"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İslâm medeniyeti ve müsbet hareket

Caner KUTLU
01 Mart 2018, Perşembe
Evrenselleşmek, Medenîleşmek, Cemaatleşmek... -13-

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler. Hem nev’-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış; elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar ve olamazlar. Ve en dinsizi de, dine iltica etmeğe mecburdur. Çünki acz-i beşerî ile beraber hadsiz musîbetler ve onu inciten haricî ve dâhilî düşmanlara karşı istinad noktası; ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacata mübtelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni’-i Âlem’i tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!... Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî-manevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.” (Hutbe-i Şamiye) 

Michel Foucault “İnsan ve İkizleri”nde sonluluk ve sonsuzluk ilişkilerinin insan içindeki serüvenini anlatırken modern düşüncedeki geldiği noktayı belirlemeye çalışıyordu. Buna göre, metafiziğin sonu, Batı düşüncesinde meydana gelen çok daha karmaşık bir olayın negatif çehresinden ibarettir. Metafiziği aniden yok eden, ona göre, yine de insanın pozitif sefaleti değildir. Modernlik insan düşüncesinin, kendinden çok daha eski olduğu için, onun sözünde hayat bulmasına rağmen anlamlarına egemen olamadığı bir dilin kıvrımlarının arasına yerleştirildiğinde başlamıştır. Fakat, “kültürümüz” diyor, bundan da temelli olmak üzere, modernliğimizi teşhis ettiğimiz eşiği, sonluluğun kendine yönelik nihayetsiz bir atfın içinde düşünüldüğü an aşmıştır. Foucault’nun insanı sonluluk analitiği içinde, garip bir ampirik-aşkın çift olarak tanımlaması çünkü her bilgiyi mümkün kılan bilginin edinileceği bir varlık olarak görmesi ile modern “deneyim” ile insanın kendi içinde bütüne dair neleri üretebileceği sorununu ele aldığı bilinmektedir.(Tartışmanın tarafları olarak; Chomsky kişisel keşifleri, Foucault sistemi öne sürer.)

Bu aşamada Bediüzzaman’ın “doğru İslâmiyet” ve “İslâmiyet’e lâyık doğruluk” deneyimlerinin insandan başlayarak evrensel bir kuşağa ulaşacak yöntemlerini irdelemek gerekecektir. Bediüzzaman’ın kullandığı temel yaklaşım, bir keşif, “Vahidiyyet içinde Ehadiyet” sırrının açılması ile “telâhuk-u efkâr” hem bilgi hem davranış üretimindeki insanı sadece bilgi değil “hareket” merkezli (müsbet hareketin kökeni) olarak da önemli bir yerde konumlandırıyor. Zaten İslâm tevhid inancının muazzam kuvveti sonsuzluğun ve mutlaklığın insan idrakindeki kolaylığı ile mu’cizevî mezcini gerçekleştiriyor. Burada “Sünnet-i Seniyyeye ittiba” olan şartın anlamı da ortaya çıkıyor. Modern Batı zihni ise bu aşamaya ulaşamadan “patlıyor”.

Sünnet-i Seniyye hem “kültür” hem de kişisel deneyimi taşıyan ve ampirik-aşkın ikircikliğini hakikat içinde eriten müthiş bir “cadde-i kübra-i Kur’âniyye”yi ifade ediyor. 

Mahmut Esat Coşan (rh): “Çeşitli milletlere mensup olan İslâm ümmetinde hâdis-i şerîfler bir kültür birliği meydana getirmiştir, bir davranış birliği sağlamıştır. Milletleri ümmet olarak kaynaştırmıştır, demişti, ki doğrudur. 

İslâm’ın insan merkezli medeniyetler üretmesi kaynağın pek çok zaman ve mekânı besleyecek âlî karakterini ortaya çıkarır. İslâm her zaman ve mekândaki ter u taze menbaını böylece gösterir. Hıristiyanlık veya Yahudilik din olarak bozulduğu ve hükümsüz kaldığı için iman ve din meydanında İslâmiyet’le rekabet etmesi söz konusu değildir; ayrıca medeniyet ve insaniyet üretici bir konumları da kalmasa bile.. yine de çok kısıtlı ve dünyevî kültür üreticisi olarak hayatta kalmayı sürdürebilmekteler... Bu dünyayı etkisi altına alan “kültürleri”nin; meselâ Müslüman toplumlardaki görece egemenliği günlük hayattaki görüntü istilâsından öteye gidemez. Bu kültürel istilâ, ki kültür istilâcı olmak durumundadır, Sünnet-i Seniyye’nin yeniden ihyası ile durdurulabilir. 

Bunun için de dinin hükümleri fıkıh çerçevesinde hayatın içine daha girerek; adâb-ı İslâmiye ile müteeddib bir insan tipini topluma sunabilir. (Osmanlı’nın ilk dönem toplum inşası benzer bir süreci işlemişti). Sadece “farz ya da değil!”; “haram ya da değil!” gibi genel (ve kaba) biçimin ötesinde farzın türleri, vacip, sünnet, sünnet-i müekkede, sünnet-i gayri müekkede, nafile, mübah, mendup, müstehab, adab.. gibi pek çok kavramın gündelik reflekslerde belirleyici, ayırd edici, inceltici rolleri tebaruz etmelidir. Bunlar aynı zamanda medeniyet üretici insanın işaret taşlarıdır; yol (yüz) çizgileridir, biçim verici rol modellerdir. Bir dönem bunlar tarîkatler vasıtasıyla çalışırdı; ilk dönem İslâm medeniyetinde ise iman ve ilim vasıtasıyla evrensel bir tipoloji üretilmişti. İslâm âleminde bir süre buradaki “edeb”ler ihmal edilegeldi. Bediüzzaman’ın müsbet hareket kavramının “hareket” zemini esasında yeniden sözkonusu “adâb” üzerinde yükselmektedir: “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”(Sözler) bunu ifade eder. 

Bediüzzaman Kastamonu Lâhikası’nda; 

Mühim bir hakikati bu hakikat münasebetiyle bu zamanda ehl-i medreseye ve hocalara taallûk eden bir meseleyi beyan ediyorum, diyerek meseleyi açıyor:

“Şöyle ki: Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese tâifesi tekkeler taifesine serfürû etmiş, yani inkıyat gösterip onlara velâyet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvâk-ı imaniyeyi ve envâr-ı hakikati aramışlar. Hattâ medresenin büyük bir âlimi, tekkenin küçük bir velî şeyhinin elini öper, tâbi olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekkede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatin envârına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarikattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarik-i velâyet ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnetin ilm-i kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın mu’cize-i mâneviyesiyle açmış, göstermiş; meydandadır.

İşte, Risale-i Nur’a herkesten ziyade kemâl-i şevkle taraftarâne ve müftehirâne medrese taifesinden olan ulemaların koşmaları lâzım ve elzem iken, maatteessüf, daha medrese ehlinin ekseri, kendi medresesinden çıkan bu âb-ı hayat çeşmesini ve bu kıymettar bâki hazinesini tanımıyor, aramıyor, muhafaza edemiyor. 

Lillâhilhamd, şimdi tam tamına başladılar. Sözler mecmuası, hem hocaları, hem muallimleri Nurlar’a çekti.” (Kastamonu)

Okunma Sayısı: 3425
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı