihyası ile birlikte, gıybet, hased ve kıskançlığın olmamasıdır.

Hangi dilden ve renkten olursa olsun herkes, bir tek hakikat olan tekbirde, ezanda, Kelime-i Şehadette, kamette, rükûda, secdede ve tahiyyatta birleşiyor. Kıble, yani Kâbe bir ve Peygamberimiz bir. Mûsika-i mânevî yankılar yapmakta, en katı kalpleri eritmektedir.

Yine her iki mübarek nuranî makam ve mevkide, buna ilâveten Arafat, Safa ve Merve’de, Sevr Dağında, Hıra Mağarasında, Bedir ve Uhud’da ve emsâli yerlerde ırklar ve renkler değişik, simalar ve sesler farklı, lisanlar ve ülkeler muhtelif; fakat bütün yüzlerde tebessüm ve gözlerde yaşlar, dillerde tekbir sadaları... Öte yandan Hacerü’l-Esved’i öpeceğim diye dirsek yiyenler, namaz kılacağım diye saftakini ezip geçenler var; fakat hiçbir Müslümandan ve saf tutan mü’minden ne bir itiraz, ne de ağır bir tâbir var.

Bir zât “Müslümanlar namazda omuz omuza, dışarıda boğaz boğaza” derken buraları kastetmiyordur. Onun kastettiği, buradaki mânâyı âlem çarşılarına taşıyamayan ve bu sırra eremeyenlerdir. Yine buradaki gerçek İslâm kardeşliğini kendi ülkelerine taşıyamayan siyasetçileri, talebelerine gerçek uhuvveti nakşedemeyen müderrisleri ve ders hocalarını kastetmiştir. Hucurat Sûresi 10. âyet burada en parlak bir zeminde ihyâ ve gerçek olmaktadır.

Bazı İslâm dünyasında yeni evlenenlere umre şart koşulmaktadır. Keşke bizim ülkemizde de şart koşulsa da, genç yaşta ittihad-ı İslâma, milletimizin birlik ve beraberliğine bütün rûh u canlarıyla alışsalar. Nedir bir bardak suda koparılan fırtınalar? Nedir bitmeyen kıskançlıklar, kin ve hasedler? En çok peygamberin geldiği diyarda bunlar olur mu?

Maziye bakınca da biraz ibret alıp utanmak lâzım, ağlamak lâzım. Muhterem Hasan Özbey anlatıyor: “Hz. Peygamber (asm), Kuba Mescidini ihya ettiğinde gariban bir görünümdeymiş. Tek katlı, üstü hurma dallarıyla örtülü bir mekân. Zemin kum, kumlar üzerinde Fahr-ı Kâinat ve sahabeler namaz kılıyorlar. Hatta yağmur yağdığında sahabeler dışarıdan kum getirip, ıslanan kumların üzerine dökerler, ıslaklık gider ve ibadet ederlermiş.”

Muhterem Said Özdemir anlatıyor: “Hz. Peygamber (asm) bir hadisinde buyurur ki: ‘Medine’nin sıcağına ve hastalığına dayananlar benim şefaatime nail olacaklardır.’”

Muhterem General Mahmud anlatıyor: “Sahabedeki iman, görülmemiş bir iman. Bedir, Hendek ve Uhud sayıca çok az; fakat imanla çok muhteşem ve küffar târümâr ediliyor.” Safalar, Bahaddinler, Yavuzlar vs.’ler herkes bambaşka bir aşktan, muhabbetten ve mânevî cihaddan bahsediyorlar. Nereden nereye gelmişiz? Nereye ve nasıl gitmeliyiz, gölge miyiz, güneş miyiz?

İki milyara yakın Müslüman ailesi, maddî olarak yıkandığı gibi Mekke ve Medine topraklarında yılda bir kere mânen yıkanmalı ve alacağı derse iyi çalışmalıdır. Hâsseten mürşitlere, siyasetçilere denilmeli: Biz Kâbe’deki vahdetin neresindeyiz?

19.06.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Uzaydaki akıllı canlılar: Melekler


A+ | A-

İki lise öğrencisi, kendi aralarında tartışıyorlardı. Bunlardan Ahmet inançlı biri, Kaya ise inkârcıydı. Kaya, “Ben görmediğime inanmam!” diyerek Allah’ı, melekleri, ahireti inkâr etti.

Vakit geceydi… Ahmet ayağa kalktı, elektrik lambasının düğmesini kapattı.

“Şimdi bak bakayım bana, beni görebiliyor musun?” dedi.

Kaya, “Hayır, göremiyorum” deyince, Ahmet taşı gediğine koydu:

“Sen beni görmüyorsun diye, şimdi ben yok muyum?”

“Görmediğime inanmam” fikri, tarih boyunca nice insanın inkârına sebep olmuştur. Hâlbuki şu âlem, görmediğimiz nice varlıklarla doludur.

Aklımızı, merak ve sevgi gibi hislerimizi görmüyoruz. Teneffüs ettiğimiz havayı görmüyoruz. Havadaki nice sesleri, televizyon dalgalarını, X ışınlarını görmüyoruz.

Hatta ilim adamlarının dediğine göre, “kâinatı âdeta anahtar deliğinden seyrediyoruz.”

“Görmediğime inanmam” fikri, aslında küfür ve inkâra sebep olacak bir kuvvette değildir. Yıllar önce bir karikatürde görmüştüm: Adamın biri, uçurumdan aşağıya yuvarlanıyor. Düşerken kendi eline tutunuyor, “Tuttum, artık düşmem” diyor. Hâlbuki tuttuğu şey, kendisinden bir parça ve kendisi gibi düşmekte...

