Geçen hafta Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesinin seminercisi bir hukuk tarihi hocası idi. Tarihî bir hadiseyi hikâye etti:
Sultan Fatih Mehemmed Han maddî ve manevî ordusunun kuvvetiyle İstanbul’u fethetmiş. Yeni düzeni kurmuş. Bu kapsamda çıkardığı bir fermanla yatsı namazından sonra taa sabah namazına kadar şehrin kapılarından giriş çıkışı da yasaklamış.
Padişah bir gece, denetim maksadıyla, kıyafetini de değiştirerek şehrin bir kapısından çıkmış ve diğer kapısından içeri girmeye niyetlenmiş.
Şehrin Unkapanı tarafındaki kale kapısını gece vakti tıklatmış. Küçük pencereden “Ne istiyorsun gece vakti?” diye soran nöbetçi amirine “Hava soğuk, dışarıda kaldım, kapıyı aç da gireyim” diye rica etmiş.
Bekçi Sinan, “Kanun var, açmam yasak, açamam, sabahı bekleyeceksin” demiş.
Fatih kim olduğunu söylemeden ısrar etmiş, hatta bir de bekçinin burnuna doğru parmaklarını ovuşturup “Beni memnun edersen ben de seni memnun ederim” diye nazik ve tatlı bir teklifte de bulunmuş.
Bekçi sinirlenmiş ve çıkışmış: “Bunu görmemiş olayım, haydi şimdi yallah. Sabah gel!” Pencereyi burnuna kapatmış.
Padişah bakmış ki bekçi sağlam, kurallara uyuyor. Rahatlamış. Kendisini açık etmiş. “Ben Sultan Fatih’im, emrediyorum, aç kapıyı!” demiş.
Sinan’ın cevabı yine sert: “Padişah da olsan değişmez. Kendi koyduğun kanunu usulünce değiştirmedikçe, seni bu kapıdan bu saatte içeri alamam. Hangi kapıdan çıktıysan ancak o kapıdan girersin Hünkârım.”
“Yahu sen ne Yağız Er imişsin, Vallahi haklısın, adın nedir?”
“Sinan Hünkârım.”
“Yarın şu saatte saraya gel.”
“Bak bu meşru emrindir, buna uyarım Hünkârım.”
Padişah mecburen dönmüş, çıktığı kapıdan içeri girmiş. Sekreterine, “Şu saatte bekçi yağız er Sinan gelecek bekletmeden benimle görüştürün” diye not bırakmış. Denilen saat gelmiş. Bekçi huzura girmiş.
Padişah bekçisine ve çevresine “kanun hakimiyeti” ve “hukuk güvenliği” hakkında duygulu bir konuşma yapmış.
Ardından bekçiye sormuş:
“Dile benden, ne dilersin?”
“Aman Hünkârım ben sadece vazifemi yaptım. Bir hakkım yok ki talebim olsun!”
“Merak etme, talebini hazine-i âmireden (kamu bütçesinden) değil, hazine-i hassamdan (şahsî servetimden) karşılayacağım.”
“O zaman ben sizden dünyalık istemem. Rütbe, makam mevki de istemem. Cami yaptıranlarla ilgili hadisin manasına masadak olmak isterim.”
“Peki, o tamam, başka?”
“Bir de o caminin avlusuna defnedilmek ve seninle beraber gelen geçenin duasını almak isterim.”
İşte o cami ve mezar İstanbul’dadır ve bize bir adalet dersi vermeye devam ediyor:
Keyiften kanun olmaz!
Devlet işlerinde keyfiyet keyfîliği (yani kalite başıbozukluğu) kaldırmaz.