11 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Röportaj

Yeni anayasa için temsilde adalet şart

Yeni Asya’nın sorularını cevaplandıran Dicle Üniversitesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem “Yüzde 10’luk seçim barajı, temsilde adaleti gerçekleştirmede büyük bir engel oluşturmaktadır. Bu barajın, önümüzdeki seçimlerde de adaletsizliğe ve temsil açığına yol açma ihtimali mevcuttur” dedi. Erdem, “Yeni anayasayı güçlü bir demokratik meşruiyete sahip kılabilmek için, anayasa yapım sürecini olabildiğince katılımcı kılmak gerekir” şeklinde konuştu.

Yüzde 10’luk seçim barajıyla yeni anayasa yapmak sakıncalı Yeni Anayasanın Başbakan tarafından 2011’den sonra yapılacağını söylemesinden sonra toplumun birçok kesimi yeni anayasanın olmazsa olmazlarını tartışmaya başladı. Biz de yeni anayasanın nasıl yapılması gerektiği, yeni anayasanın neleri kapsaması gerektiğini Dicle Üniversitesi’nden Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Fazıl Hüsnü Erdem’e sorduk. Anayasa’da yapılan değişiklikten sonra adalet alanı tam olarak demokratikleştirildi denilebilir mi?

Son anayasa değişiklikleriyle birlikte yargı alanının demokratikleşmesine yönelik yetersiz de olsa önemli bir adım atılmış oldu. Bu adımla gerek Anayasa Mahkemesinin ve gerekse HSYK’nın oluşumu eskisine oranla daha geniş tabanlı bir temsil esasına dayandırıldı. Böylelikle her iki organın hem demokratik meşruiyeti güçlendirilmiş oldu ve hem de özellikle HSYK’da yapılan değişiklikle yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesi güçlendirilmiş oldu.

Yani eksiklikler hâlâ mevcut…

Anayasa’da yapılan bu değişiklikler yargı alanının demokratikleşmesine hizmet etmekle beraber bu alanı tam olarak demokratikleştirdiğini söylemek mümkün değildir. Türkiye pratiğinde demokrasinin en uzak olduğu uygulama alanının başında yargı gelmektedir. Her ne kadar Anayasa’da yargı yetkisinin millet adına bağımsız mahkemelerce kullanıldığı ifade edilmiş ise de, bizde yargının milletle bağlantısı çok zayıftır. Bu bağlantı dolaylı olarak gerçekleşmektedir. O da, yargının verdiği kararlara esas teşkil eden kanunların millet iradesinin tecelligâhı olan TBMM tarafından yapılmış olmasıdır. İkinci bir bağlantı noktası ise, yargılamanın aleniliği ilkesidir. Bu yolla yargılama faaliyetinin vatandaşlar tarafından denetimi mümkün olabilmektedir. Bu iki bağlantı noktasının dışında halkın yargılama faaliyetiyle ilgili herhangi bir dahli bulunmamaktadır.

Oysa demokrasi, halkın yalnızca yasama ve yürütme işlevlerinin yerine getirilmesine değil, aynı zamanda egemenliğin bir başka tezahürü olan yargılamaya katılımını da öngörür. Nitekim kimi demokratik ülkeler bu kaygıdan hareketle halkın yargılama faaliyetine katılımını sağlayıcı yöntemler geliştirmişlerdir. Bunlardan biri, halkın seçmiş olduğu hâkimler vasıtasıyla adaletin dağıtılmasıdır. Bu hâkimlere “temsili hâkimler” denmektedir. İkincisi ise, Anglo-Sakson ülkelerinde uygulanan halktan yargıçlar, yani jüri sistemidir. Bu sistem, halkın iradesini, talep ve beklentilerini yargı kararlarına yansıtma bakımından çok daha demokratik bir sistemdir. Ancak Türkiye’de böyle bir sistemin kabul edilmesi bir tarafa, tartışılması dahi bir fantezi olarak değerlendirilmektedir.

Halkın iktidara geleceği söyleniyor. Peki de

“Beyaz Türkler ya da elitler” denilen kesim de halk değil mi? Yani hukuku böyle iki kutbun tekelindeymiş gibi göstermek doğru mu?

