16 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Orduda reform şart

Bütün Türkiye değişirken ordunun bu değişimin dışında kalması düşünülemez. Orduda reform şart. Sivil siyasete müdahale alışkanlığından kurtulup kendi işini yapmaya karar veren bir ordu bile olsa yeniden yapılanmak zorunda.

Yani, mesele sadece ordudaki cuntalaşmayı durdurmak, sivil denetimi ordu üzerine egemen kılmak değil, orduyu etkin ve caydırıcı bir konuma getirmek. Bu da ordunun personel yapısı ve sayısı, teknik donanımı, misyon algısı ve eğitim biçimini gözden geçirmeyi gerektiriyor.

Bazılarının iyi niyetli eleştirilerinde işaret ettikleri gibi Soğuk Savaş yıllarında kalan bir ordu değil eldeki; birçok yönüyle sanki İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış bir ordu görüntüsü var. Güçlü ordunun kalabalık ordu olduğunu sanan bir orduyu başka nasıl niteleyebiliriz ki? Güçlü ordu, teknolojisi gelişkin, hareket kabiliyeti yüksek, iyi eğitimli bir ordudur.

Belki de başka bir işlevleri vardır kalabalık bir ordunun. Yaklaşık 200 bin askerin garsonluk, aşçılık, berberlik, bahçıvanlık, temizlikçilik yaptığı söyleniyor. Öncelikle bu işlerin ‘askerlik’ mesleğiyle bir alakası yok; üstelik, ‘angarya’ yasak. Gerektiğinde savaşacak bir ordudan değil ‘hizmetliler ordusu’ndan söz ediyoruz bu manzara karşısında.

Yüzde yirmisi başkalarına ‘hizmet’le yükümlü bir ordumuz var ve biz NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip olmakla övünüyoruz. Artık orduların büyüklükleri sayı ile ölçülmüyor. İngiltere, Almanya, Fransa bizden daha fazla ‘asker besleyemez’ mi istese? İnsan kaynağı ve ekonomik gücü bizden aşağı değil herhalde. Belki de fark, onların asker sayısına komutanların değil siyasilerin karar veriyor olması.

Türkiye’de asker sayısının bir milyonu bulmasını ‘dış tehdit’ olgusu ve algısıyla açıklayanlar var. Evet, etrafımızın düşmanlarla çevrili olduğu iddiası hem zorunlu askerliği, hem de asker sayısının yüksekliğini meşrulaştırdı (otoriter siyaset ve militer toplum anlayışını pekiştirici işlevini bir tarafa bırakırsak şimdilik). Bugün komşularıyla sorunlarını asgariye indiren bir Türkiye’nin bütün bunlara ihtiyacı azalmıştır o zaman. Mesele dış tehditse bu yapının, sayısıyla ve organizasyon modeliyle elden geçmesi lazım.

Ama biliyoruz ki asıl mesele ‘dış’ değil ‘iç düşmanlar’. Ordunun sayısı, zorunlu askerlik modeli bu ülkenin ‘iç’ini denetlemek, disiplin altına almak ve yönetmek için gerekiyordu; asıl işlevi buydu. Bir defa ‘iç tehdit’ sınır tanımıyordu. Kürt, başörtülü, Alevi, gayrimüslim, liberal, komünist; neredeyse farklı olan herkes iç düşman sayıldı. Bu kadar iç düşmana karşı da bir milyonluk bir ordu lazımdı memleketin her tarafını kontrol edebilen.

Ordunun enerjisini, hayal gücünü, donanımını, personelinin çok önemli bir bölümünü içeriyi denetlemek, sindirmek ve yönetmek için harekete geçirdiğini biliyoruz. Son elli yılda fiilî üç darbe yapan, sonra da bütün gücünü darbe sonrası kurulan düzeni muhafaza etmek için harcayan bir orduya bir milyon asker de yetmez.

Zorunlu eğitimle bir milyona varan bir ordunun en önemli işlevlerinden birisi de militarizmin toplumsallaşmasını sağlamasıdır. Disiplin, hiyerarşi, itaat gibi otoriter siyasetin temel mekanizmaları ve tutumları orduda üretilir ve ‘vatani görev’ini yapmakta olan sivillere aktarılır. Kimliği, yaşı, mesleği, becerisi ne olursa olsun herkesin ‘üniforma’ karşısında ‘alt’ta olduğu kışlalarda aktarılır.

Türkiye otoriter siyasetin cenderesinden çıkmak istiyorsa zorunlu askerliği kaldırmalıdır. Zorunlu askerlik, askerlik değildir; bir otorite eğitimidir. Başkaca bir işe yaramaz; yaraması da beklenmez. Profesyonel orduya geçilmelidir. Bu, militarizmin kaynaklarından birini kurutacak, ‘askerlik mesleği’ni daha iyi yapılır hale getirecek ve istihdam yaratacaktır.

Orduda reform şarttır ve bunu da hükümet yapacaktır. İlk adım, zorunlu askerlik süresinin kısaltılması ve bedelli askerlik düzenlemesi olabilir..

İhsan Dağı, Zaman, 15 Ekim 2010

16.10.2010


Başörtülü milletvekili neden olmasın?

(...)Türkiye, öyle bir noktaya geldi ki başörtülü olarak üniversiteye gitmeyi yasaklamak, kimsenin savunamayacağı bir şey oldu. CHP adına yasağı savunmak, toplum dışı hale gelmek ve gerçekten insanlık dışı bir yasağı savunmak demekti. Kılıçdaroğlu bunu fark etti ve bu insanlık dışı konumdan çıkmayı, kendisi ile birlikte CHP’ye gelen yeni duruşun göstergesi gibi sundu.

Ama henüz yasağın kalkmasını, daha doğrusu mutlak anlamda özgürlüğü içselleştirmiş olmadığı için, bir ve CHP’de bu noktada müthiş bir fikir karmaşası bulunduğu için, iki işin üniversite çerçevesinde bitirilmesinde direniyor.

Korkusu, esen özgürlük rüzgârının, başörtüsü ile ilgili Türkiye gerçeğini hem eğitimin tüm katmanlarına hem de kamu görevine taşıyacağı noktasında toplanıyor.

İlk ve ortaöğretimde başörtüsü neden yasak olsun?

Kamu görevinde başörtüsü neden yasak olsun?

Bu noktalarda yapılan tüm yasakçı itirazların içi boş.

Yasakçı itirazların tümü, bir giyim tarzının (baş açıklığı) mutlaklaştırılması ve onun dışındaki giyim tarzlarının meşruiyet dışına çıkarılması yaklaşımından kaynaklanıyor. Oysa böyle bir ölçüyü kim koyabilir ki?

Bu noktada AYM ve benzeri yargı organlarının kararı ise temel insan haklarına aykırılığı dolayısıyla tamamen hukuk dışı...

CHP henüz bu yasakçılık alanından dışarı çıkabilmiş değil. (...)

Ama Türkiye gerçeği, er geç bunu aşacak. Eğer Türkiye’de kadınların yüzde 60’ı bir şekilde başını örtüyorsa ve Türkiye’de demokrasi varsa bu yasakların sürmesi imkânsız.

Yasağı sürdüren her irade, CHP’nin siyasi iradesi de yargı kurumlarının iradesi de meşruiyet dışı kalmaya mahkûm.

Kendi insanınızın hayat tarzını yasa dışı ilan etmek... Ondan sonra da birilerinin mahalle baskısına maruz kalacağı kaygısına kapılmak... Yani bir yandan milyonları boğacaksınız, öte yandan mevhum (vehme dayalı) bir endişeyi, boğma gerekçesi haline getireceksiniz. Bu sürdürülebilir mi?

....

“Kamu görevi tarafsızlık ister” gibi bir argüman dolaşıp duruyor. Bin kere yazıldı, ben de yazdım, başı açıklık neden mutlak tarafsızlığın sembolü olabiliyor ki? Sordum: “Nur Serter yargıç olsa, karşısına gelen başörtülü bir genç kız onun tarafsız görev yapacağından emin olabilir mi?” diye... Olabilir mi? Orada da, Nur Serter’in karşısına yargılanmak üzere gelen başörtülü bayan, “tarafsız olamama” özrü ile malul mü sayılacak?

İşte abesin dik alası!

....

Türkiye’de kadınların yüzde 60’ı başlarını bir şekilde örtüyor ama başörtülü kadın milletvekili seçilemiyor.

