Bu gün “evet”lerin çok çıkacak olmasının en net sonucu hakkında yazacağız.
Şaşırmayınız, başlık doğrudur: Adaletin doğuşu batışı olmaz.
Zira adaletin doğusu batısı da olmaz.
Zira İlâhî adalet güneştir ve o hiç batmaz.
Ama hayatı zulüm kapladığında, olan zayıf zihinlerdeki adalet fikrine olur.
Zira o zayıf zihinlerde adalet dünya gibidir. Başı dönenin dünyası da, adaleti de batar.
Zira o zayıflar dünyanın değil güneşin döndüğünü zanneden ortaçağ zavallılarıdır.
Ama unutmayalım ki adalet, battığı sanılan yerden yine doğar. Bu arada olan mazlûmun hukukuna olur. Adaletin doğudan da batıdan da battığını sananları uyandıracak olan da bizim zihnimizdir, bizim vicdanımızın ziyasıdır.
12. Risale-i Nur Kongresi’ne damgasını vuran meşhur “dördüncü masa”nın vardığı sonuçlar içinde yer alan ve eski Anayasa Mahkemesi üyesi Prof. Dr. Sacit Adalı’nın inanarak okuduğu hüküm cümlelerinden biri de şöyle idi:
“Bir toplulukta sivil toplum anlayışını geliştirmenin yolu karizmatik lider arayışına girmek değil, katılımcı demokrasiyi geliştirmektir. Sosyal ve kültürel yapılarda hak ve hürriyetler, çoğunluk hâkimiyeti yerine çoğulculuk kültürünün gelişmesiyle mümkündür. Zira çoğunlukçu anlayış ‘sayıca kuvvetli olan haklıdır’ fikrine dayanırken, çoğulculuk ‘kuvvet haktadır’ anlayışını esas alır.”
Yani neyin adil ve neyin zalimce olduğu yolundaki her hüküm bir hakikattir. Bu gerçek oyçokluğu ile ve hatta “baskılanmış fikirlerin” oybirliğiyle dahi değişmez, değiştirilemez.
Adalet metre ile ölçülmez. “Biraz”ı “bir fazla”sı olmaz. Her hüküm ya adaletlidir ya zalimcedir.
Adalet terazi ile ölçülür. Terazi dengedeyse hüküm adaletlidir, değilse zulümdür, zalimcedir.
Nisbî adalet olmaz mı? Elbette olur ve ancak istisnaen adalet olur. O da, iki zulümden birini (ehvenüşşerreyni) tercih mecburiyeti varsa! Yoksa, “biraz adalet” adalet değildir.
İktidar olma ve iktidarda kalma biçimlerinden de anlıyoruz ki referandumda “evet”ler çok çıkarsa adaleti batıracak olanlar galip gelmiş olacak.
Zira iyice ortaya çıkacak olan “yeni devlet”, fikirleri kategorize edecek. Yanlış fikirlere inanmayı suç sayacak.
Sonrasında şunlar olacak:
Devletin inanmamızı emrettiği “sübjektif doğru”lara inanmayanlarımız “suçlu” sayılacak.
Zira bu günkü hukukumuz “devlet gibi inanmamayı” suç saymıyor.
Oysa devletlûler onlar gibi inanmamızı emretmek istiyorlar. Hakikatte batıl ve zalimane olan bazı inançlarını bizlere kanunla dayatmak istiyorlar. Bununla muhalefeti susturmak mümkün olur sanıyorlar.
Oysa bilsinler ki fikren muhalefet hiçbir devlette uzun süre suç sayılmadı, sayılamadı.
Oysa bilsinler ki; güneşli Doğuda, meselâ, adalet hususunda, hayatıyla, eserleriyle ve talebeleriyle ders veren Bediüzzaman unutulmadı.
Risaleler, içindeki adalet dersini düz okuyanları hiç mahcup etmedi, o kitaplar o talebelerinin vicdanlarını hiç zora sokmadı.
Kanlı-çamurlu ellerin tuttuğu kahverengi balçıklar o Güneşi sıvayamadı, söndüremedi.
Oysa bilsinler ki; güneşli Batıda, meselâ, adalet hususunda hayatıyla ve savunmasıyla ders veren ve fikren muhalefetin sembol şahsiyetlerinden olan Thomas More unutulmadı, unutulmayacak.
Adalet namına ve fakat aslında zulmen onun kellesini isteyenleri de adalet ve tarih unutmadı. Vicdan-ı umumî o zalimleri kınıyor ve mutlak adalet gününe kadar da kınamaya devam edecek.
More’un kim olduğunu ve nasıl bir zulme kurban gittiğini merak edenlere tavsiyemiz şudur:
“Evet”ler çok çıkarsa olabilecekler hakkında bize inanmayanlar, hiç değilse, adalet teorisinin klasiklerinden “A Man for All Seasons (Her Devrin Adamı)” filmini izlesinler ve riski görsünler.