08 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Görüş

SON ŞAHİTLERDEN HAFIZ MEHMET TAKTAK AĞABEY:

‘ŞEVK Mİ İSTİYORSUNUZ? RİSÂLE-İ NUR VAR!’

Geçtiğimiz yıl, Kırıkkale’den çıkan grubumuzla birlikte Nur menzillerinden dönüş yolundaydık. Yolumuz Afyon/Bolvadin üzerinden geçiyordu. Bolvadin’de Hafız Mehmet Taktak Ağabeyin olduğunu öğrenmiştik. Bunun üzerine Bolvadin’deki ağabeylerimizle buluşup, Mehmet Ağabeyi ziyaret ettik.

İçeriye girdiğimizde bizi salonun bir köşesinde oturmuş mütebessim, nuranî bir sima karşıladı. Selâm verip, salondaki yerlerimizi aldıktan sonra sohbetin başlaması için bir soru yöneltmemiz gerekiyordu. Ben de bir yandan daha önce Ali İhsan Tola Ağabeydeki tecrübemi hatırlayarak, bir yandan da hatıra bekleyen grubumuzu düşünerek sorumu yöneltmiştim: “Ağabey, sizler Üstadımızı görmüşsünüz. Bu görüşmelerinizden bizlere hizmetlerimizde şevke medar olabilecek bir iki hatıranızı anlatabilir misiniz?”

Çekinerek sorduğum bu soruya nasıl cevap vereceğini merakla bekliyordum. Biraz bekledikten sonra, eliyle yanındaki kalorifer peteğinin üstündeki ‘Sözler’ kitabını göstererek “Şevk mi istiyorsunuz? Risâle-i Nur var ya…” şeklinde cevap vermişti. Bu tür bir cevaba yabancı değildim. Ben cevabı düşünürken, bir müddet sessizlikten sonra Mehmet Ağabey sohbete başlamıştı bile.

Kendisinin 1946 yıllarında ticaretle iştigal ettiğini, bir yandan da hafızlıkla uğraştığını belirtti. Bediüzzaman Hazretlerini ziyaretinin de altı kişiyle beraber bu yıl içerisinde Emirdağ’da olduğunu söyledi. Bu ziyaretin ilk kısmını kendi ağzından dinleyelim:

“‘Gel Hafız kardeşim!‘ dedi, alnımdan öptü… Tanıtan, takdim eden yoktu. Biliyor tabi mübarek… Allah şefaatinden mahrum etmesin! (Âmin)”

Bu ziyaretten sonra kendileri için Üstadı ziyaret etmelerinin kolaylaştığını belirtti. Daha sık ziyaret etmek için Bolvadin’in meşhur kaymağını Üstada götürmeye başladığını söyledi. Bu kaymak için Zübeyir Ağabeyin kendilerine para bıraktığını, geldiğinde ise “Getirdin mi emaneti kardeşim?” diyerek kaymağı alıp, Üstada götürdüğünü ifade etti. Tabi ağabeyin maksadı kaymağı kendisi Üstada götürüp, bu vesileyle de Üstadı görmek imiş. O zaman da Zübeyir Ağabeye “Abi ben de emanetim, beni de götür!” diyormuş. Peygamber Efendimizi (asm) kastederek “Mübarek gören gözleri görelim hiç olmazsa” diyor ve bizlere de duâ etmeyi ihmal etmiyordu: “Allah sizlere de inşaallah görmüş gibi sevap versin, adımınız başı sevap versin inşaallah”.

Bir müddet sessizlikten sonra, Pakistan maarif vekilinin Üstadı ziyaret ettiği zaman kendisinin de Emirdağ’da olduğunu belirtti. Bu ziyarette Salih Özcan tercüme için teşebbüs edince Üstad Hazretlerinin onu susturup, maarif vekiliyle direkt konuştuğunu söylüyor. Maarif vekili dışarıya çıktığında ise ağladığını belirttikten sonra kendilerini de tebrik ettiğini ve “Ben bütün dünyayı dolaştım, aradığımı Türkiye’de Emirdağ’ında buldum. Sizlere ne mutlu!” sözlerini nakletti.

Zübeyir Ağabeyden de bir hatıra anlattıktan sonra “Bediüzzaman inse ve cinne ders veriyor! Ne mutlu, sizler de onun talebelerisiniz. Risâleleri okuyorsunuz…” şeklinde bizleri tebrik ve teşvik ettikten sonra cümlesinin sonuna “Di mi?” lâfzını ekleyerek bizlerden de onayını almıştı.

O zamanlar Emirdağlılar ile Bolvadinlilerin maç yaptığını ve maçın sonunda kavga ettiklerini söyledikten sonra “Top oynanınca kavga olmayınca olmaz ki... Muhakkak kavga etmek lâzım” diyerek bizleri de tebessüme sevk etmişti. Bolvadinlilerin toplanarak Emirdağ’a geldiklerini ve Emirdağ’daki dükkânları yağmalayacaklarını söylüyordu. Ve nitekim kendisinin de dükkânını açamayarak evinde beklediğini ifade etti. (O gün sabah namazında ise kendisinin evine girerken Üstada içinden selâm verdiğini, Üstad’ın ise kapalı perdeyi açıp eliyle selâmı aldığını belirtti.)

Bolvadinlileri beklerken bin civarında insanın birden beliriverdiğini ve Emirdağ’ını yağmalamaya başladığını söyledi. O esnada Üstad Hazretlerinin de kendi dükkânlarının önüne geldiğini ve kalabalığa karşı “Çocuklar aralarında top oynamış, kavga etmişler. Bunların kabahati nedir? Çok hatalı hareket ediyor, günah işliyorsunuz” dedikten sonra eliyle işaret ederek “Derhal burayı terk edin, eğer terk etmezseniz ben burayı terk ederim. Size mânen çok ağır oturur” sözlerini nakletti. Kendi ifadesine göre yüz polis gelse dağıtılamayacak olan kalabalık, Üstad Hazretlerinin o lâfından sonra hemen dağılmış.

Vakit ilerlemişti, hatıralara doyum olmuyordu. Her hatırasının sonuna duygu dolu kelimelerle “Üstad… Böyle bir mübarek bir zattı” diyordu. Belki de o günleri gözünün önüne getiriyor ve Üstada olan hasreti yeniden canlanıyordu. Fakat bizim ayrılmamız gerekiyordu. Müsaade istedik. Evden çıkarken arkamızdan dualarını da esirgemedi.

Geçtiğimiz yıllarda Savlı bir ağabeyimizi, sonraki yılda Ali İhsan Tola Ağabeyi ziyaret ettikten sonra fazla geçmeden vefatı beni düşündürüyordu. Nitekim bir ay geçmeden Mehmet Ağabeyin ebediyet âlemine irtihal ettiğini ve “O mübarek Üstadına” kavuştuğunu gazetemizden öğrenmiştik.

Rabbim onların zümresine bizleri de nâil etsin inşaallah!...

Not: Geciken bir yazı olmasından dolayı özür

diliyorum. Fakat yazının daha güzel olabilmesi için yaptığımız çekimleri bekledim. Zira kamera çekimlerini kaybetmiştim, yeni elime geçti. Bu hatıraların daha fazlasını kendi ağzından ve mübarek simasından dinlemek istiyorsanız, kısa bir süre sonra kendi siteme (www.furkandemir.com) yükleyeceğim o çekimden izlemeniz mümkün olacaktır.

FURKAN DEMİR [email protected] ******************************************************************************

08.03.2010


Aile müessesesinin serencamı

Sekiz Mart Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmaktadır. Oysa her gün kadınların günü olmalıdır. Bizim anlayışımızda kadın, toplumun ve ailenin esasını oluşturmaktadır. Ailede kadın temel, erkek çatıdır. Bu anlayıştandır ki; ecdadımız “Yuvayı dişi kuş yapar. Beşiği sallayan el, cihana hükmeder. Beşiği sallayan, eşiği kollayan ve çocuğu hayata yollayan kadındır. Kadın eştir ve anadır” demişlerdir. Bu görüşler çerçevesinde olaya bakarak meselenin bir kritiğini yapma ihtiyacını duydum.

Günlük gazeteleri ve mecmuâları tetkik ettiğimiz zaman çok ciddî aile problemleriyle karşı karşıya olduğumuz bir vakıadır. Bu ciddî aile problemi sudan bahanelerle boşanmalardır. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 1989 yılı kayıtlarına göre Türkiye’de mahkeme kararıyla 24.000 ailenin boşandığı tesbit edilmiştir. 2005 yılının ortaları itibariyle resmî nikâhlı olup mahkemelere boşanmak ve ayrılmak için başvuranların dosya sayısı 185 bin civarında ve bu her yıl belli yüzdelerde artmaktadır. Bu rakam bugün çok daha vahim boyutlara ulaşmıştır. Boşanmanın ana sebeplerini araştırdığımızda bunları şöylece sıralamak mümkün:

1- Eşlerin birbirini aldatması yani zinaya tevessül etmesidir. Zina; ahlâk ve faziletin amansız hasmıdır ki, haya ve iffeti kökünden söküp atar. Zina; ırz ve namusu yaralar ve kirletir. Çünkü zina fiilini işleyenler, cemiyette itibar ve haysiyetlerini yok eder.

2- Eğitimsizliktir. Milletleri teşkil eden cemiyetler ve cemiyetlerin temelini teşkil eden aile olduğuna göre bu inanç doğrultusunda kadın ve erkek eğitilmelidir.