Belediye başkanı da seçilemiyor. Belediye meclislerinde defacto yer alabiliyor, alıyorsa...

Ne bu? Hukuk mu?

Başörtülü kadın neden milletvekili seçilemiyor?

Meclis’te herkesin tarafı belli oluyor da başörtülü kadının tarafı belli olduğunda mı tarafsızlık ihlal edilmiş oluyor?

Meclis kamusal alanmış! Orada başörtüsü olmazmış!

Ne acayiplikler üretmişiz bir akıl dışı yasağın savunulması için?

Ben merak ediyorum, diyelim İstanbul’dan başörtülü bir kadın bağımsız aday olsa (Partilerin cesaret edip aday gösteremeyeceğini düşündüğüm için bağımsız adaydan söz ediyorum) ve seçilse ne olacak? Meclis’e giremeyecek mi? Ecevit’in, Merve Kavakçı’yı boğma eyleminde seslendirdiği “Burası devlete meydan okunacak yer değildir” öfkesini kim dillendirecek?

....

Başı açık öğrenciye garanti vermek... Yani, böyle bir ihtiyaç olacak mı Allah aşkına?

Yalova Üniversitesi’nde 3 bin küsur öğrenci varmış, bunun sadece 8 tanesi başörtülü imiş. Hadi, yasak kalktığında, şimdi başını açanlar da örtmüş olsun, bu, yüzde kaça tekabül edecek? Ve bu yüzde üç-beş-onluk kesim, geriye kalan yüzde 80’e 90’da tahakküm edecek! Ya da anneler babalar kızlarına baskı yapacaklar, başlarını örtmeleri için! Ve devletimiz, memleketin çocuklarını analarından babalarından daha çok düşündüğü için onların özgürlüklerini korumak amacıyla baş örtmeye yasak uygulayacak...

Böylesine iç içe geçmiş bir saçmalığı tahlil etmek bile kolay değil.

...

Türkiye, aslında, başörtüsü olayında, 80 küsur yıldan bu yana içinde bocaladığı, sistem planındaki saçmalığı aşmaya çalışıyor. Kolay olmuyor, ne yazık ki bu ülkenin özellikle kız çocukları, bu sistem saçmalığı kolay aşılamadığı için yıllarca bedel ödüyorlar.

Ahmet Taşgetiren, Bugün, 15 Ekim 2010

16.10.2010


Kalkanın altında sükûn yok

Ankara ile Washington arasına bir de “füze kalkanı” girdi.

“Füze kalkanının derdi” şimdiden gerdi.

ABD tarafı baklayı ağzından çıkardı.

Washington, “İran’ın füzelerine karşı, NATO kapsamında füze kalkanının Türkiye’ye konuşlanmasını” gündeme getirdi.

“İki aşamalı” onay istiyor.

1- Füze kalkanının NATO kapsamına alınması bağlamında Türkiye’nin “veto” hakkını kullanmaması.

“Evet” demesi...

NATO’da kararlar tüm üyelerin oybirliğiyle alındığı için Türkiye’nin tek oyu bile projeyi dondurabilir.

2- NATO kapsamında “füze kalkanının” Türkiye topraklarında kurulmasına Ankara’nın onay vermesi.

Bu da çok duyarlı bir sorun.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun yoğun çabası ile sonuç vermeye başlayan “komşularla sıfır sorun” politikasını delik deşik eder.

Özellikle Rusya ve İran’la “papaz” olunur.

....................

Bir yanda “büyük abi” Amerika’yla ters düşmemek, öte yanda Moskova ve Tahran’la bahar havasında, tomurcukları don vurması tehlikesi...(...)

Ayı sevmek için yanağınıza uzansa bile pençesinin yara açması kaçınılmaz...

Amerika’nın geri adım atmayan “süper güç” kibir aromalı dayatma tavrı bilinmeyen şey değil.

Daha önce Irak’a Türkiye üzerinden girmesini öngören 1 Mart tezkeresi, TBMM’de takılınca ilişkilerin “derin dondurucuya” konulduğu hafızalarda henüz taze.

“Füze kalkanı” başları çok ağrıtacak.

Evet...

Bir kez daha...

“Füze kalkanının derdi” şimdiden gerdi.

Güneri Civaoğlu, Milliyet, 15 Ekim 2010

16.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.