Eskiden savaşları kitaplardan okuduk, belgesellerden izledik.
Ama sonra, bir gün, baktık ki teknoloji bizi “canlı vahşet izleyicisi” yapmış. Hem de maç izler gibi ve üstelik çaktırmadan taraf da tutturarak.
ABD yargısını da filmlerden biliyoruz. Ama şimdi iş değişiyor. Önümüzdeki günlerde, taa oralardaki bir davayı “film izler gibi” izleyeceğiz. Bu sayede ABD’nin ceza yargısı sistemini de yakından tanıyacağız.
Dava, önce “ABD versus Zarrab” olarak adlandırılmıştı. Yakın zamanda adı değişti ve “ABD v. Atilla” oldu. Zarrab’ın bu yeni pozisyonu, işi, hem de herkes için, iyice zorlaştırdı. Birileri elinden gelse ona da “…öcü” diyecek.
Bu davada yargıç ABD yargıcı. Ama sistem gereği o daha çok moderatör gibi olacak. Sanıklar hakkındaki suçluluk ya da masumiyet kararını ABD halkının vicdanını ve cüzdanını temsil edecek olan jüri verecek.
Savcı ABD’nin iktisadi menfaatlerini korumaya yönelik kanunları öne sürecek ve dolayısıyla ABD menfaatlerini temsil edecek. Sanıklar kendisini bir şekilde savunacak. Jüri ve hakim de hukuka -ama pozitif hukuka yani kanuna- bakarak karar verecek.
Elbette yapılacak konuşmaların ve verilecek kararın bölgemizle ve ülkemizle ve dolayısıyla devletimizle ve hükümetimizle ve iktidardaki siyasilerle ilgisi var ve olacak. Zira konu ABD’nin BM eliyle koyup uyguladığı İran ambargosunun Türkiye üzerinden yapılan muvazaalı ticaretle delindiği iddiaları ile ilgili.
Jürinin ve mahkemenin yürütmenin baskısı altında bir karar alması ihtimali var mı? Elbette bu teorik olarak mümkündür. Ama unutmayalım ki bu davanın ön soruşturması bu gün muhalefette olan Demokratların Başkanı’nın iktidarı döneminde açıldı. Ve bu günkü cumhuriyetçi ABD iktidarı mecburen ilgilendiği bu davayı kucağında buldu.
Yani siyasi iktidarın bıçak sırtı gidip geldiği ve mevcut iktidarın ancak ve zoraki yüzde ellilik desteğe sahip olduğu bir ülkeden söz ediyoruz.
Böyle bir dönemde böyle bir davanın iktidar tarafından yönlendirileceğini ve iktidar etkisi ile sonlandırılacağını “varsaymak” dahi kolay değil. Diğer ifadeyle ABD hukukunun bu davada da yürütmeden ve ABD Başkanından etkilenmeden uygulanacağını varsayabiliriz.
Ama davada uygulanacak hukuk bizim hukukumuz değil. Bizim menfaatimiz için yazılmış bir hukuk/kanun da değil.
Dolayısıyla bu davada “adalet beklemek” ve çıkacak sonucun lehinde taraf olmak mecburiyetimiz yok. Ama bu davadan bir “milli düşmanlık” beklemek ve sonucun aleyhinde bir taraf olma mecburiyetimiz de yok.
Bu davanın Türkiye’nin iç siyasetine bir şekilde etkisi var ve olmaya devam edecek. Ama bu etkiyi “fırsat etkisi”ne dönüştürmek bize yakışmaz.
Biz siyasi iktidarın hatalarını görüp gösteririz. Doğrunun ne olduğunu da gösterir ve tekliflerimizi de yaparız.
Bu davaya sebep olan “dolaylı ve hileli ticaret” konusunu eleştirebiliriz. İktidarın bu yanlış ticaret karşısındaki tavrını da işin içindeki yanlış adamların yanlış işlerini görmezden gelmesini ve hatta üstünü örtmesini de elbette eleştiririz. Ama bunu yaparken “ambargo haklıydı ve iyiydi” deme mecburiyetimiz yok.
Aynı şekilde, bu davanın sonucunda verilecek kararı eleştirebiliriz. Ama bunu içeride iktidarın el değiştirmesi için bir entrika aracı ya da koz olarak kullanmak isteyenlere de destek olmayız.
Hele hükümetin ve havuz medyasının, bu davayı ve alınacak kararı “taraftar toplama kozu” ya da “taraftarlarını kendisine zamklama ilacı” olarak kullanmasına ve toplumu bir de bu dava üzerinden kutuplaştırmasına karşı çıkarız ve çıkmalıyız.