Türkiye’de öteden beri halk-vatandaş ayrımı yapılır. 1980’li yılların başlarında bir gazetenin haber başlığında yer alan “halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor” ifadesi bu ayrımı çok çıplak bir biçimde ortaya koyuyor. Bu ayrım çok eskidir ve aslında cumhuriyet rejiminin seçkinci ve vesayetçi anlayışının kaçınılmaz bir sonucudur. Halkı egemenliğin kullanımına ortak etmeyen, halkın kendisini yönetmede yetersiz olduğunu kabul eden, dolayısıyla halka rağmen ve halk için sivil-asker bürokrat ve aydınlardan oluşan küçük bir azınlık tarafından egemenliğin kullanılmasını öngören “sözde cumhuriyetçi” gelenek böyle bir ayrım yapıyor. Cumhuriyetçi seçkinlere göre, kendi hayat tarzları ya da ideolojilerini benimsemeyen, bunlara karşı direnenler gerçek anlamda birinci sınıf vatandaş olamazlar. Makul ve makbul vatandaşlık profilinin dışında kaldıklarından, bir halk yığını ya da güruh olarak kabul edilirler ve sürekli olarak hor görülüp aşağılanırlar. Bu nedenledir ki, bu kesime mensup olanları “bidon kafalılar”, “göbeğini kaşıyanlar” ya da “kenar mahalle çocukları” olarak tanımlarlar.

Ayrıca, halk-vatandaş ayrımı vesayetçi sistemin temel kurgusunu oluşturuyor. Bugüne kadar devlet iktidarını elinde tutan ve toplum ile siyaset üzerinde vesayet icra eden bürokratik elit, bu gücünü ve meşrûluğunu, böyle bir ayrımı ortaya koyan seçkinci ve vesayetçi bir dünya görüşünden almıştır. Türkiye’de hâkim olan, ancak özellikle son on yıl içinde yaşanan gelişmelerle birlikte giderek zayıflayan ve son anayasa değişiklikleriyle de sarsılmaya başlayan bu vesayetçi sistemin tamamen tasfiye edilmesi, halk-vatandaş ayrımının ortadan kaldırılmasında bir başlangıç oluşturacaktır. Vesayetçi sistemin tasfiye çabalarıyla birlikte ayrımcılığın ve ayrıcalığın olmadığı, herkesin birinci sınıf vatandaş olarak yaşayabildiği bir Türkiye’nin inşa çabalarına hız vermek gerekir. Ancak böylelikle iktidar herkesin iktidarı olabilir ve bunun bir tezahürü olan yargı da kimsenin tekelinde olmadan, bağımsız ve tarafsız bir biçimde adalet dağıtmama işlevini yerine getirebilir.

Yargıyı kutuplaşmadan kurtarmak, ülke içindeki herkesin hukuku yapmak nasıl mümkün olur?

Bugün yargı alanında yaşanan ve rahatsızlık veren kutuplaşmadan kurtulabilmenin ve yargıyı herkesin yargısı haline getirebilmenin en önemli yolu, toplumun farklı kesimlerinde birbirlerine karşı mevcut olan güvensizliğin giderilmesinden geçer. Siyasette ana ayrışma çizgisine tekabül eden dindar-muhafazakâr kesim ile laik yaşam tarzı konusunda hassasiyeti olan kesim arasında var olan karşılıklı korku ve güvensizliğin giderilmesi gerekir. Çünkü, yargı içindeki bu kutuplaşma ve çatışma, varlığını bu korku ve güvensizlikten almaktadır. Hatta bir bütün olarak vesayetçi sistemin kendisi varlığını, gücünü ve meşrûiyetini buna borçludur. Mevcut iktidar partisinin gizli bir ajandasının var olduğu ve gerçek anlamda muktedir olması halinde kendi yaşam tarzları bakımından ciddî bir tehdit oluşturacağına dair toplumun belirli kesimlerinde var olan korku, bu kesimleri vesayetçi sistemi ve onun organlarını desteklemeye itmektedir. Vesayet organlarının başında gelen yargı organında görev yapan ve aynı zamanda benzeri korkulara sahip olan kimi yargı mensupları, çoğu kez bu durumdan vazife çıkararak tavır geliştirmektedirler. Onların bu tür tavırları, başka türlü karşıt bir yanlış tavrın geliştirilmesine yol açmaktadır. Böylece adeta fasit bir daire oluşmaktadır. Bu fasit dairenin kırılabilmesi, toplumda var alan ve yargıya da yansımış bulunan kutuplaşmaya son verebilmek için, toplumun bu iki farklı kesiminin karşılıklı olarak birbirlerini anlamaya yönelik ciddî bir diyalog süreci geliştirilmelidir. Ancak böylelikle karşılıklı korkulara ve güvensizliğe, bunların beslediği vesayetçi sisteme ve bunun yol açtığı yargıdaki kutuplaşmaya son vermek ve yargıyı da tıpkı diğer kurumlar gibi herkesin yargısı haline getirebilmekle mümkün olabilir.

