09 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Gündüz oruç tutmak için sahur yemeğinden; gece kalkıp ibâdet etmek için öğlen uykusundan yardım isteyiniz.

Câmiü's-Sağîr, No: 567

09.09.2009


Ramazan, maddî mânevî perhizdir

Sekizinci Nükte: Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsana en mühim bir ilâç nev’înden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner.

Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nev’î perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb etmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi bozmamaya çalışır.

Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musîbetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.

Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse, o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celb eder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i velâyet, tekemmül için riyazete, az yemek ve iç-meye kendilerini alıştırmışlar.

Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerif’te melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerif’te mü’minler derecâtına göre ayrı ayrı nurlara, fe-yizlere, mânevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.

Dokuzuncu Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubûdiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.

Mektubat, s. 392, (yeni tanzim, s. 683)

LÜGATÇE:

hımye: Perhiz, yeme-içmeye dikkat etmek.

keyfemâyeşâ: Keyfine göre.

serkeşâne: Emir dinlemeyerek, isyan ederek.

riyazet: Nefsi kırma, fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak.

cihazat-ı insaniye: İnsana ait cihazlar, organlar, duygular.

tatil-i eşgal: Meşguliyete ara verme.

riyazet: Nefsi kırma, fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak.

cihazat-ı insaniye: İnsana ait cihazlar, organlar, duygular.

muvakkat: Geçici.

tatil-i eşgal: Meşguliyete ara verme.

müşevveş: Karışık.

tekemmül: Mükemmelleşme, kemale erme.

telezzüz: Lezzetlenme.

letâif: Lâtifeler, duygular.

tefeyyüz: Feyizlenme.

mevhum: Vehmî olan, olmadığı halde varmış gibi kabul edilen.

rububiyet: Rablik, terbiye edicilik sıfatı.

ubûdiyet: Kulluk.

abd: Kul.

09.09.2009


Ey sevgililer Sevgilisi!

Sen nasıl anlatılırsın, nasıl tarif edilirsin bilmem ki… Seni anlatmaya hicab ederim, kelimelerim senin güzelliğini tarif etmeye kifayetsiz kalır ey gönüller sultanı! Ben sözlerimle seni medhedemem, seninle kelâmım güzelleşir ey Nur-u Dilâra!

Sen ki insanlığın iftihar tablosusun. On dört asırdan beri dünya çapındaki en büyük dahiler, dev filozoflar ve herbiri düşünce semamızın yıldızı nice mütefekkir ve ilim adamları hep senin arkanda el pençe divan durmuş ve sana hitaben “Sen, sana mensubiyetiyle övündüğümüz insansın“ demişlerdir. Sineler sana pervâne, gönüller sana tutkun, kalbler sana meftun ey Dürr-i Yektâ! Sen eşyaya mânâ kazandıran insan, gözlerimizin ve kalblerimizin ziyâsı.

"Sema-yı Nur-i Ahmed’e Cibriller pervane döner,

Nur cemalli Muhammed’e melekler pervane döner“

Her şey pervaneler gibi senin peygamberliğinin etrafında pervaz ediyor. Hz. Mesih, İncil’de "Ben gidiyorum ki zamanın efendisi gelsin” diyerek seni insanlığın nazarına veriyordu. Zira seninle mânâ kazandı her şey, seninle anladık neden var olduğumuzu ey zaman ve mekânın efendisi, kâinatın mânâsını anlatan gür sesli dellâl! Senden öğrendik her şeyin uğruna perestiş olduğu, netice-i hilkat olan insanın nereden gelip nereye gittiğini, neye namzet olduğunu. Sen varlığın perde arkasını ruhlara duyuransın. Sen olmasaydın, biz olmazdık ey Sevgili!

Bütün bir beşeriyetin canı dudağında ve herkesin umudu gelecek son kurtarıcıda iken nurun belirdi Hira’da. Ana babalar bu kurtarıcının kendi nesillerinden olmasını istiyor ve bir çoğu yeni doğan çocuğuna “Muhammed” ismini veriyordu ki sen geldin ve nurunla kâinatı aydınlattın gönüllere fer veren Efendiler Efendisi! Senden önce beşer insanlıktan mahrum, öyle bir devir ki adını “Cahiliyye” koymuşlar. Tevhid akidesinin sarsıldığı bir zaman dilimi, kalb ve vicdanın katılaştığı, insanlığın müthiş bir buhran geçirdiği, beşerin vahşette sırtlanları çoktan geride bıraktığı bir devirdi. Bütün insanî değerler ters yüz edilmiş, faziletler ayıp, ayıp ve kusurlar ise birer fazilet gibi itibar görmeye baslamıştı. Yani insanlık şiddetli bir şekilde bir halaskâra ihtiyaç duyarken, Rahmet ihtizaza geldi. Ve sen geldin, nurun alâ nur.