3- Erkek ve kadının birbirlerini tetkik etmeden ve iyice araştırmadan yapılan evlilikler ömürsüz olduğu için kısa sürede boşanmalar yaşanmaktadır.

4- Evliliği, sadece bir takım cinsî zevk ve arzularını tatmin etme şeklinde düşünüp, bir süre sonra bu zevklerin sıradanlaşması sonucu ihmallerin olması, yuvadaki huzursuzluğun kaynağını oluşturmaktadır. Bundan dolayı da sevgi ve saygı kaybolmaktadır.

5- Aileyi meydana getiren bireylerin kültür seviyelerinin farklı oluşları da geçimsizliğe, huzursuzluğa sebep olmaktadır.

6- İnanç zayıflığı, yoksulluk, sefalet ve geçim darlığı, huzursuzluk, geçimsizlik ve boşanmanın ana faktörüdür.

7- Flört, yani evlilik öncesi beraberlik, sağlıklı bir aile için hiç de uygun olmayan davranışlardan biridir. Evlenecek olan çiftin, saadetli bir hayat sürebilmesi için birbirini yakından tanıması gerekir. Ancak bu tanıma, üçüncü bir şahsın şahitliğinde olmalıdır. Bu hususa dikkat etmeden nikâh öncesi yapılan beraberlikler sonuç itibariyle evlilikleri kısa sürede boşanmalarla sonuçlandırmaktadır. Bazı gençler: “Tanımadan mı evlenelim?” diye düşünebilirler. Bu konuda toplum hayatımızda çok farklı usûllerle yani görücü veya tanışarak evlilik gibi usûllerle evlilik yapılmaktadır. Görücü usûlü, günümüzde hafife alınabilmektedir, ama hiç de öyle değildir. Çünkü dünür olacak ailelerin birbirlerini tanımaları önemlidir. Evlenecek olanların da, yanlarında birilerinin bulunması hâlinde görüşmelerine İslâm cevaz vermektedir. Bu konuda Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur: “Allah bir kimsenin kalbinde, bir kızı veya kadını nikâhla isteme temâyülü uyandırırsa, onu görmesinde bir sakınca yoktur.”1

Günümüzde meydana gelen boşanmaların sebepleri arasında eşlerin eğitimsizlikleri ve cahillikleri öne çıkmaktadır. Evlilik, sadece iki kişinin birlikteliğinden ibaret değildir. Evlilik, sorumluluk demektir. Evlilik, bir millet olmanın temel taşı olduğunu bilmek demektir. Evlilik, cemiyet nizamını yeniden kurmak demektir. Evlilik, cemiyet binasını inşâ etmektir. Evlilik, ebedî saadetin bir merkezi ve cennetin küçük bir numûnesi haline gelmesi demektir. Bu itibarla; erkek ve kadının birbirlerine karşı görev ve sorumluluklarını bilmeleri ve bunu hayatlarına yansıtmaları gerekmektedir.

Dipnot:

1- Hakim, Beyhâkî, c. 1, s. 29, 10/40.

HALİL ELİTOK / Emekli Müftü

[email protected] ******************************************************************************

08.03.2010


Harap bir kalbin psikolojisi üzerine

Kusursuz bir bahar gününün tam ortasındayız; yirmili yaşların başında üç arkadaş. Biri edebiyatçı, diğeri felsefeci, öteki ilahiyatçı. Her birimizin farklı dünyaları var. Solcu bir zihniyete sahip edebiyatçıyla felsefeci. Makyajları, saçlarının boyası, giyimleri bana göre çok farklı. Buluştuğumuz ortak alan; yazı. Kelimelerin sihirli dünyası, harflerin cezbi, düşüncelerin mânâ iklimi bizi bir araya getiren.

Tarihe şahitlik etmiş yarım asırlık çınarların altında sohbet ediyoruz. Felsefeci aşktan mustarip; yana yakıla anlatıyor derdini. “Gözlerine bakamadığım için nokta koydu ilişkimize, insan sevdiğine öyle kolay kolay bakabilir mi? Bakışlarını bile sakınır maşukundan!”

Susturamıyor yaralanmış, lime lime doğranmış kalbini. Anlattıkça anlatıyor. Yüzünün acıyla yoğrulmuş çizgileri, yüreğinin sırlarını döküyor ortaya. Ağzından çıkan her bir sözcük elem, keder, kahır taşıyor. Aşkını kaybetmenin verdiği telâşla hayatının anlamını da yitiriyor.

Teselli kabilinden birkaç cümleyle avutmaya çalışıyoruz, Bağdat misali harap olan kalbini. Aklıma Elif Şafak’ın ‘Aşk’ ismini taşıyan popüler kitabından birkaç satır geliyor. “Akıl kolay kolay yıkılmaz, aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Hâlbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var.”