Yapılan anayasal değişikle birçok durum değişti. Bireylerin devletin tuttuğu “fiş”i öğrenme gibi bir hakkının yolu açıldığı söyleniyor. Anayasa’nın başka hükümlerinde “Kamu yararı, devletin korunması” gibi hükümlerle bu hak engellenebilir mi?

Son anayasa değişikliğiyle birlikte, kişisel verilerin korunması hakkı anayasal güvenceye kavuşturulmuş oluyor. Bununla bir yandan kamuoyunda “fişleme” olarak bilinen hukuka aykırı bir biçimde kişisel veri tutma faaliyetine son verilmiş olacak, diğer yandan da kanunî olarak kolluk kuvvetleri tarafından tutulan genel bilgi tarama veri merkezinde yer alan kişisel verilerin önemli bir kısmının silinmesi sağlanmış olacaktır. Artık bundan sonra sadece mahkeme kararına dayalı veriler bu havuzda yer alabilecektir. Öte yandan kişiler, kendileri hakkında tutulan verileri öğrenme, bunlara ulaşma, silinmesini isteme, amaca uygun olarak kullanılıp kullanılmadığını denetleme ve yargıya götürme gibi haklara sahip olacaktır.

Şüphesiz, bütün hak ve özgürlükler gibi bu hak da sınırsız değildir. Anayasadaki düzenlemede, kişisel verilerin ancak kanunda sayılan hallerde veya kişinin açık rızasıyla istenebileceği ifade edilmektedir. Kanunda sayılan hallerin neler olacağını bilmiyoruz. Çünkü bu hakkın kullanımının sınırlarının çizileceği kanun henüz çıkarılmış değil. Hukuken meşrû kabul edilen sınırlama sebepleriyle bu hakkın sınırlanması mümkün olabilir. Ancak bu sınırlama sebeplerinin de bir sınırının olduğunu unutmamak gerekir. Bunlar, hakkın özüne dokunmama, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olma, demokratik toplum düzenin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmamadır. Dolayısıyla bu hakkın kullanımına ilişkin çıkarılacak olan kanun, Anayasada sayılı olan bu sınırlara tabi olacaktır.

Yeni Anayasa’nın Türkiye için anlamı nedir?

Toplumun bütün kesimlerinin geniş katılımına dayalı olarak, özgür bir diyalog ve müzakere zemininde geliştirilecek toplumsal mutabakatla sivil ve demokratik bir yeni anayasa yapmanın Türkiye bakımından çok anlamı olacaktır. Bunlardan birincisi, Türkiye toplumunun ilk kez kendi irade ve inisiyatifiyle bir anayasa yapacak olmasıdır. Bugüne kadar yapılan anayasaların demokratik meşrûiyetlerinin ya hiç olmadığı ya da çok düşük olduğu dikkate alındığında, toplumun kendinden bir parça olarak göreceği bir anayasaya sahip olmasının önem ve anlamı daha iyi anlaşılacaktır.

İkinci anlamı, Türkiye toplumunun gelişim dinamiklerinin çok gerisinde olan, gerçekleştirilen bütün değişikliklere rağmen hâlâ otoriter ve devletçi izler taşıyan bir anayasadan toplum olarak kurtulmuş olacağız. Vesayetçi sistemin kalıntılarını tasfiye ederek demokrasinin, özgürlüklerin sınırlarını genişleterek insan haklarının standartlarını yükselterek, daha demokratik ve daha özgürlükçü bir toplum tasavvurunu hayata geçirme fırsatını elde etmiş olacağız.

Üçüncüsü, sosyo-kültürel alanda yaşadığımız kimlik sorunlarına bir çözüm üretebilme ve bu suretle de epeyce sarsılmış olan toplumsal beraberliğimizi pekiştirebilme imkânına sahip olacağız. Yeni anayasayı bir toplumsal mutabakat belgesi olmanın yanı sıra bir ortak kimlik belgesi olarak da yazabilirsek, gönüllülük temelinde ve barış içerisinde birlikte var oluşumuzu sürdürebilmeyi mümkün kılabiliriz.

Sizce yeni yapılan anayasa çerçeve anayasa mı olmalı?

Dünyadaki yeni örneklere bakıldığında, çerçeve anayasa yapma yönünde bir eğilimin mevcut olmadığı görülür. Özellikle demokrasiye yeni geçiş yapmış ülkelerde kazanımları anayasal güvenceye kavuşturma iradesinin etkisiyle, anayasalarında çok teferruatlı düzenlemelere yer verilmektedir. Kimi zaman bir anayasada yer almaması gereken hususlar da anayasalarda düzenlenmektedir.