İşte, küfür ve inkâr böyle zayıf, böyle temelsizdir. Ama sırf bir şeyle teselli olmak için bazıları böyle temelsiz şeyleri sağlam zannedip kendilerini aldatmaktadırlar. Oysa meleklerin varlığına dair binlerce aklî, mantıkî, ilmî deliller vardır. Bazılarını sıralamaya çalışalım:

• Müze, fuar ve sergiler, elbette muhteşem ve antika eserleri, san'at harikalarını gezecek, seyredecek, takdir edeceklerin göstergesidir... Hiçbir insanın uğramadığı dağ başlarında veya çöllerde müze ve sergiler kurulmaz. Yer ve sema/uzay, antika ve harika varlık ve san'atlarla donatılmış muhteşem iki müze, sergi, fuar, saray gibidir. Yeryüzünü gözleme, tefekkür etme, araştırma, inceleme görevi insanoğluna verilmiştir. Ancak insanlar trilyonlarca yıldız kümelerine sahip olan milyarlarca galaksileri seyredip tefekkür etmeye yetmezler. İşte Cenâb-ı Hak, o muazzam yıldızları seyredecek, tefekkür edecek, takdir edecek trilyonlarca, katrilyonlarca varlık yaratmıştır.

Hakikat ve hikmet, zemin gibi semâvâtın da kendine münasip oturanları bulunmasını gerektirir. Şeriat dilinde o muhtelif cinslere “melaike” ve “ruhaniyat” ismi verilir.1

• Hayat, hareket, sevmek, üzülmek, sevinmek gibi hisler, duygular da ruhun varlığını ispat eder. Çünkü bu ve benzeri mânevî özellikler maddede yoktur. Varlığımız/duygularımız ruhun, ruh da meleklerin varlığına bir delildir. Aslında “hayat, yani hayatımız, meleklerin varlığının bir ispatıdır.”

Şu muhteşem uçan burçlar ve kasırlar, saraylar hükmünde olan galaksi ve nebulalarda yer alan katrilyonlarca yıldızlarda da yaşayan akıllı, şuurlu, düşünen varlıklar vardır. İşte bunlar da ruhaniler, meleklerdir.

• Melekler, nurdan yaratılmış, fıtratları safi, berrak, temiz; makamları sabit, kendileri masum, günahsız mahlûklardır. Varlıklarını idrak ediyor, fakat mahiyetlerini tam olarak bilemiyor, açıklayamıyoruz. Bu, onların olmamasına delil teşkil etmez. Tıpkı aklımızın varlığını anlayıp mahiyetini açıklayamamamız gibi... Kâinatın Yaratıcısının, toprak ve ruhtan yarattığı varlıklar olduğu gibi, dumansız ateş olan elektrik, x, ultraviyole, lazer ışınları; hatta havadan, sesten, karanlıktan, muhtelif ışık ve ses frekanslarından yarattığı varlıklar olması, aklın da kabul ettiği bir husustur. Bunlara maddî ceset giydirilmemiş. İşte bunlar “ruhanîler” (melekler, cinler, şeytanlar) diye tâbir edilir.

• Kâinatta atomdan galaksilere kadar genel bir rububiyet (terbiye) hâkim olduğunu görüyoruz. Terbiye, aynı zamanda kulluğu ister. Müze, fuar ve sergiler, elbette muhteşem ve antika eserleri, san'at harikalarını gezecek, seyredecek, takdir edeceklerin göstergesidir...

• Meleklerin görünmemesi, olmamalarına delil olmaz. Evvela, görmeyip inandığımız ve varlığını kesin olarak bildiğimiz varlıklar, gördüklerimizden çok daha fazladır. Ruhumuz, aklımız ve sair duygularımız, içtiğimiz çaydaki şekeri, süt ve yoğurttaki yağı, kablonun içindeki elektriği ve teneffüs ettiğimiz havayı da çıplak gözle göremiyoruz, ama varlıklarına kesinlikle inanıyoruz, hissediyoruz, tadıyoruz, anlıyoruz...

Melekler ruhanî varlıklar olduğu için, çıplak gözle görülmeleri mümkün değildir. Nitekim maddî varlıkların birçoğunu, görme frekansının altı veya üstünde olduğu için göremiyoruz. Ruh, nurun en şiddetli, en ince, en keskin, en lâtif kısımlarından çeşitli enerji merhalelerinden, daha doğrusu enerji boyutlarından yaratılmış olmalı.

Dipnot:

1. Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Almanya, s. 162. 

19.06.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Rifat OKYAY

Adımları sayılı


A+ | A-

Açmazların, açılmazların ve kapalılığın fikir ortamında; düşünce kaç adımla, nereye gidebilir? Düşünceye ve düşüncelere yol verecek, mesafe kat ettirecek olan akıl lokomotifini enerji dağarcıkları; ruh ve kalp muharrik, hareket ettirici enerji ile ham maddelerle dolumu acaba?

Düşüncelerde aydınlık, karamsarlığın ve ümitsizliğin olmadığını anlatır, gösterir. Ama bilgi çağında, ilmin ve marifetin hammadde olduğu zamanımızda muhakkak ki ateşleyici ve kucaklayıcı iman ve izanı, İslâmiyet ve mizanı akıl ortamında unutmamalıyız ki kendimizi ve inançlarımızı inkâr edecek durumlara, ortamlara ve hallere düşmeyelim.

Düşüncede ezber, ancak iman gücü ve inanç sistemleriyle bozulmuştur ve hali hazır hayatımızda, insanlığın hayatında da geçerliliğini korumaktadır. Maddenin ve maddeye taparak her şeyi maddileştirme gayretinde olanların şu günlerde yüzüstü sürünmelerini ve perişan, sefih hallerini bütün dünya müşahede ediyor, şahit oluyor. Buhranlar anaforunda insan kendisini arıyor, insan imanı ve inancı arıyor, insan; Allah’ı ve O’nun arzularını arıyor!

Kölelikten hürriyete esirlikten, ücretlilikten maddî varlığa kavuşan insanlık; insanlığı yoktan insana kavuşturan, var edeni arama yoluna birazcık olsun girer gibi oluyor... Madde ve maddî hayat sıktıkça… Çünkü yerlerin enginliği ne yapsa göklerin enginliğine ulaşamaz, kavuşamaz ve mümkünde görünmüyor!... İlâhî sıfatlarla vasıflandırılan ve yeryüzünü her zaman saadet, huzur ortamlarına kavuşturan; iman ve inanç emirlerinin yerine ne geçebilir ki? Düşünce eğer iman ve izanlar, inançla bu yolda paralellik arz edemezse heba olur, helâk olur.