Senin gelişin bir Devr-i Saadet’in başlangıcı oldu. Öyle bir altın devir ki, hem tek tek, hem de topluluk olarak insanlığın en yüksek durumları gerçekleştiği bir devir. Insanlığın kemale erdiği, maneviyatın had safhaya ulaştığı ve insanlığın insanlığı öğrendiği bir devir. İnsanlık hâlâ o cennetâsâ devrin ve o devrin incisi olan senin hasretini çekmekte. Asırlar boyu kayda değer birtek adam yetiştirememiş olan cahiliyye toplumu senin irşad ve ruhaniyetin sayesinde, ulvî vasıflarla bezenmiş pek çok insan çıkardı. Ve bunlar, taşıdıkları feyzi birer iman, ilim ve irfan meşalesi halinde dünyanın dört bir bucağına taşıdılar. Çöle inen nur, sonsuzluğu gölgesine alarak bütün insanlığa hak, adalet ve füyuzât tevzi etti. “Levlâke levlâk” sırrı zahir oldu ve kâinatın yaratılış gayesi tahakkuk etti. Senin zahirî terbiyen ve batınî tesirin öyle bir iksirdi ki, daha evvel yarı vahşi, çoğu insanlıktan habersiz bir cahiliyye toplumunu çok kısa bir sürede insanlık tarihinin hâlâ gıpta ettiği “sahabe” hüviyetiyle hayal edilmez bir mertebeye ulaştırdı. Ve böylece okuma yazma bilmeyen bir toplum seninle medeniyette zirveleşti ve Asr-ı Saadet insanı ile çağlar ve zamanlar şekillendi.

Senin şekillendirdiğin o altın devrin insanı, Kur’ân mu'cizesinin canlı bir misâli idi. Kalbler İlâhî azamet ve kudret akışlarına aşina oldu. Emr-i bi’l-ma'ruf ve nehy-i ani’l-münker için Çin’e, Semerkant’a ve arkadan gelenler de Endülüs’e kadar yolculuk etti. O cahiliyye toplumu “gerçek bilenler”den oldu. Geceler gündüze döndü. Kışlar bahar oldu. Tefekkür gelişti, insan vücudunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, ağacın ve meyvelerin tırnak kadar bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsâlleri üzerinde derin tefekkürler başladı. Ve hayat Allah rızasına endekslendi.

Acaba dünyadaki bütün psikologlar, sosyologlar, pedagoglar, sosyal-antropologlar, toplum mühendisleri, filozoflar ve emsalleri bir araya gelseler, senin şekillendirdiğin Asr-ı Saadet toplumunun kabına varabilecek kıvamda yüce hasletlerle donanmış küçük bir toplum meydana getirebilirler mi? Asla! Bu konuda çalışıp kafa yoranların gayretleri bile sadece güvelerin ağızlarında yem olarak kaldı. Bu hakikati Bediüzzaman çok güzel tarif etmektedir: “Ey muannid! Ceziretü'l-Arab’a git, en büyük filozoflardan yüz taneyi de intihap et, beraber götür. Onlar da orada ahlâkın ve mâneviyâtın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabi’nin o vahşetler zamanında o vahşî bedevilere verdiği cilâyı, senin o filozofların, şu medeniyet ve terakkiyât devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o Zâtın yaptığı o cilâ İlâhî, sabit, lâyetegayyer bir cilâdır ve onun büyük mu'cizelerinden biridir.” (İ.İ'câz, s. 165)

Ey sevgililer sevgilisi! Bismarck’ın dediği gibi, sana muasır bir vücud olamadığımızdan dolayı müteessiriz! Onun dediği gibi; sen mümtaz bir kuvvetsin, Destgâh-ı Kudret’in böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır ey iki cihan serveri! Sen kâinatın gözbebeği, nurundan mahrum bırakmasın Allah bizi. Zira Bediüzzaman’ın ifadesiyle, senin nurun kâinattan çıkarsa kâinat vefat edecek ey kâinatin gözbebeği!

Salât ve selâm olsun sana ey kâinatın ille-i gayesi! Utanıyoruz hâlimizden, günahlarımızdan, kusurlarımızdan ve sana lâyık bir ümmet olamamaktan. Yarın mahşerde bizlere şefaat buyur ey merhamet ve şefkat peygamberi. Bizleri nurundan mahrum bırakma ey sevgililer sevgilisi!

[email protected]

TUĞBA AKTAŞ

09.09.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.