Bizde de kimi toplumsal kesimler, bugüne kadar yaşadıkları sorunlarla tekrar karşı karşıya kalmamak için, yeni anayasanın kendilerini ilgilendiren bölümlerinin olabildiğince geniş tutulmasını veya teferruatlı bir biçimde düzenlenmesini istemektedirler. Yeni anayasaya ilişkin yapılan önerilere bakıldığında bu eğilimin çok güçlü olduğu anlaşılıyor. Anayasada yer alması gereken konularla sınırlı olmak kaydıyla bu eğilimi dikkate almanın doğru olacağı kanaatindeyim.

Yani…

Devletin temel siyasî yapısı ile kişi hak ve özgürlüklerine ilişkin hususlar teferruatlı olarak düzenlenebilir. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlar dikkate alındığında, bunun bir gereklilik olduğunu söylemek de mümkündür. Ancak bu iki alan dışında yer alan konuların anayasa tarafından düzenlenmemesi gerekir. Bu bağlamda 1982 Anayasasının 58 ve 59. maddelerdeki gençliğin korunması ile sporun geliştirilmesi, 61 ve 65 ile 166 ve 174. maddeleri arasında düzenlenen sosyal güvenlik bakımından özel olarak korunması gerekenler, planlama, piyasaların denetimi ve dış ticaretin düzenlenmesi, tabiî servetlerin ve kaynakların aranması ve işletilmesi, ormanların ve orman köylüsünün korunması, kooperatifçiliğin geliştirilmesi, tüketiciler ile esnaf ve sanatkârların korunması gibi hususlar yeni anayasada yer almamalıdır. Öte yandan, Millî Güvenlik Kurulu, Diyanet İşleri Başkanlığı, Devlet Denetleme Kurulu, RTÜK, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ve Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Kuruluşları gibi kurum ve kuruluşları anayasal organ olarak düzenlemenin hiçbir gereği yoktur.

Öyle görülüyor ki bir dahaki dönemde yeni

anayasa çalışmalarına başlanacak. Bunun yöntemi nasıl olmalı?

Yeni anayasayı güçlü bir demokratik meşrûiyete sahip kılabilmek ve bu anayasayı herkesin anayasası yapabilmek için, anayasa yapım sürecini olabildiğince katılımcı kılmak gerekir. Katılımın derecesi ne kadar yüksek tutulursa yeni anayasanın demokratik meşrûiyeti o kadar güçlü olur. Bu amaçla öncelikle herkesin kendi eteğindeki bütün taşları ortaya atabileceği özgür bir tartışma ortamını oluşturmak gerekir. Böyle bir ortamda siyasî partiler ve sivil toplum örgütleri geliştirecekleri yeni anayasa önerilerini kamuoyunun bilgisine ve tartışmasına sunarlar. Gerçekleşecek yoğun ve yaygın bir tartışma sonucu varılan mutabakatlar, oluşturulacak kurucu meclisin uzmanlar komitesince formüle edilerek bir taslak metin hazırlanır. Bu taslak metin önce meclis bünyesinde oluşturulacak partiler arası uzlaşma komisyonunca ele alınıp olgunlaştırılır ve yeni anayasa teklifi olarak meclise sunulur. Meclis tarafından kabul edilen metin halk oylamasına sunularak yeni anayasaya çifte demokratik meşrûluk sağlanmış olur.

Millî seçim sayısına göre kurucu bir meclisin

oluşturulması istekleri var?

Yeni anayasanın şayet bir kurucu meclis marifetiyle yapılması yöntemi kabul edilecekse, bu takdirde olabildiğince geniş bir temsil esasına dayalı bir kurucu meclis oluşturmak daha doğru bir yöntem olacaktır. Bu çerçevede söz konusu öneri kabul edilebilir bir öneridir. Bu önerinin dışında da azamî ölçüde temsiliyeti sağlayacak başka öneriler de sunulabilir. Önemli olan halkın iradesinin olabildiğince yüksek oranda temsil edileceği bir kurucu meclis oluşturmaktır.

Yeni yapılacak anayasada siyasî partilerin katılımı arttırmak için barajın düşürülmesi gibi bir formül düşünülebilir mi?