İçerden, içten ve içtenlikle olmayan yani fıtrî olmayan hiçbir şey hakim ve hükümferma olamaz. Boşuna dememiş koca Üstad “Fıtratın şahadeti reddedilmez...”

İman, inanç sistemi ve bunların paralelindeki düşünce, fikir, fıtrîdir, yaratılıştan rububiyet-i mutlaka sahibi Rabb-i Rahimimiz tarafından verilmiş bir ikram ve ihsandır… Gulyabanilik ve şeytanlık, ihtirak ve ihtilân, ihlâssızlık ve igansızlık bunların içinde ve yanında yer alamaz.

Demek ki iman, inanç ve İslâmiyetin gereği düşünce daima açılımların ve aydınlığın, nuruna ulaşmak istediği bir ufuktur…

Ufuklar ise daima dürbün gibi nazar, dağlar gibi iman, deryalar gibi inanç ister… Batan, küçüldükçe küçülen hiçbir varlık buralarda söz sahibi değildir, olamaz da. Çünkü adımları sayılı beşer, faniliğin ispatından başka bir düşünceyi temsil etmiyor…

19.06.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Perle’nin örgütüyle baş edebilmek için


A+ | A-

Menfide şöhrete ulaşmak kolay olduğundan, şöhretperestler zahmetli yol olan “insanlığa iyilik” yolunu terk ediyorlar. İşledikleri şerlerle hızlıca zirveye yükseliyorlar. İşte “Karanlıklar Prensi” Perle bu yolda şöhrete ulaşmış Musevî kökenli teorisyen ve pratisyen eski bir ajandır. İnsanlığa, dünyaya ve bilhassa Müslümanlara gelen zararlarda payı büyük olduğundan, genellikle bizimkiler onu iyi tanırlar.

Yazımıza Perle'nin kimliğini, marifetlerini ve istikbale matuf teorilerini konu edinmeyeceğiz. Yalnızca Türkiye'nin doğusundaki meşhur fitne ile ilgili düşünceleri dikkatimizi çekti. Haklı taraflarını görünce, hakkını verelim diyoruz. Perle'nin PKK ve Kürt meselesi hakkındaki beyanları, hakperest bazı politikacı, diplomat ve siyaset bilimcilerde şafak attırmış olmalı. PKK'ya Türkiye´nin gücünün yetmeyeceğini, bu meselenin köklerinin deniz ve kıta aşırı coğrafyalarda olduğunu söylüyor. Washington´daki enstitülerde yapılan çalışmaların boyutlarını görmeden, PKK´nın mahiyetini deşifre etmeden ve şu Kürtçülük meselesinin dünyada hangi global terör ve menfaat örgütlerine fayda taşıdıklarını öğrenmeden, “Kürt meselesinin” hallolmayacağını söyleyen bir diplomat, elbette ki hakikati ifade ediyor. Dağları bombalamak, ara sıra arazide bir-iki teroristi öldürmek ve doğrudan dışarıyla bağlantılı çalışan eski komünist ve bugün Kürtçü vekillerle uzlaşmaya çalışmak; Avrupa ve Amerika´dan gülünç görünüyor. Zira, fitnenin esas tarafları, olayların senaryolarını yazanlar, finanse edenler ve bu finans desteğine göre beklenti içine girenler; bölgede yaşayan PKK´lı, peşmerge veya solcu Kürtçü vekiller değil.

Yıllardır tekrarladığımız bir husus var: Doğudaki “Kürtçülük fitnesini” dünyanın her tarafına taşıyanların Türkiye, İran veya Irak Kürtleri olmasının imkânı yok. Avrupa, Avustralya ve Amerika´nın “yerel medyasınca” da gündemde tutulan bu mesele, ancak ve ancak dünyayı global bir ateşe atmak isteyen dinsiz küresel şebekelerin işi olabilir. Dünyayı ateşe vermek, kıtalar arası çatışma çıkarmak ve insanlığı tahrip etmek üzere örgütlenenlerin torbasındaki önemli bir aletin Türkiye'nin doğusunda yer alan “Kürt meselesi” olduğunu göremediğimiz zaman, geçmişte olduğu gibi ülkeye yüz milyarlaca dolar zarar vermekle kalmayız, on binlerce gencimizin daha bu ateşte yanmasına sebep olmaya devam ederiz.

Perle “Bu fitneyi ancak biz söndürebiliriz” diyor. Yani küresel fitneyi hazırlayanlar… Yani bugün için neocon ve neoliberal diye adlandırılan eski komünist ve bolşevikler... Enstitülerinde bu çalışmanın en küçük ayrıntılarını bile görevlilerine ders veren bu dehşetli küresel cinayet şebekesi, itiraz edenlere de haritanın küçük bir tarafını gösteriyor. İşte bütün bunları dolaylı anlatımla ifade eden Perle, “Bizim menfaatlerimize râm olursanız –Amerika´nın değil, neocon ve neoliberallerin– sizi rahat bırakabiliriz. Sembolik olarak başka coğrafyaları da haritanızda gösterebiliriz” diyor.

Bu küresel dehşetli fitneye karşı Türkiye'mizin bir yerlerden destek almadan baş etmesi elbette mümkün değil. Bir taraftan İslâm dünyasına, diğer taraftan AB ülkelerine derdini açıkça anlatamayan Türkiye'de kan kaybı devam eder. Perle'nin hizmet ettiği küresel şebekenin hakkından ancak Avrupa Birliğinin geleceğini bildikleri halde, AB´den uzak durmaya (dolaylı olarak) özen gösteren bu hükümetin de, söz konusu küresel şebekelerin tuzağına düşmesinden, ister istemez endişe duyuyoruz.

12 Eylül ve 28 Şubat ihtilâllerini yargılayamamış bir Türkiye'nin daha büyük zararlı küresel cereyanların tuzaklarına yakalanma riskinin çok yüksek olduğunu akıldan uzak tutmamak gerekiyor.

Perle ilk değil… Perle ve onun gibi Türkiye medyasında ellerini kollarını sallaya sallaya ve gözümüzün içine baka baka bizi tehdit eden onlarcası Ankara ve İstanbul'dan geçmedi mi? Peki, idarecilerimiz onlara hangi cevapları verdiler?

