Bediüzzaman, 1922’de, Ankara’da, şehitlerin arkadaşlarıyla dolu olan Gazi Meclis’te dağıttığı ve okuttuğu beyannamede, milletvekillerini zafer sarhoşluğundan uyanmaya ve kendilerine yakışacak biçimde dindar bir hayat yaşamaya dâvet etmiş. Namaz en mühim sembol (şeair) olduğu için de bilhassa namazı hatırlatmış.
Bu gün yaşasaydı, mescidi ve hatta camisi dolup taşan bir Meclisi göreceği için sadece memnun mu olacaktı, yoksa Meclisin gündemine bu kere başka tekliflerle mi gelecekti?
Bizim cevabımızı okumadan önce, lütfen, vakit ayırın ve cevabı siz de iyice düşünün.
Bizce sorunun cevabı beyannamenin son paragrafındaki şu cümlelerde:
“Bu mücahidîn kumandanlar ve büyük meclis taklit edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek ikisi de zarardır. Demek, onlarda hukukullah (Allah’ın kulları üzerindeki hakları), hukuk-u ibadı (kulların birbirinden haklarını) da tazammun ediyor (kapsıyor).”
Anlayabildiğimiz manası şu:
Meclisi oluşturan sivil ve asker önderlerin sadece iyi yönleri değil kusurları da millet tarafından taklit veya tenkit edilir. Tenkidi gibi taklidi de zararlı bir sonuçtur. (Bu sonuç, aslında, aile reisinden öğretmene, bütün yöneticiler ve önder kişiler için geçerlidir.) Çünkü onların Allah’a karşı yerine getirilmesi gereken türden (namaz gibi) borçları, Allah’ın kullarına karşı yerine getirmeleri gereken (örneklik ve önderlik etmek gibi) borçlarını da kapsıyor. Dolayısıyla onlar, doğrudan Allah’a karşı olan görevlerini yapmazlarsa bu görevler açısından millete önderlik etme görevlerini de hakkıyla yapmamış olacaklar. Meselâ, namaz kılmayan bir fert, Allah’ın huzurunda mazeret olarak namaz kılmayan bir yöneticisini gösterdiğinde, yönetilenin bu günahından, ona kötü örnek olan yöneten de sorumlu tutulacak.
Özetle her koyun kendi bacağından asılmayacak. Bazılarının bacağından diğerleri de asılacak. Sürüyü uçuruma götüren bir “lider koyun” da olsa bir kör çoban da olsa elbette sorumludur.
Bu kuralı bugünün Meclisine ve bürokrasisine uyguladığımızda akla gelebilecek pratik sonuçlardan ikisi şudur:
Birincisi: Yöneticinin zalimliğinden etkilenerek kendisi de zulmeden ya da zulmüne devam eden her bir astın bu zulmünden yönetici de sorumlu olacak.
Tersten ifadesiyle, zalim yönetici sadece kendi zulmünden değil, aynı zamanda zulümde kendisini taklit eden memurlarının zulmünden de sorumlu olacak. Öyle ya, önder olmak basit bir iş değil.
İkincisi: Dini siyasetinde kötüye kullanan ve böylece halkı dinden soğutup dine ve dindarlığa zarar veren yönetici, kendisinin yolundan giden dindarların yaptıklarından da sorumlu olacak.
Meclisteki mescidi ve namazı kendi partisine ve grubuna has gören bir milletvekili varsa, işte o vekil, camiyi ve ibadeti kendi partidaşlarına münhasır gören ve böylece milletin geri kalan kısmını camiden soğutan millet fertlerinin vebalini de yüklenecek.
O halde son söz:
Ey Mebuslar, diyanetin ön şartı olan adalette de önder olunuz ki “dindar” olasınız.
Aksi halde mesulsünüz.