Yeni anayasanın bugünkü ya da önümüzdeki genel seçimler sonrası oluşacak meclis tarafından yapılmasında herhangi bir besi yoktur. Tercihe şayan olan bir kurucu meclis marifetiyle yeni bir anayasa yapmak olmakla birlikte, bunun bir zorunluluk olmadığını da belirtmek gerekir. Pekâlâ olağan meclisler de yepyeni bir anayasa yapabilirler. Türkiye tarihinde de başka ülkelerin tarihlerinde de bunun örnekleri mevcuttur. Önemli olan kurucu meclis değil, kurucu iradenin varlığıdır. Dolayısıyla yeni oluşacak meclis, tıpkı 1978 tarihli İspanyol Anayasasının yapılmasında olduğu gibi, bir kurucu meclis olarak çalışma kararı alarak yepyeni bir anayasa yapabilir.

Ancak, eğer yeni anayasanın 2011 seçimleri sonucu oluşacak meclis tarafından yapılması kabul edilecek ise, bu takdirde mevcut seçim sistemiyle genel seçimlere gitmenin demokratik temsiliyeti sağlama açısından sakıncalı olacağı açıktır. Çünkü yüzde 10’luk seçim barajı, temsilde adaleti gerçekleştirmede büyük bir engel oluşturmaktadır. 2002 genel seçimlerinde seçmen tercihlerinin yaklaşık yüzde 45’ini parlamento dışında bırakan bu barajın, önümüzdeki seçimlerde de benzeri bir adaletsizliğe ve temsil açığına yol açma ihtimali mevcuttur.

Yeni anayasa da sizce cemaatlerin durumuyla ilgili bir düzenleme gerekir mi? Bu güne kadar yasaklı olarak ele alınan cemaatler kurumsal olarak nasıl değerlendirilmeli?

Dinî alanda sivilliğin ve çoğulculuğun sağlanabilmesi ve güvence altına alınabilmesinin gereği olarak dinî cemaatlere tüzel kişilik tanınmasının ve dinî hizmetlerin bu cemaatler vasıtasıyla yerine getirilmesinin çok daha doğru bir tercih olacağı kanaatindeyim. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu doğrultuda verdiği kararlara bakıldığında, toplumdaki bir grubun ortak hedefler ya da çıkarlar etrafında birlikte hareket etmek amacıyla bir tüzel kişilik oluşturmasının engellenmesinin Sözleşme tarafından güvence altına alınmış olan toplanma özgürlüğünün ihlâli olarak değerlendirildiği görülür. Buna göre dinî cemaatlerin tüzel kişiliğe sahip olmalarının yasaklanması toplanma özgürlüğünün ihlâline yol açar. AİHM içtihatlarına uyum adına da olsa dinî cemaatlerin tüzel kişiliğe sahip olabilmelerinin önündeki yasak kaldırılmalı ve hatta ve anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır.

’Din’le yeni anayasa arasındaki ilişki nasıl olmalı?

Din ve devlet ilişkilerinin düzenlenmesinde demokratik ülkelerde öne çıkan belirgin bir model yoktur. Her bir ülkenin kendi tarihi deneyimleri ve toplumsal yapıları doğrultusunda şekillenmiş bir din-devlet ilişkisi modeli vardır. Demokratik ve özgürlükçü bir toplum açısından önemli olan, vatandaşlarının dinî tercihlerine saygılı olan, dinî çoğulculuğu, din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alan bir anayasanın varlığıdır. Oysa 1982 Anayasasının kurguladığı din-devlet ilişkisi modeli, dinî alanın devlet eliyle kontrol edilip yönlendirilmesini, dinin vicdanlara hapsedilmesini ve toplumsal ve siyasal alandan dışlanmasını öngörmektedir. Yeni anayasayla bu modelin tersyüz edilmesi, özgürlüğü, çoğulcuğu ve sivilliği esas alan bir model geliştirilmelidir.

H. HÜSEYİN KEMAL

[email protected]

11.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (04.10.2010) - 28 Şubat’ın ekonomimize yüklediği faturayı hâlâ ödemeye devam ediyoruz

  (27.09.2010) - Demokrasi dindarların katkısıyla gelişir

  (20.09.2010) - KEMALİSTLER SUÇLULARINI ADALETE TESLİM ETSİNLER

  (19.09.2010) - RİSALE-İ NUR’U ÖMER HALICI İLE TANIDIM

  (13.09.2010) - SAİD NURSî DE ÇAĞININ İHTİYAÇLARINA HİZMET VERMİŞTİR

  (11.09.2010) - Kur’ân sadece sevap olsun diye okunmaz

  (10.09.2010) - HAYAT KUR’ÂN’LA DEĞER KAZANIYOR

  (06.09.2010) - Öfkesine hakim insanlar Kur’ân’da üstün tutulan kişilerdir

  (04.09.2010) - Bediüzzaman Türkiye yollarında

  (30.08.2010) - ÖZEL SEKTÖRDE DE YASAKÇILAR VAR


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.