Kemalizmin bürolarını Washington´a taşıyarak Türkiye'nin bürokratlarını da Atlas ötesinde zapt u rapt altına almaya çalışan “Perle´nin örgütü”ne karşı, Türkiye tek başına üstesinden gelemez. AB'den başlayarak İslâm âlemine; dünya barışını engelleyen bu fitneyi ayrıntılarıyla anlatmalıdır.

19.06.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

“Gerçek olsa ne yazar?”


A+ | A-

Türkiye, ortalama her 10 yılda bir ‘darbe’lere maruz kaldığı için ‘yeni darbe planları var’ iddiâları pek de şaşkınlıkla karşılanmıyor. Elbette darbe planlarına haklı olarak itiraz ediliyor, ama “Yok, kimse böyle bir plan yapmaz. Hangi çağdayız?” diyen de çıkmıyor, çıkmaması da tabiîdir.

Bir haftadır tartıştığımız, tartışmaya Türkiye’yi ‘idare edenler’in de katıldığı son hadiseye de bu gözle bakmak gerekiyor. Ergenekon sanığı bir avukatın bürosunda bulunduğu ifade edilen “belge” ya da “andıç”ın “muhtevâsı”ndan çok “gerçek mi, sahte mi?” tartışması yapılıyor. Elbette bu belgenin gerçek ya da sahte olması da çok önemlidir, ama belgede yazılanların ne mânâya geldiği de göz ardı edilmemelidir. Belgenin sahte ya da gerçek olup olmadığı ‘teknik inceleme’ ile ortaya çıkacak, peki muhtevadaki anlayış nasıl izah edilecek? Belgenin sahte ya da gerçek olup olmadığı bir yana bırakılsa bile, o belgeyi okuyanlar, bir bakıma “Biz bu belgeleri okuduk, bu filmleri daha önce de izledik” hissine kapılmadı mı?

Özetle ‘milletle kavga’yı hedef alan bu belgenin ortaya çıkması sonrasında ortak bir kanaat oluştu: Belge sahte de olsa vahim, gerçek olsa da vahim!

Bununla birlikte bazı ihtilâl severler bu belgeyi “bile” savunmaya kalkıyor ki buna da şaşmıyoruz. Meselâ birisi güya belge ile “dalga” geçerek yazdığı bir yazıyı şöyle bitirmiş: “Bu yazı demokrasi adına zor, ama doğru bir yazıdır... Size yine bir soru: Dinci kadrolar, tarikatçılar Türkiye’yi ele geçirirken... Askerlerin seyirci kalacağına inanan bir tek kişi var mı?...” (Bekir Coşkun, 18 Haziran 2009)

Dürbüne tersten bakarak doğru görmek mümkün mü? Türkiye’de yaşayanları “Türkiye’yi ele geçirmeye çalışanlar” olarak gören bu anlayış elbette sadece bir kişiye mahsus değildir. Yıllar boyu “Halka rağmen halkçılık” yapanlar da, “Bir profesörün oyuyla bir ‘çoban’ın oyu bir olur mu?” diyenler de aynı anlayışı seslendirmiş. Dolayısı ile aradan bunca yıl geçip, bunca ihtilâl gördükten sonra hâlâ ihtilâllerden ve ihtilâlcilerden medet umanların varlığı insanı üzüyor.

Aslında ‘ihtilâl sever’lerin dayandığı ‘kanun’lar da var. Açıkça ifade etmeseler de “Biz her istediğimiz zaman ihtilâl yaparız. Çünkü TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi bize bu ‘yetki’yi ve hatta bu emri veriyor” dercesine işler yapıyorlar. Bu bakımdan demokratikleşme çalışmalarını oralardan başlatmak gerekiyor. İhtilâl severler daha da ileri gidip, “İhtilâl yapma yetkisi bize 1982 ‘ihtilâl anayasası’ndan mirastır. Yaptığımız işler kanunsuz değildir” de diyebilirler. İşin kötüsü, çok da kınanmazlar...

Akl-ı selim sahiplerinin her fırsatta “Bir an önce bu ihtilâl anayasasından kurtulalım, gerçekten sivil ve demokrat bir anayasa yapalım” çağrıları boşuna değil.

“Belge gerçek olsa ne yazar?” demekten çekinmeyen ihtilâl severlerle; demokrasi ve hukuk önünde hesaplaşmak gerekir. Siyasî iktidarın yapması gereken de budur. Yoksa “alt komisyona havale”lerle bu krizlerden çıkmak mümkün görünmüyor.

19.06.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Laboratuvarda Allah'ı hisseden bilimadamı


A+ | A-

Dünkü yazımızda kâinat ve insan ile uğraşan bilim adamlarının Allah’a olan inançlarının başkalarına göre daha fazla olduğunu belirtmiştik. Cambridge Üniversitesi’ndeki Faraday Enstitüsü Direktörü Dr. Denis R. Alexander’in ifadeleri bu hakikate delil olmuştu. Dr. Alexander’in konuşmasında zikrettiği bilim dünyasının bir başka önemli ismi ise Francis Collins idi. Francis Collins, 2003 yılında tamamlanan ünlü İnsan Genomu Projesi’ni yürüten ABD Ulusal İnsan Genomu Araştırma Enstitüsü’nün başkanı ve 2006 Temmuz ayında “Allah’ın Dili” (The Language of God) isimli kitabı yayınlayan bilim adamı. Collins bu kitabına genetik çalışan bir bilim adamı olarak nasıl Allah’a inanmaya başladığını anlatmakla başlıyor.

Daha önceden ateist olan ve sonradan bilimsel çalışmaları neticesinde kendi ifadesiyle “laboratuvarda Allah’ı hisseden” ve bulan Collins’in yaşadıkları bütün insanlık için önemli bir örnektir. Hakkında yazılanlar ve kendi ifadelerden öğrendiğimiz kadarıyla, Collins, 16 yaşında Virginia Üniversitesi Kimya bölümüne başlar. Collins çocukluk ve gençlik dönemlerinde hayatında inancın yerinin olmadığını kabul ediyor. Bunun sebebini ise yetiştirilme şartları olarak belirten Collins, ailesinin inanç konusunda ona hiçbir şey vermediğini söylüyor. Üniversite döneminde, yurtta kalırken ateist arkadaşları ile yaptıkları uzun sohbetler de kendisinde ateizm düşüncesinin yerleşmesine destek olur. Bu dönemlerdeki halini Collins ‘agnostik’ olarak tanımlıyor. Agnostisizm ya da bilinmezcilik, Yaratıcının varlığının ya da yokluğunun bilinemeyeceğini öngören bir felsefe akımıdır ve bu felsefenin takipçilerine agnostik denir. Yani Collins’in o dönemler Allah’ın varlığı konusunda kesin bir kararı yok. Kendisi de o zamanki halinden bahsederken ‘bilmiyorum’dan ziyade ‘bilmek istemiyorum’ cevabını verdiğini söyler. Collins üniversiteden mezun olur ve Yale’de fizyokimya dalında doktoraya başlar. Artık kâinattaki her şeyin fizik kanunları ve matematik kuramları ile açıklanabileceğini düşünmektedir ve yavaş yavaş kalbi agnostiklikten ateistliğe doğru yönelmeye başlar. Doktoraya başladıktan iki sene sonra fizikte karşısına çıkan Kuantum teorisinin karmaşık yapısından sıkılıp Biyokimya’ya ilgi duymaya başlar. Belki de maddenin Kuantum düzeyinde her şeyi fizikle açıklayamayacağını görünce ateist düşünceleri bunu kaldıramamış olabilir. Neticede Biyokimya tahmininin ötesinde çok ilgisini çeker. DNA, RNA ve protein gibi moleküllerin yapısı ve işleyişleri, genetik ve biyolojinin matematiksel boyutu onu hayran bırakır. İnsandaki 3.1 milyar harften oluşan DNA dizisindeki bazen sadece bir harfte bulunan bir hata ile çok ciddî hastalıkların oluşabilmesi Collins’in bu moleküle olan hayranlığını artırır ve ilgisini çeker. Bu arada tıp fakültesine gitmeye karar verir ve bunu gerçekleştirir. Bir defasında yaşlı bir bayan hastası ile sohbeti sırasında hastası ona Allah’a inanıp inanmadığını sorar. Böyle bir soruyu beklemeyen Collins şaşırır ve inancı konusunda emin olmadığını söyler. Yaşlı hastası ile aralarında geçen konuşmadan sonra kafası karışan Collins kendisi gibi bir bilim adamının delilleri ve verileri gözden geçirmeden karar veremeyeceğinin bilincine varır.

Bu sırada 1980’li yılların sonlarına gelinmiştir ve “insan genom projesi” başlasın, başlamasın tartışmaları doruk noktaya ulaşır. Proje başlar ancak iki yıl sonra projeyi yürüten DNA’nın çift sarmal yapısının kaşiflerinden James Watson, bir anlaşmazlık sebebiyle proje yürütücülüğünden ayrılır. Bu sırada Michigan Üniversitesindeki genom merkezini yöneten Collins bu iş için iyi bir aday olarak görülür. Böyle bir teklif beklemediğini söyleyen Collins, bir insan olarak karşısında Yaratıcının dilini okumaya bir şans olduğunu, insanın nasıl yaratıldığına dair olan sırların bulunabileceği bu önemli işi reddedemeyeceğini hemen anlar. İnsan Genom Projesi 6 ülkedeki 20 genom merkezinde haftanın yedi günü yirmi dört saat çalışılarak sürdürüldü. Nisan 2003’de, yani Watson ve Crick’in DNA’nın sarmal yapısını buluşlarının 50. yıldönümünde artık İnsan Genom Projesi’nin hedeflerine ulaştığı ilân edildi.

Collins bu proje sırasında, DNA’yı incelerken Allah’ın dilini okuduğunu fark eder ve ateizm düşüncesine bir nokta koyar. Collins artık inanan biri olarak İnsan Genom Projesi’nin kendisi için çok önem taşıdığını belirtiyor. Allah’ın DNA dilinde yazdığı bu genom kitabını okumaya, anlamaya çalıştığında duyduğu hayranlığın artarak devam ettiğini vurguluyor.

Şimdi Collins’in sözgelimi evrim teorisi ile ilgili kendine has ilginç görüşleri olsa da ateizmden tümden vazgeçtiğini ve Allah’ın varlığını kabul ettiğini her fırsatta dile getiriyor. Collins’e göre eğer hiç ıspatlanmamış olan ve hâlâ bir teori olma özelliğini koruyan evrim sözkonusu olsa bile bunu Allah’ın kudretinden başka birşey gerçek kılamaz. Bu da imanın bir boyutudur elbette.

Hasılı kelâm bilim adamları fenlerle uğraştıkça Allah’ın varlığını daha yakından hissedeceklerdir. Önce imana ve eğer nasipleriyse de İslâm’a kavuşmalarını diliyoruz.

19.06.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Güvenlik Konseyi’nde Rusya vetosu: Şimdi ne olacak?


A+ | A-

Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde Birleşmiş Milletler Gürcistan Gözlem Misyonunun görev süresinin iki hafta uzatılmasına ilişkin kararı veto etti. Türkiye dahil on ülkenin lehte oy vermesi, bu veto karşısında bir işe yaramadı.

1993 yılı Ağustos ayında Güvenlik Konseyi tarafından o tarihte Gürcü ve Abhazlar arasında varılan Ateşkes ve Güçlerin Ayrılması Anlaşmasına uyulmasını gözlemleme, mülteciler ve yerlerinden edilen kişilerin yurtlarına güvenli ve düzenli olarak dönüşünü sağlama, barış gücünün çalışmalarını gözlemleme göreviyle kurulmuştu. Bu misyonda 130 gözlemci asker ile bir düzine polis görev yapıyordu. Önceki sabah bu görev sona erdi. Türkiye’nin Güvenlik Konseyi başkanlığını yönettiği bu dönemdeki ilk Rusya vetosunun gerekçesi, “Kararda Gürcistan’ın bütünlüğünün korunacağından ve bu ülkenin Güney Osetya ve Abhazya bölgelerindeki egemenliğinden söz eden bir karara atıfta bulunulması” olarak açıklandı. Halbuki BM, sırf Rusya’yı memnun etmek için “Gürcistan Misyonu” yerine yalnızca “Misyon” tabirini kullanmış ve bu yüzden Gürcistan Büyükelçisinin, “BM Rusya’nın şantajına boyun eğdi” suçlamasına maruz kalmıştı.

Aslında BM Gözlem Misyonunun kuruluşunu gerektiren şartlar tamamen değişti. Gözleyeceği anlaşma çoktan rafa kalktı. Yalnızca iki devlet tarafından tanınmış olsa da, Abhazya ve Güney Osetya bağımsızlığını ilân etti. Ortada belirgin bir gerginlik havası var. Rusya bir yandan bu iki ülkenin sınırlarını korumak için binlerce askerini bu iki ülkenin Gürcistan sınırına gönderdi. Bu iki ülke ile çeşitli alanlarda yoğun işbirliğini öngören ikili anlaşmalar imzaladı. Evet bu misyonun görevi bitti. Ancak bunun yerine sürmekte olan ateşkesi izleyecek, karşı taraf topraklarında kalanların güvenliği ve güvenli bir şekilde göçünü sağlayacak daha geniş bir barış gücüne ihtiyaç var. Daha önceki bir yazımızda Rusya’nın bu hamlelerinin, eski Sovyetler Birliğini ihya etme çabası içinde, bu iki ülkeyi Rusya Federasyonuna dahil etme adımları olduğunu yazdığımızda, Abhaz ve Oset okurlarımız itiraz ettiler ve Rusya’nın böyle bir niyeti olmadığını ısrarla vurguladılar.

Elbette haklı olmalarını diliyoruz. Ancak araştırmacı Nicu Popescu’nun konuştuğu bir Abhaz’ın söylediği şu sözler çok anlamlı: “Abhazya birbiriyle yarışan baskılarla karşı karşıya. Güvenliğimizi teminat altına almak için daha fazla Rus birliğine ihtiyacımız var. Ancak aynı zamanda çok fazla Rus birliğinin gelmesi yüzünden Abhazya’nın kontrolünü elimizden kaçırmaktan korkuyoruz”. Bir yandan Rusya ile iyi ilişkileri sürdürüp, Gürcistan’a karşı bu iki ülkenin hamisi olmasını sağlama, diğer yandan ise Rusya ile mesafeyi koruma ihtiyacı arasında denge kurma çabası, bölgedeki tüm alanlarda görülüyor.

Rusya’ya yakınlaşma, Batılı yatırımcıların bu ülkelere yatırım yapmaktan kaçınmasını sonuç veriyor. İlginç olan husus; Sovyetler Birliği döneminde esir ülke konumunda bulunan bu iki ülkenin şimdi Rusya’yı kurtarıcı olarak görmeleri ve her alanda bu ülkeye güvenmeleri. Türkiye bu bölgede iki açıdan zor durumda. Bir yandan Güvenlik Konseyi başkanı olarak etkin bir rol oynama yükümlülüğü altında. Öbür yandan da hem Gürcistan’la iyi ilişkileri sürdürme hem de tarihsel bağlara sahip olduğumuz Abhazlar ve Osetleri küstürmeden bölgeye barış getirilmesine öncülük etme göreviyle karşı karşıya. Umarız bu gergin bölgede doğan boşluğun doldurulmasında, dönem başkanı olan Türkiye, süresi dolmadan kalıcı bir çözüm yolu bulunmasını sağlayabilir.

19.06.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Bursa Nutku


A+ | A-

Türkiye’de şiddete dayalı terörün kaynaklarını anlamak istiyor isek, bir dönem gençliğe Kur’ân sûreleri gibi ezberletilen metinlere bakmak gerekir. Bunlardan bir tanesi de 5 Şubat 1933 tarihinde Atatürk’ün yaptığı iddia edilen bir nutuktur. Bu nutuk ve konuşmanın Türkçe ezan protestolarına karşı yapıldığı söylenir.

1966 yılında İzmir’de bir mahkeme bu nutkun bildiri halinde dağıtılmasını yasaklamış, fakat Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu bu nutkun gerçek olduğuna karar vermiştir. Daha sonra 1975 yılında Kayseri Ağır Ceza Mahkemesi bu nutkun yargısal bir gerçek olduğuna dair kararını açıklamıştır.

Şimdi nerden çıktı bu nutuk demeyin? Zira bir dönem özellikle solcu ve sağcı gençlerin yapmış olduğu şiddet içeren eylemlerini meşru göstermek için kullandığı, hatta ezberlediği bu konuşma çok önemlidir. Eğer “hastalığın teşhisi tedavinin yarısıdır” gerçeğinden yola çıkarsak, teşhis ve tedavide büyük bir ilerleme kaydedeceğimizi sanıyorum. .

Bu metin solcu gençler arasında sadeleşmiş bir biçimde aşağıdaki şekilde kullanılıyor ve dağıtılıyordu:

“Türk Genci devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük yâ da en büyük kıpırtı ve bir davranış duydu mu, ‘Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silâhla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

“Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek; ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır.

“Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, ‘demek adalet örgütünü düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek.’

“Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte, bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haklı ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayırılmasını istemeyecek.

“Diyecek ki, ‘Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.’

“İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği…”

Bu metni yorumlamaya gerek yok, her şey gayet açık bir şekilde ifade edilmiş. Anarşi ve terör olaylarının 1960’lı, 70’li yıllardaki gelişmesinin ve akıl almaz boyutlara yükselmesinin nedenini açıklamıyor mu?

Şimdi bir PKK’lı terörist çıkıp dese “Ben Bursa nutkuna dayanarak bu eylemleri yapıyorum” ne cevap vereceğiz?

Mahkemede Abdullah Öcalan da buna benzer şeyler söylemiş, hatta hızlı bir Atatürkçü olduğunu belirtmişti.