Harap bir kalbin psikolojisi üzerine çok şey söylenebilir. Psikologlar aşkı insanın tecrübe kazanması, olgunlaşması olarak görür. Ancak kaçırılan ufak bir nokta var. Hangi aşk? Gönüllerde sakız olmuş aşklar, kotarabilir mi yürekleri? Her gün birisiyle gezip, tozmak mıdır insana tecrübe kazandıran? Çağımızın ne istediğini bilmeyen, her şeyi çılgınlar gibi tüketen insanları, aşkı hiç rahat bırakır mı? Ah bu mecazi aşklar… Şehvet kokan zevklerle masum aşkı karıştıran şarkılar, filmler, diziler, romanlar, hayatlar. Yok mu bu işin hakikatini bilen?

Bediüzzaman, insan psikolojisi üzerine derinlemesine çözümlemeler yaparken aşk bahsine de değinmiştir. Hani ne diyordu 24. Söz’de?

“Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allaha ısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aşklarda yüzde doksan dokuzu mâşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalb ile, sanem-misâl dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakîldir ve istiskâl eder, reddeder. Zîrâ fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehevânî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refâkat etmiyor, senin rağmına müfârakat ediyor. Mâdem öyledir, bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.”

Sözü daha fazla uzatmaya ne hacet! Şair bile demiyor mu, “Ölümdür yaşanan tek başına/ Aşk iki kişiliktir.”

O halde helâl dairesinde doğru aşkı yaşamak gerek. Dikenli yollar kalbini kanatmadan, çakıl taşlarına takılmadan, hoyrat rüzgârlara aldırmadan hakikate varmak en güzeli değil mi?

***

Güneş son ışıklarını gönderirken, akşam serinliği iyiden iyiye hissettirmişti kendisini. Tarihî çay bahçesinde rüzgârla dans eden yaprakların ruhu okşayan hışırtıları eşliğinde devam ediyorduk sohbetimize. Bu sefer anlatma sırası edebiyatçıdaydı.

“Benim uzun süreli ilişkilerde gözüm yok. Vakit geçsin istiyorum sadece. Ama güzel vakit geçirebileceğim birisi bir türlü çıkmıyor karşıma.”

İlginç bir problemle karşı karşıya olduğumu hissettim o anda. Aşırı bir tepki vermemek için sakin görünmeye çalışırken düşünüyordum. Neden uzun süreli bir ilişki istemiyor? Onu bu şekilde düşünmeye iten güç nedir? Sanki anlamış gibi sorularımı cevaplandırıyor.

“Hayatımda hep bir şeyler eksik. Kimi seversem seveyim içimdeki o eksiklik duygusu bir türlü gitmiyor. Daima içimde bir yerlerde bekliyor. Hiç durmadan aklımı, zihnimi, kalbimi karıştırıyor.”

Oysa hepimiz yaşıyorduk bu hissi. Kendini tam hissedebilen birisi var mıydı dünyada? Her gün yeni düşünceler, hedefler belirliyor, birçoğumuz onları elde etmek için hırsla/azimle çalışıyordu. Her birisinin gerçekleşmesiyle memnun olacağımız yerde, hayrettir; daha da eksiliyorduk. En çok da vakit asr’a işaret ederken hissediyorduk bu çetrefilli duyguyu. Yazar ‘Giderken Bana Bir Şeyler Söyle’ isimli kitabında anlam atfediyordu yaşadığımız o garip hisse, “insanın en temel sorunu, hikâyesinin boşluğa mı yoksa sonsuzluğa mı yazıldığıdır.”

Sahi, bizim hikâyemiz nereye yazılıyordu?

Cevap veremiyorduk, duygularımızı tanımlamaktan bile acizdik çünkü. Varoluş amacımızı bile unutuyorduk çoğu zaman. Belki bu yazıyı okuyanlar biliyor; ama ya ötedekiler, karşımda duran edebiyatçı biliyor muydu?

Birden farkına varıyorum edebiyatçının cümlelerinde haykıran gerçekleri. Sevilmek değil onun niyeti, hayran olunmak, başkalarının gözlerinde varlığını görmekti. Narsistleşmiş benlik, harap bir kalp… Belki de bu yüzden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyor, kimsenin gözbebeklerinde yaşayamıyor. Asıl aşkı arzuladığının farkında bile değil. Aşk-ı bekadan bîhaber, ümitsizce fani aşkların limanlarına sığınıyor.

Mektubat’ta Bediüzzaman aşkın tarifini yaparken hem getirilerinden hem götürülerinden bahseder. “Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder.”

Edebiyatçı, dipsiz kuyulardan çıkıp, aşk-ı hakikiye ulaşabilir miydi? Sanırım biraz beklememiz ve onu gözlemlemeye devam etmemiz gerekiyor.

SALİHA FERŞADOĞLU

[email protected]

******************************************************************************

08.03.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl