Ön not: Bu yazı, komiklik olsun ya da okuyana eğlence olsun diye yazılmış değildir. “Kimse mağdur edebiyatı yapmasın” diyen “devlet büyükleri(!)” için, “adrese teslim” nevinden kinayeli cevaptır.
Önce bir fıkra:
Morg görevlisi içerden gelen gürültüyle irkilmiş. Kulak kabartmış, bakmış ki tabutlarda yatanlardan biri kapağı tekmeleyip bağırıyor: “Ben ölmediiiiiim, çıkarın beni buradaaaaan, kimse yok muuuuu”.
Görevli kısa bir şaşkınlıktan sonra kendisini toparlamış, içeriden bağırana cevabı yapıştırmış: “Yat kardeşim, doktordan iyi mi bileceksin, ölmüşsün işte!”
Bu fıkra, cezaevlerinde, içine “ölü” yerine “…öcü” konularak ve doktorun yerine de hakim geçirilerek anlatılıyor. Ve bir edebiyat türü doğuyor.
Türün birinci kitabı; “Üç Dal Papatya”.
(Yeni Asya Neşriyat’tan çıktı. Telefonla da sipariş verebilirsiniz. Okuyunuz ve okutunuz.)
Bu kitabın giriş hikayesini bir kardeşimiz okudu. Ve ilk tepkisi, şu garip cümleler oldu:
“Mağduriyet edebiyatı ile On Beş Temmuz gecesi şehit edilen iki yüz elli masumun hakkının üstü örtülemez. Onların yakınlarının mağduriyeti ne olacak. Onları kim yazacak!”
Mukayeseye ihtiyaç var mıydı, tercih gerekir miydi? Şaştık. Şaşırdık. Bu yazının başlığı da işte buradan doğdu. Anlatalım.
Tarih bu tür yeni edebiyat ekollerini yazdıranlar ve yazanlarla doludur.
Mesela köle ticaretinin romanlaştırılması ve senaryolaştırılması “veyl o zalimlere” dedirten yeni bir edebiyat türüdür. (TV dizileri “Köle Isaura” ya da “Kökler” örnek için yeter de artar bile).
Mesela Hitler döneminde Avrupa’da Yahudilere yapılanlar bir edebiyat/sinema türü doğurmuştur. “Vah o mazlumlara” dedirtir.
Mesela önce Sovyetler Birliğinde (SSCB’de-eski Rusya’da) ve sonra tüm doğu blokunda yaşanan zulümler ve Komünist Doğu’dan Demokratik Batı’ya yani esaretten hürriyete kaçış maceraları, yeni bir edebiyat türünün zengin kaynağıdır. “Sen ne efsunkâr imişsin, ah didar-ı hürriyet”i tekrar tekrar söylettirir.
Bunların hepsi dünya edebiyatında birer ekoldür. Ortak adı da “zulüm edebiyatı”dır. Elbette içinde edebiyatın gereği olan abartılar da vardır ama sahih gerçeklere dayanır. O yüzden kalitelidir ve iyi okunur ya da iyi seyredilir. İbretle ve vicdanla elbette.
Zulüm edebiyatının bizde de elbette örnekleri vardır ve maalesef az da değildir. Daha eskiye gerek yok, şunlar yeter:
27 Mayıs 1960 sonrasının “düşük-devrik”leri.
12 Eylül 1980 ve sonrasının faili meçhulleri, işkenceli cezaevleri, fikir açıklamaya konulan yasaklar, binlerce insana yurt dışı sürgünleri.
En son 28 Şubat 1997 ve sonrasında yaşananlar, bilhassa başörtüsüne düşmanlıklar ve askeriyeden atılma zulümleri.
(Bunların doğurduğu zulüm edebiyatının romanları çoğunuzun kütüphanesini süslüyor.).
Şimdi biraz da biz “edebiyat” yapalım(!):
2002’den sonra artık dindarlarımız başımızda. Yerli ve milli iktidarımız var. Halifemiz de geldi gelecek. Allah eksikliklerini göstermesin. Artık zulüm yok. Sadece hak edene ceza var. O da olsun artık. Elbette suçlular suçunu kabul etmez, “ben masumum” der. Siz bakmayın onların edebiyatına. İnanmayız ve inanmamalıyız. Acırsak açınacak hale düşeriz. Çeksinler cezalarını kardeşim. Onlar devletten iyi mi bilecekler “terörist” ve hatta “…öcü” olup olmadıklarını…