İsterseniz Ahmet Taner Kışlalı’nın bu nutuk ile ilgili yorumunu sunarak devrimi, devrimcileri biraz daha iyi tanıyalım:

“Tarihte bu sözleri söyleyebilen bir başka devrimci çıkmış mıdır? Başında bulunduğu devletin bile zaaf içinde olabileceğini düşünen, geleceğin siyasal iktidarlarından kuşkulanabilen, ama gençliğe böylesine sınırsız bir güven besleyen, böylesine çek veren, gençliği böylesine son çare olarak gören bir devrimci yoktur. Atatürk, hem gelecek hem de gençlik konusunda yanılmamıştır.”

Sevgili okuyucularım. Bu yazıları okurken, lütfen, “çok abartıyorsun” demeyin. Maalesef bir askerî okul öğrencisi ve yıllarca subay olarak görev yapmış birisi olarak bu yorumları çok dinledim. Eğer “Niçin darbe oluyor, subaylar neden ihtilâllere karışıyor, bu gençliğin hâli ne? Niçin kan dökmeye bu kadar can atıyorlar?” suallerine cevap arıyorsanız, bu yazıyı bir daha okuyun, vesselâm…

19.06.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

"Belge"siz demokrasi ve gerçek gündem...


A+ | A-

Kamuoyunun “gündeme bomba gibi düşen” ya da düşürülen “gizli belge”yle oyalandığı sırada, Türkiye’nin gerçek gündemi âdeta el altından kaçırılıyor.

Cumhurbaşkanı Gül, bütün “çağrılar”a rağmen iktidar partisinin ısrarla “toprak kullandırmalı” olarak çıkardığı “mayın ihâle yasası”na onay veriyor. Diğer taraftan son yıllarda durgunluğa giren ve bir arpa boyu yol alınmayan AB demokratikleşme ve reformlarında önemli bir adım atılmış değil.

Ne siyasî iktidarın her fırsatta “söz verdiği” yeni anayasa, ne siyasetin demokratikleşmesi için siyasî partiler ve seçim kanunu, ne yargı reformu ve ne de dinî özgürlüklerin, din eğitimi ve öğretiminin AB standartlarına göre verilmesi…

AKP hükûmeti hiçbirini ciddî olarak gündemine almıyor. Türkiye’nin önünde dört bin başlık altında binlerce sayfalık “AB mevzuatı” var. Ne var ki AB’den sorumlu Başmüzâkereci Devlet Bakanı, AB müktesebatının üstlenmesine dair “reformlar”ı, “yerli içki ile ithal içki arasındaki haksız rekabete son verecek vergi mevzuatı düzenlemesi”ne indirgemiş; bunun için uğraşıyor.

Oysa son “gizli belge” tartışmaları, mâhiyeti itibarıyla Türkiye’nin henüz demokratik bir sisteme ve şuura kavuşmadığının, demokratikleşmenin hâlâ şekli ve yavan kaldığının açık göstergesi. “Ergenekon iddianâmesi”ne giren ve hâlen “soruşturma” konusu olan “darbe günlükleri”, “darbeye ortam hazırlama notları”, “irtica ile mücadele plânı” ve benzerî “dökümanlar” bunun belgesi…

GÜNDEMİN SAPTIRILMASINA DİKKAT!

“Belge”nin “gerçek” mi “sahte” mi olduğu bir yana, öncelikle AB üyeliği için müzâkere sürecinde olan bir ülkede bu tür konuların kamuoyunu oyalayıp meşgul etmesi bile demokrasinin kırılganlığını ele veriyor…

Bu tür “yapılanmalar” ve “teşebbüsler” elbette araştırılmalı. Demokrasiyi kimlerin kirlettiği; bu ve buna benzer “belgeler”in hangi maksatla ortaya atıldığı elbette bütün yönleriyle tartışılıp ortaya konulmalı.

Tıpkı 28 Şubat postmodern darbe sürecinde olduğu gibi Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde ortaya atılan ve iktidar partisini halkın nezdinde “mağdur” göstermekle en az yüzde 15 puan kazandırdığı söylenen “e muhtıra”dan hükûmet sözcüsünün “mağduruyuz” dediği sözkonusu son “gizli belge”ye kadar bütün “toplum mühendislikleri”, “demokrasiye ince ayar” yeltenmeleri elbette deşifre edilmeli.

Siyasetin alanına karışan, demokrasiye müdahâle eden demokrasi dışı plân ve komplolar, hiçbir spekülasyona ve şüpheye yer bırakmayacak biçimde su yüzüne çıkarılmalı.

Ancak bütün bunlar, Türkiye’nin gerçek gündeminden ve hedefinden uzaklaştırılmasına, meselelerinin politik arenada örselenip buruşturularak gündem dışına atılmasına, olayların hayhuyunda demokratikleşmenin gözardı edilmesne âlet edilmemeli…

Meselâ Türkiye’nin temel sorunlarından biri olan, insan haklarının başında gelen ve demokratik bir anayasal hak olan eğitim hakkı çerçevesindeki din eğitimi ve öğretimi hakkında durum nedir? Ankara bu hususta AB standartlarıyla ne kadar uyumlu?

Bu soruların cevabına bakıldığında Türkiye’de bu hakkın hakkıyla verilmediği, yarım yamalak geçiştirildiği ortada. Yaz Kur’ân kurslarının bile “yaş sınırlaması”yla yasaklı durumu, imam hatip mezunlarının üniversite giriş sınavlarında uğradıkları katsayı haksızlığı, yürürlükteki YÖK yasası, hakkında hiçbir yasaklayıcı yasa olmadığı halde başörtüsünün yasaklanması benzerî kısıtlamalar birer örnek…

ANKARA, DEMOKRATİKLEŞMEYE ÇALIŞMALI

Oysa Anayasa ve yasaların yanısıra Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler, devletin din eğitimi ve öğretimi vazifesini yerine getirilmesini şart koşmakta.

Türkiye’nin AB Ulusal Programında atıfta bulunulan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) Ek 1. Protokolü 2. maddesinde “hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz; devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” esasını getirmekte. Ankara buna yoğunlaşmalı…

Sahi çocukların okul zamanı dışında Kur’ân kurslarına gönderilmesini “yaş”la yasaklayacak kadar ileri gidilmesine, dünyanın hangi demokratik ülkesinde rastlanır?

Komünist Doğu Almanya’da dahi çocukların öğleden sonra kiliseler tarafından organize edilen din derslerine katılmamalarını dikte etmeye devlet cesâret edemezken, Türkiye’de okul zamanı dışında yaz tatilinde Kur’ân öğreniminin yaşla yasaklanması hangi maslahat gereği?

Siyasî iktidar, neden bu büyük yanlışı Meclis’in gündemine almaz; ve Anayasanın hükmettiği, devletin okul dışındaki din eğitim ve öğretiminin de verilmesi yükümlüğünü yerine getirmeye çalışmaz?

Ankara, “gizliaçık belgeleri” araştırmalı, tartışmalı; lâkin Türkiye’nin gerçek gündeminden de uzaklaşmamalı. Uzayan tartışmalar, demokratikleşmeden ve gündemden uzaklaştırma ve unutturma aracı haline getirilmemeli…

Ankara, demokratikleşmeye çalışmalı; “belge”siz demokrasinin çözümü budur…

19.06.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Din, siyaset, bürokrasi


A+ | A-

Din adına iktidar talebi ve siyaset iddiasının farklı versiyonları var ve Türkiye bu eksende ortaya çıkan gerilimleri yaşamaya devam ediyor. Taraf’ın yeni bir asker andıçı olarak gündeme taşıdığı “AKP’yi ve Gülen’i yok etme planı” etrafında patlak veren tartışmalar, bu gerilimin en son tezahürlerinden biri.

Bu farklı versiyonlara kısaca göz atarsak:

Bunlardan biri, söz konusu iktidar mücadelesini silâh ve şiddet yoluyla vermek ki, bu yöntem Türkiye’de zemin bulamadı. Barışçı ve sivil yaklaşımın ağır basması, silâhlı hareketten yana olan radikal tercihleri marjinalliğe mahkûm etti.

Barışçı yöntemde de iki eğilim öne çıktı:

Biri, siyaset ve parti yoluyla iktidara gelmek.

Diğeri, siyaseti de dışlamamak, ama esas itibarıyla bürokraside kadrolaşmayı esas almak.

Din adına siyaset iddiasının ilk akla gelen örneği, Erbakan’ın başını çektiği millî görüş hareketiydi. 12 Mart’tan sonra Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatıldığı halde, 1973 seçimi öncesinde AP oylarını bölmek için yine muhtıracılar tarafından önü açılan bu hareket, çeyrek asır sonra koalisyonla da olsa iktidar olma gücüne ulaşınca, ülke 28 Şubat badiresine sürüklendi.

Ve bu durumda millî görüşün sorumluluğu, RP’nin o dönemdeki en önemli isimlerinden birinin, “Bediüzzaman’ın haklılığını 28 Şubat duvarına toslayınca anladık” beyanıyla ikrar edildi.

Daha sonra, millî görüş gömleğini çıkarıp din adına siyaset iddiasını terk ettiği söylemiyle yola devam eden, ama o eksendeki vehim ve kuşkuları dağıtmayı başaramayan kadroların kurduğu AKP sahneye çıktı ve yedi yıldır iktidarda.

Bu yedi yılda 28 Şubat icraatlarına son verilmesi şöyle dursun; bunların yer yer daha katmerli ve çözümü daha zor hale geldiği bir vâkıa.

Cumhurbaşkanı ve YÖK Başkanının da değişmesine rağmen başörtüsü yasağında gelinen nokta ve 28 Şubat kaynaklı diğer haksızlıklarda yaşanan tablo, bunu açık bir şekilde gösteriyor.

Bürokraside kadrolaşma stratejisi

Bürokraside kadrolaşma stratejisini esas alan ve bu çerçevede AKP iktidarıyla çok yakın çalışan harekete gelince: Bu tercih de Türkiye’de giderek tırmanan gerilimde önemli paya sahip.

Yıllar öncesinden beri kapalı kapılar ardında yapılan “Bu milletin evlâtları mülkiyeye, adliyeye, askeriyeye, emniyete, hariciyeye... girmeli” telkini, son tartışmada iyice aleniyete döküldü.

Sancılı bir süreç sonrasında beraatle neticelense de derin vehimleri iyice tahrik ettiği veya antidemokratik refleksler adına koz olarak kullanılmak istendiği için dâvâ konusu yapılan “Sistemin can damarlarında, iz bırakmadan yol alacaksınız” söylemlerinin arşiv ve hafızalardaki kayıtları, bu tartışmalarla bir kez daha canlandı.

Haddizatında ve normal şartlar muvacehesinde “Milletin ferdi, millete ait kurumlara sızmaz, girmek hakkıdır ve girer” sözüne kimsenin bir itirazı olamaz. Ama bunun, prensip olarak devletle, iktidarla, siyasetle ilgisi olmaması gereken bir kanaat önderinden, kadrolaşma ve “ele geçirme” vehimlerini tahrik edecek veya en azından o vehimleri bahane edenlerce kullanılacak bir üslûpla sâdır olması, pek normal değil.

Kaldı ki, demokratik sürecin kendi mecrasındaki akışı içinde, bu milletin fertlerinin devlet kurumlarındaki varlığı her geçen gün daha çok hissedilir şekilde artıyorken, özellikle DP ve AP dönemlerinde başlayıp devam eden gelişme seyrinde Anadolu çocukları bürokraside daha fazla görev alıyorken, bunu belli bir cemaat bağlamında yürütülen özel bir proje olarak algılanmaya müsait söylemlere konu etmenin izahı ne?

Bu noktada çıkış yolunu yine Bediüzzaman gösteriyor. Din adına siyaset ve iktidar mücadelesi yapılamayacağını; siyaseti dine hizmet ettirmek için yine siyaset dışı bir duruşa ihtiyaç olduğunu; cemaatlerin işinin siyaset değil, dine hizmet olması gerektiğini ısrarla vurgulayarak...

Sıkıntı, bunlara uyulmamasından çıkıyor.

19.06.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.